http://media-cache-ec4.pinterest.com...rBxkg99x_c.jpg
KÜLLETEYN TURAN DURSUN AKYÜZ YAYINLARI KİTAP NO: 18 • KULLETEYN • TURAN DURSUN • 1. BASIM TEMMUZ-90 • BASKI: Yalçın Ofset • DİZGİ:Bibliotek Dizgi • CİLT: Esra Mücellilhanesi AKYÜZ YAYINLARI Neşet Ömer Sok. Kadıköy İş Merk. No: 10/124 Kadıköy/ÎSTANBUL Tel: 347 08 27 - 349 43 14 ' |
ÖNSÖZ
Kulleteyn, 12 yaşıma değin olan yaşamımın "roman"ıdır. İsterseniz "roman" demeyin; "romanlaşan" gerçek. Kahramanı olan "Türko", benden başkası değil. Kişi ve yer adlarından çoğu gerçek. Kimi de değiştirilmiştir. Tümüyle belgesel nitelikte. Dinsel konular,dünyasındaki en sağlam kaynaklara dayalıdır ve işlendiği gibi olduğu, her ân kanıtlanabilir. Yaşayış biçimi, "laki"ler, yani "molla " adayları, okunan "ders"ler, kitaplar, ders okuma biçimleri, "molla",baştan sona birer gerçek. Adını kitaba verdiğim gerçekteki "kulleteyn" de öyle... Doğu Anadolu'nun çok önemli bir kesitinden alınma gerçekler hepsi. İncelemeci ve araştırmacılar, çok şeye ışık tutacak öğeler bulacaklardır bu kitapta. Kurallarını binlerce yıllık ilkelliklerden alan ve bugün insanımıza, dahası tüm insanlığa giydirilmeye çalışılan eski elbise, "Şeriat" nedir, ne değildir? İnsanları, kitleleri ne duruma getiriyor ve kimlerin desteğiyle bunu sağlıyor? Kimi boşlukları şeyh, ağa, molla üçlüsü nasıl dolduruyor? Bu üçlü, güçlerini resmi yönetimlerle de birleştirince, egemen olduğu yörelerde nasıl karanlık üretim merkezleri kuruyor ve ışık sızmasın diye nasıl önlemler alıyor, nasıl kalın kalın duvarlar örüyor? Bu sorulara ve daha nice nicelerine cevaplar, ipuçları bulunabilecek. Temel amaç da bu zaten. Anlatılırken gerçekleri örtme yoluna gidilmemiştir. Olduğu gibi sunulmuştur her şey. Bilindiği gibi dürüstlük, açıklıkta. Kapalılıktaysa karanlık olur. "Tabu"lar karanlıkta yaşarlar. Yalan, sahtelik ve sayılamayacak kadar kötülük de bu alanda. Bu kesimdekiler, gün ışığına çıkarılmadıkça, ilkellikler, kafalara, gönüllere vurulu zincirler kınlamaz ve daha güzel bir dünyanın yolu açılamaz. Kulleteyn'i hazırlarken bu yolda bir katkısı olsun istedim. Olacağına da en küçük bir kuşkum yok. Bu kitapla birlikte, 2000'e Doğru'da ve başka dergilerde yayınlanmış, kimi de yayınlanmamış olan yazılarımdan oluşma "Din Bu" adlı bir kitabım (Kaynak Yayınları'ndan) elinizde olacaktır. Her şey, daha güzel bir dünya için... |
1
Sıradan bir gündü. Namaz hazırlığı. Abdest gerekti. "Temizlik". Ama başka türlüsü. Temel amaç "günahlardan arınmak". Üşüşmüşlerdi dörtgen "Kulleteyn"in çevresine. "Taharet" ve "abdest" için. Kimi yatakta, kollar sıvalı. Kimi kulleteynin çevresinde bir yer bulma çabasında, dolaşmakta. Kimi yerini bulmuş olmanın rahatlığı içinde kıçını açıp çökmüş; kimi çömelmiş. Bacaklar arasındakiler salkım saçak. Hava da sıcak mı sıcak. "Vay bâboooül" kıçlarını açanlar "taharet"çiler kesiminde. Biraz sonra, bir kulleteyne, bir bacak arasına gidip gelen eller, başlattığı şapır şupurları tam bir cümbüşe dönüştürecekti. Hem de ne cümbüş! İşte başlamıştı bile... Bacaklardakilerin tümü, çoğu çuldan çapuldan, yamalı ya da yırtıkları sallanan şalvarımsı şeyler, tek tük de olsa kimi şanslılarda bulunan akı gitmiş donlar ne varsa sıyrılmıştı aşağıya. Cömertçe sıyrılmıştı. "Mallar meydanda"ydı hep. Bacaklar arasındaki "takımlar", genellikle kara, kıllı kokusu çevresine yayılır biçimde terli. "Üçlü t a k ı m l a r , çalışırken, oturup kalkarken, sıcakta ve çileli yaşamda bacakların arasından, bir süre için de olsa kurtulup özgürlüğüne kavuşmuş olmanın keyfiyle sarkmış; bulabildiği havayı soluyordu. Özgürlük ne güzel şeydi. Yıkanma, serinleme. "Ohhh... " Takımlar yıkanıyordu da yıkanıyordu. Ovula ovula, şapur şapur. Kirler değilse bile terler gidiyordu. Kulleteynin suyunun kirli, "firtıklı" (sümüklü) oluşuna aldıran yoktu. Hiç de olmamıştı zaten. Olsaydı çok yadırganırdı. Her namaz öncesinin doyulmaz keyfi yaşanıyordu. "Taharet", büyük mutluluk. Şapur şupurlar konuşmalara, derinden gelen "oh'lara, mırıldanmalara, "dua"lara, bağrışmalara kanşıyordu. Bir kendine gelme, bir yenilenme oluyordu her "taharet"te. Kulleteynin ayrılmazları durumundaki kadın, çoluk çocukla birlikte paylaşılan bu durum, yaşamın can damarlarındandı. Ve işte Husso. Tozuyla, toprağıyla, çerçöplü, saman dolu, iri mi iri gövdesiyle. Bir insan azmanı. Kimine göre "Ürkünç", kimine göreyse "hazâ erkek"! Bacaklarındakilerini öylesine sıyırmıştı ki, takımları hemen tümüyle meydanda. Koca gövde bükülüp çömelmiş. Ama o takımlar, seyirlik mi seyirlik. "Husso, kurban Hussoü!" Bakışları, oradaki her şeyi ve herkesi egemenliği altına almış; yanındakiler, kulleteyn çevresindekiler, biraz ötedeki cami Önündekiler ve kulleteyni çevreleyen küllüklerdekiler arasında bölünmüştü. "Husso ki Hussoü!" Eğildi kulleteyne biraz. Sol elini soktu. Şeriat'ın "temiz su" dediğinden alıp çarptı "taharet" bölgesine. Takımı üzerinde şaklattığı sulu elinin çıkardığı ve çevrede duyulan ses, her zamanki gibi cümbüşe cümbüş katıyordu. Ayrıca bu sesten birşeyler anlatmak istediği de belliydi. Bir daha, bir daha... Çarpışlar gerçekten görkemliydi. Kıllı bacaklar arasındaki takımı da kuşkusuz. Çarpılırken çığlık koparan sular, önce sersemliyor; sonra nereden geldiğini asıl yerine yöneliyordu. Önce açılıp sergilenmiş olan kıçın iki tümseğini ve deresini doldurmuş olan "kermeli kıllar"ı arasında yürüyüp yayılıyor; daha sonra da akıp gidiyordu kulleteyne. Yani geldiği yere... Dörtgenin kıyıları, bu tür dökülüp akmalarla yer yer aşınmıştı. Kulleteynden alınan sular, yine kulleteyne verilirdi. Suları eksilmesin derecesine. Dipten çok az kaynayıp çıkan, akağında bir saman çöpünü bile sürükleyip götüremeyecek ölçüde güçsüz akması nedeniyle durağan ("râkid") sayılan bu havuzdaki suyun tükenmemesinde bunun da payı az değildi. Bir yel esti, kulleteynin çevresindeki çöplükte sıçtıktan sonra bokuna bakıp oynayan bir çocuğun entarisini çadırlaştırdı, oradaki ve çevredeki küllerden, çöplerden bir kesimini toplayıp kulleteyne doldurdu. Her zamanki gibi... Bir gürültü patırdı da abdest alanlar kesiminde. Yüzlere çarpılan suların sesleri, kıçlara çarpılanlarınkiyle yarışıyordu. Ayrıca konuşmalar, kırık dökük Arapça dua mırıldanmaları, ağıza buruna su çekmeler, boğaz çalkalamaları, boğaz ayıklamaları ve gürültülü sümkürmeler, kulleteynin içindekileri hedef alan tükürmeler. Tümünden çıkan sesler birbirini tamamlıyor; namaz hazırlığını yansıttığı için de "kutsallık" kazanıyordu. (Molla) diye çağrılması için küçük bir basamağı kalmış oları Seydo da oradaydı. Abdest alacaklar arasında. Başında keçeleşmiş terliğiyle (takke), omuz başlarından pamukları çıkmış ceketi", kirden ne rengi ne de malı belli olan işliği (gömlek), paçalarının biri uzun öbürü kısa yamalı şalvarı, cin cin bakışları ve kasılışlarıyla "-ben de varım!" diyordu sanki. Gururluydu. "Tâlib" adı verilen yüksek dereceli "faki"ler ("fakih"ler, yani din öğrencileri) arasındaydı çünkü. Şeriatı da iyice ezberlediği için herkese işittire işittire bir dua mırıldanıyordu. Arapçadaki şivesine ve fıkıhtaki kalıplarına uygun olarak.. Nicelerini imrendirerek... Kollar sıvalı, abdeste girişmişti. Çömeldi. Elini uzattı, ama yetişemedi kulleteyne. Bir ayağını aşağıdaki bir taşa koydu, sarkar gibi eğildi, artık yetişebiliyordu. Sağ elini soktu. Şeriatın su dediği sıvının yüzündekileri o yana bu yana itti. Abdest suyu yeri açmaktı çabası. Ama itilenler, hızla geri geliyor ve hemen eski durumunu alıyordu. Eleleydi tümü. Şeriatın su dediği şey buharlaşarak uçup gitmesin diye güçbirliği etmişler gibiydi. Seydo, tek elle savaşı kazanamayacağını anlayınca, öbür elini de soktu. Kürekleşen ve süpürgeleşen eller işe yaramıştı bu kez. Avuçla "su" alacak ölçüde yer avuçladığı şeyle suratını yıkadı. Bir daha, bir daha. Bir avuç da ağzına götürdü. Avurtlarını doldurup boşalttı. Boğazından çıkardıkları, avuçladığı yerdekilere eklenmişti. "Sünnet"i tam yerine getirmek için boğazını iyice ayıklayarak, üç kez yapmıştı bu işi. Her işi üç kez yapmak gerekliydi. Burnuna da alıp boşalttı, sümkürdü. Fırt eden "fırtık"lar (sümükler), fırlayıp kulleteyndeki yerini alıyordu. Ustalıkla yapılıyordu bu da. Abdest alma yerinden avuçladıkça çevreye itilenler aman vermediği için her yıkama işini çabuk yapmaya çalışıyordu. Seydo, yine de sünneti yerine getirmekte titizdi, eksik birşey bırakmıyordu. Bir avuç da yüzüne alıp çarptı. İki eliyle yüzünden sıyırdığı kirli suları emerek ağzında topladı ve fırlattı. Yine ustalıkla, yine kulleteyne. Abdestinin öteki işlerini de yerine getirdikten sonra doğruldu. Islak elini cebine soktu, içindekilerle kabarıp torbalaşmış olan cebini karıştırdı, sümüklerle sertleşmiş kirli mendilini çıkardı sonunda. Bir güzel silindi. Siliniş de görkemliydi. Yüzünü kollarını kuruttu. İşliğinin kollarını indirdi, ilikledi. Hepsi yerli yerindeydi, hepsi Şeriatın dediğine uygundu. Artık hazır sayılırdı Taharet ve abdest için koşulup üşüşülen, kimi zaman da kapkacak namaza. |
9
yıkamak ya da yemeklik su almak için uzanılan "kulleteyn"deki "su" Şeriatın belirlediği ölçüler içindeydi. "Kulleteyn", "iki kule" (yaklaşık 13 ton) su demek. Durağan bir suyun temiz ("tâhir") sayilabilmesi için Şafii mezhebine göre bu kadar olması yeterliydi. Daha az olamazdı. Bu kadar oldu mu, içinde ne bulunursa bulunsun "temiz"di artık. "Pislik"lerle dolu bile olsa.. Doluydu zâten. İlk görüşte bataklık bile görünüş öyleydi. Zaman zaman yıkanan bulaşıkların, su almak için daldırılan yağlı, isli tencerelerin bıraktığı yağlar, isler, bulaşıklar ve atılan türlü pisliklerle vıcık vıcıktı. Yüzündeki, bez, tezek, odun parçaları, kimi kanlı, kimi yeşilimsi, top top ya da uzayıp şuraya buraya tutunmuş "firtık"lar (sümükler), daha bir nice şey; kalınca bir tabaka oluşturuyordu. Şeriatın burada su dediği şeyse, bu tabakanın yer yer bölünüp parçalandığı kesimlerde kendini gösterebiliyordu ancak. Türlü renkler arasında. Ama madem ki Şeriat temiz demişti, temizdi. Şeriat neye pis diyorsa, pis olan da oydu. Yani belirleyici, Şeriat'tı. Ora halkını hak etmediği, belki de başlangıçta tiksindiği o duruma sokan da. Hemen yakınında küllükler (çöplükler). Küllüklerden tepeler, tepecikler. Kuşaklar boyu dökülegelen küllerden, çöplerden oluşma alçaklı yüksekli. Çiğnene çiğnene iyice bastırılmamış olsaydı her biri koca bir dağ olurdu. Birer soluklanma, dikilme, gezinip dolaşma, seleserpe oturma, karşılıklı hanekleşme (şakalaşma), "kaççe"ler (kızlar) ve "kuro"lar (oğlanlar) arası kaçamak bakışlarla sevgi alışverişi, işaretleşme, ahbaplar arası söyleşme, dertliler arası dertleşme ve "taharet"çilerle, "abdest"çilerle, yani kulleteyn kesimiyle, ayrıca cami kaynaşıp bütünleşme yerleri. Genellikle yerin dibine gömülü, bir-iki karış boynundaki taşlı-kerpiçli ve kurusun da kışın yakılsın diye top top ya da yassı yassı yapıştırılmış hayvan boklarıyla çaplı duvarlardan, damlarından ve bacalarından belli olan evlerin halkı küllükler, evlerin hemen önünde. Küllüklerde allı güllü çocuklar, gençler, yaşlılar. Genellikle ayaklar çıplak, yarık, yarıklar küllerle dolmuş. Yüzler kavruk, benizler uçuk, renkler oluk. Kimi kadın yaşmaklı, kimi kadın yaşmaksız ama ürkek. Entariye giyilen çuldan-çapıttan şeyler kat kat, topuklara dek uzun. Kimi ezgin ya da dünyayı umursamaz bakışlı, kimi canlı ve küllükte de itebilir olduğunu kanıtlar türden çiçekler gibi. Kiminin durgunluğundan vurgunluk okunmakta. Vurgun olduğu "kıro"ya varamamaktan. Kimiyse cıvıl cıvıl. Cilvesi bile var kendine özgü. İşte kara ama güzelce bir kaççe. Bakışları kulleteyde. Belki de "malını sergilemiş olan" Husso'yla ilgili. Belki Husso da onunla ilgilenmekte, de olabilirler, kimbilir. Yine küllüklerde, kovalanan, taş atılan, el - çubuk sallanan tavuklar. Bunlar da küllük halkından sayılır. Ama bir başka sınıf. Kimi yiyecek bulmak için küllüğü eşelemekte. Bulup çıkardıklarını da ivedi ivedi taşlığına göndermekte. Kimiyse bayat yiyeceklerden çok, tazeleriyle ilgileniyor. Orada burada taze taze duran çocuk boklarına üşüşmüş. Daldırdıkları pençeleri ve gagaları kocaman kocaman olmuş bok-kül karışımıyla.. Çok daha tazesini elde etmeye saldıranlar da var: çocukların kıçlarından çıkanlara göz dikmişler. Varıp varıp dilmekle, alıp alıp kaçırmaktalar. Sövgü-ilenç dolu bağırıp çağırmaların, çubuk sallamaların, koca koca taşlar atmaların hiçbir zararı yok. İşte ağlayan bir çocuk. Kıçı didilip yaralandığı için ağlıyor. Yanına koşan annesi, boklu ve kanlı kıçın silinmesi, bağırmalar ve tavukların kovalanmaları. Kimi çocuklar kıçlarındakilerle birlikte, ellerindekiler ve ağızlarındakilerle de verimli ve iştah çekicidir tavuklar için. Ellerinden, ağızlarından alınıp kaçırılmalar yüzünden ağlayan çocuklar da eksik değil. Ama tavuklarsız olamazlar. İçiçe yaşamaktalar. Çocukların çoğu cılız, hemen tümü aynı görünümü sergilemekte. Kıçları, karınlarına değin açık. Kimiyse tümüyle çıplak. Sert havalarda bile.. Tümüne yakını son derece kirli. Ağız, yüz de öyle. Yer yer kurumuş bulaşıklar, kirler ve islerle kaplı. Öyleyken sevimli çoğu. irlerine, bulaşıklarına bakmadan sevip okşayanları, öpüp kucaklayanları var. Her yanı saran bir koku. Daha doğrusu türlü kokular. Ama kimse rahatsız değil. Çünkü kokular da oralı. Birkaç adım ötede Kartallı Köyü Camii. Ve camiin, çoğunu (molla) adaylarının oluşturduğu cemaati. Her namaz vaktinde görüntü aynı olur. İnandıkları "kader"leri gibi. Namaza hazırlanıp gelmişler, Söyleşmekteler. Genellikle din üstüne, "Ahiret" Üstüne. Kulleteyn - Küllükler - Cami. Kartallı Köyü'nün "olmaz'sa olmazlar"ının en önemlilerinden. Buralar ve buradakiler, kendine özgü bir dünya. Başka dünyalar pek bilinmediği için istekler, düşler Sini İl. İnsanlar kendi içinde mutlu, kendi içinde mutsuz. Uçsuz bucaksız ve topraklarda, karınca yuvaları gibi yerlerine gömülü öteki köylerdekiler de öyle. En az 8 aylan kışta geçen bu dünyalarda dedeler, nineler nasıl yaşamışlar, nasıl gelip gitmişlerse torunları da öyle yaşamakta. Dünyaların değişmesi için de bir neden yok. Dilini çıkarmış "lehleye lehleye" gelen bir köpek. Belli ki sıcaktan bunalmış ve susamış. Kulleteynin çevresindekilerin iyice seyrekleştiğini görmüş olmalı. Yaklaştı kulleteyne. Önce bir sağına soluna baktı. Sonra başını uzattı. Suyun yüzündekileri burnuyla itip yer açtı. Ne de iyi olmuştu. Ne var ki Seydo gördü onu. Bir taş alıp attı zavallıya. Tutturmuştu. Zavallıcık acı acı seslerle uzaklaştı. |
2
Ve işte "Türko". 8 - 9 yaşlarında bir çocuk. Türk olduğu için almıştı bu adı. Seydo'ya yaklaştı. - Bir sorgu sormah istirim. - Sor "bavemin" (babam)! Sor benim babo! Sor kurban! Ne dirsen sor! - Sen bu pis suda abdest aldın?! - Estağfirullah, sen ne dirsin ula? Kulleteyn hiç pis olur (mu)? - Olmuş işte! Sen de alıp ağzına koydun?! Ula kurban sen Şeriati bilmirsin. Şeriat kulleteyne "pis" demez hâşâ. Sen git dersini oku! "Mes'le derin", öğrenirsin hamma (ama) illerde (ilerde). Hadi kurban git sen çalış, hadi! İyi çalış dersine! "Derin mes'le"ler çok ileri derslerde öğrenebilecekti ancak. "Şeriat" okunurken, "fıkıh mezhepleri" okunurken, "usûliil-fıkh"ı içeren "Cem'ul-Cevâmi" ve benzerleri okunurken.. Oysa babası Türk" olduğu için "Türko" diye çağrılan çocuk daha yeni gelmişti Kartallı Köyü'ne okumaya. Daha çok başlardaydı. "Arapça" okuyordu, ama ilk kitapdaydi. Ne var ki "mes'ele, Seydo'nun söylediği gibi "derin" miydi gerçekten? "Derinlik" nesi vardı? "Bok"lar, "firtık"lar ortadaydı. Yüzünde görülüp duruyordu kulleteynin. Şeriat "temiz" deyince bunlar nasıl "temiz" olabilirdi? Hem de göz göre göre?: Düşündü, çok düşündü çocuk. Karıştı mı karıştı kafası. Üst üste binmiş kabarıp gelirken önüne çıkan kayığı batırması işten bile olmayan korkunç dalgalar gibi büyüyüp karmaşıklaşan düşüncelerden uzaklaşmak istercesine de gidip dersine koyuldu: "nasran... " "Şekere yeşkürü şükren..." "Ketebe yektübü ketben... " 13 Babası Abdul, okusun, "çok büyük âlim" olsun diye Kartallı Köyü'ne getirdiğinde korusun diye Şeyh Şaban'a, okutsun diye de Molla Nasır'a teslim etmişti. Ama ne çocuk Kürtçe biliyordu, ne de Molla Nasır Türkçe. Hem Kürtçe'yi, hem Türkçe'yi bilen biri vardı. Karslı Hafız Celâl. Molla Nasıf'dan yüksek basamaklı dersler alıyordu. Çocuğu onun okutması uygun görüldü. Geçici bir süre için. Çocuk Kürtçe'yi öğrenene dek. Öğrenecekti. Hem de kendi anadilini unutacak ölçüde.. Kürtçe'yi de, Arapça'yı da, "sarf'i, "nahv"i, "Şeriat"!, beyan" (Arap edebiyatı) denen dersleri de öğrenecekti bir bir. Babası Abdul'un düşlediğine koşut olarak.. Genellikle "danacılık" (dana çobanlığı) yapardı Abdul. Biraz Kur'an ve mevlit okuduğu için herkesin "Güllü Hanım" dediği dul anasının "ölüden-diriden" aldıkları ablası "Gülbeyaz"la birlikte geçinmelerine yetmiyordu. Abdul, evlenecekti de üstelik. "Gözü düştüğü" Kürt kızı Hâtm'la (Hâtun). Danacılıktan aldığı da yetmeyince Adana'ya çalışmaya gitmiş, beş-on kuruş kazanıp getirmişti. Daha evlenmediği Kürt kızından doğacağına ve okuyacağına kesin gözüyle baktığı oğluna! Adını bile koymuştu oğlunun: "Duran". "Dursun", yani yaşasın diye bu adı uygun görmüştü. Güllü Hanım, Abdul'un, oğluna kitap aldıklarını bilmiyordu daha. Abdul da ne kazandığını, nerelere verdiğini, elinde ne kadar kaldığını anlatmalıydı anasına: - Ana, al şu sene (sana)î - Verene kurban! - Şu da bacıma (ablaya bacı denirdi). - Verene kurban. - Şunları da kendime aldım. - Dur hele, nişanlına, kurt kızına birşey almadın mı ula! - Alacaktım, ama baktım ki param kalmıyor vazgeçtim. Gönlün alırsın sen. Ben de söylerim. - Ey neydim (ne yapayım), olur! - Bir-iki de kitap aldım ana. - Ey, çok ey de kitap alacak halımız (hâlimiz, durumumuz) mı vardı oğul! - "Yüzüm ayağının altına" (utanılacak konularda böyle denirdi) kitapları torununa aldım! Ohusun âlim olsun diye. - Dur hele ula (ulan) hangi torunuma?! Ne torunu? - Kürt kızı Hâtın'dan olacak oğlana. - Tevbe estağfirullahü! Ula oğul sen ne dirsın? Kürt kızıyla dahi evlenmedin bile. Evleneceksin kızın çocuğu olacak mı olmayacak mı belli değil. Olursa yaşıyacak mı (yaşar ya inşallah) o da belli değil. Kız mı olacak oğlan mı olacak, o da belli değil. Ohuyacak mı...? - Sus ana, ben bilirim ohuyacak! Hemi de (hem de) çok âlin olacak. Ben rüyamda gördüm, çok büyük âlim olacak. Kalkani Hoca'dan, Kavuklu Mehmet Efendi'den bile âlim olacak torunun. - Eh inşallah, İnşallah. Allah gönlüne göre versin. Vah, vai yavrum, vah savak (salak) oğlum benim. Olur inşallah, Allah neler değil. Benim yaşım geçti ya, siz de o zamanları görü: (kurtulursunuz) inşallah! - Kitaplar hazır olsun dedim. Alamaz, edemezik de sonra..! Altüst edici bir duyguya gömülmüştü ana. Zaten de "gözü sulu' olduğu için iyice ağlamaya başlamıştı. Neye ağlıyordu acaba? Türlü çaresizliklerle içiçe olan çileli yaşamlarına mı, oğlunu kürt kızıyla nasıl evlendireceğini bik bilemeyişine mi, oğlunun kurduğu düşlerindeki "savak"lığına mı, yoksa bir an düşü gerçekleşmiş görüp sevindiğinden mi? Bir eliyle burnunda sümüğüne kansan göz yaşlarını silerken, bir eliyle de kitaptan açıp bakıyordu. Eski yazılı olduğu için okuyabiliyordu da biraz: Kırk Sual, Kara Dâvud, Siretu'n-Nebi ve bir de Arapça "sarf kitabı. |
4
Çocuk yırtarcasına kaşıdı bacaklarını. Yırtmış, kanatmıştı da. Dayanılmaz bir kaşıntı. "Tatlı"ydı da. Donsuz bacaklardaki kalın kıldan örülü şalvarın geniş, aralıklı dikişleri arasında gecekondular, kurup sıralanmış olan bitlerden kaynaklanıyordu. Ama çocuk bilmiyordu bunu. Kartallı Köyü'ne yaklaşık dört saatlik (yaklaşık 20 km.) uzaklıktaki Tutak ilçesinde oturan "bibi"si (hala) açıp baktığı zaman görüp öğrenecekti. - Aman oğul, seni bu bitler Öldürmüş., diyecekti bibisi ve alıp, "bitler iyice ölsün" diye kaynatacaktı "bitli şavral"l (şalvar). Bacaklarını kanlar içinde bırakan kaşıntıdan uyanmıştı derin uykudan. Öteki "faki"ler (fakihler, öğrenciler) gibi yatıp kalktığı camii, soluklardan ve osuruklardan dayanılmaz bir koku sarmıştı. Ama oradakilerin hiçbirinin umurunda değildi. Öbürleri ölçüsünde alışık olmasa da o da etkilenmiyordu pek. Ya da bilincinde değildi. Yeniden uyuyacaktı ama karnı acıkmıştı. Birazını akşamdan yalayıp yediği yağlı ekmeğini, kimse bulup yemesin diye yastık olarak kullandığı arası şeyin altına koyup saklamıştı. Alıp yemeğe başladı. Kimseye duyurmadan.. Bitirdi, yatmaya koyuldu. Çok zayıf olduğu için kimse 8-9 yaşında demezdi. Öylesine cılızken yatağına sığmıyordu yine de. Döşek diye serdiği minder el kadardı. Yırtık ve yamalı yorganı da öyle. Başına çekince ayakları, ayaklarına çekince başı açıkta kalıyordu. Birlikte yatıp kalktığı kalabalık talebe içinde hiçbirininki böyle değildi. Öyleyken herkesten başka görüyordu kendini. Nedenleri vardı: Türk'tü. Anası Kürt olsa da. Baba Türk oldu mu yeterli Türklük için. (Padişahlardaki gibi) Önce bunun soyluluğunu taşıyordu. Türko deyip Türklere sövdüklerinde ağlardı. Bi kez de ağlarken kürt mollalarından biri görüp SOrmuştu: - Niye ağiirsin? -HİÇ - Dövdüler mi seni? - Yoh (lıayır)! 6 - Ne ettiler? - Sövdüler. dediler? - "Ne kadar Türk varsa anasını, a\Tadini.,.'' dediler. - Sen de onlara sövseydin. - Sövdüm ama ben tek (yalnızım). - Sen ne dedin? - Ben de "ne kadar Kürt varsa anasını avradını... " dedim. Kürt mollası, sevdiği "Türko"yu sevindirmek için "iyi etmişsin" demiş o da pek sevinmişti. Türk olmanın soyluluğu yanında, birbaşka neden de vardı kendini herkesten başka görmesi için: "Ilim"d& herkesi gelip geçecekti. Geçmek zorundaydı. "Basra'da Kûfe'de bulunmayacak Ölçüde büyük bir âlim olacaktı". Babası Abdul'un dediği gibi. Basra'yı, Kûfe'yi ve buradaki "âlim"leri ne kendisi, ne de babası görmüştü. Ama görür gibiydi. Uzun uzun sakallı, cübbeli, fesli-sanklı ve de "nûr yüzlü" hocalar. Başlarının ucunda nur direklenmişti. Nur direğinin bi ucu da insanlar. İşte gelip bunların derecesine ulaşacaktı. Sonra da geçecekti. Geçmek zorundaydı. Bunun için çok çalışmalı, çok hızlı okuyup öğrenmeliydi. 15-20 yılda okunan dersleri en geç 1-2 yılda okumalıydı. Okumak zorundaydı, ve okuyacaktı. Yaşı kendisinden çok büyük bir ölünün sahibinin, -cenazesini yıkadığı için- babasına verdiği ayakkabılardı ayağındakiler. "Potin" bozması. Çok dayansınlar diye de altları kabaralarla doldurulmuştu. Zaten çok büyük olan ayakkabılar, çakılan kabaralarla iyice ağırlaşmıştı. Yarısından çoğu gitmiş olan çoraplarla giyiyordu bunlan. Ve cılız mı cılız gövdesiyle çok zor taşıyordu. Bunun için de çoğu kez çıkarıp çıplak ayakla geziyordu. Kuru zamanlarda kül, toz, toprak, kurumuş insan ve hayvan boku, yer yer de tarladan, çayırdan taşınıp saçılan dikenler olurdu ortalıkta. Yağışlı havalardaysa yazın bolca 17 bokla karışık çamur.. Böyle zamanlarda -toplıyacağı çamurlarla daha da kocamanlaşacaklari için- giymezdi ayakkabılarım. O gün de öyleydi ve giymemişti. Paçalarım yukarıya çekmişti ama çamur olmaktan kurlaramamiştl. Üstü-başi da ıslanmıştı adamakıllı. Yaz da olsa üşümüştü. Kupkuru yüzündeki belli-belirsiz çeneleri titriyordu. Başındaki kocaman terliğinden yüzüne süzülen sular, sümüklerine karışıyor, çok rahatsız edince de kollarıyla siliyordu bunları. Hemen camiye koştu. Tek yuvasiydı çünkü. Akşam namazı kılınmış, yatsıya da daha vardı. Camide talebeye "râtib" (yemek) dağıtılıyordu. Payını almak için sıraya girdi. Sırası gelen ya tabağını, ya da üzerine konsun diye ekmeğini uzatıyordu. Tabağı olmadığı için ekmeğini uzattı. yemeği, kıyılarından dökülmesin diye hemen yalamaya, sonra ısırıp yemeye başladı. Çok acıkmıştı. Hepsini bitirebilirdi. Ama birazını saklamalıydı. Kimi sabah "râtib" geç gelirdi çünkü. Kimi zaman bir öğün gelirdi, üç öğün onunla yetinilirdi. İster Yiyip bitirmeyi çok istediği halde birazını bıraktı. Saklardı yemeğini. Herkes gibi. Yoksa ısınlmışlığına filan bakmadan alıp yiyenler olurdu. Kimi kez minberin altında bulduğu köşelerden birine, örümcek ağlarına bulanır olmasına aldırmadan yerleştirir üstünü örterdi. Kiminde de daha güvenlikli olsun diye yastığının, minderinin allında uygun (!) bir yere saklardı. Minderin, yastığın yağlanmasını, bunun sonucu olarak bitlerin daha da üreyip çoğalmasını düşünmezdi bile. Herkes dc aynı ya da benzeri şeyleri yapardı. Pislik ve bitlerle dost olmuştu herkes, kucak kucağa geçiniyordu. O da oranın bir parçasıydı. Üzerindeki çamurları biraz temizledikten sonra -yatsı namazına daha var diyerek- yatağına sokuldu. Islak ıslak. "Hasta" filan olmazdı, olmamak zorundaydı. Bir yandan da ders "metin"lerini eline aldı. Okuduklarını, okumadıklarını, ezberlediklerini, ezberlemediklerini gözden geçirdi. Hiç zaman yitirmemeliydi. Ona dersleri, kitapları bitirmek için çok az zamanı vardı. Gözlerini "Basra'ya, Kûfe'ye ve alimlerine" dikerek coşkuyla okumaya, ezberlemeye koyuldu: Sahihestü mûsâlestü muzâaf Lefîfü nakıs u mehmuz u ecvef İki dizelik bir şiir. Ama çok önemli. Arapça'daki sözcüklerin 7 türünü akılda tutmak için gerekli. 18 Niceleri gibi bunları da ezberlemişti iyice. Adlarını ve sıralarını aklında tutuyor ve fiil çekimi yapıyordu. Ezberledikleri arasında ŞİİrleştİIİlmİŞ (manzum) sözlük de vardı: Allah u Tanrı bir ismi Rahman Kuddus u Ari bir na'ti Subhan Bu çok eski sözlükte, daha işin başındayken, "Allah"a "Tanrı" denebileceğini Öğrcnmişü. Yular geçecek, "Modern Türkiye", "Atatürk ilkeleri ve devrimleri" doğrultusunda yol alacak, ama en azından bir ayağı, İslâm gelenekçiliğinin vC Araplığın batağında olduğu için kurucusunun tersine kayık çekenlerin etkinliğinde "Allah"a sanlacakü.'Tann" yerine geçecekti "Allah". "Modern Türkiye"nin en başta gelen resmi kurumlarının öncülüğünde. Okullarda zorunlu duruma getirilecek olan "din eğitimi"nin "ders kilaplan"nda ve her şaşkınlıkla tanık olacaktı bunlara. Düşünecekti, durup bir daha düşünecekti. Değişecekti çünkü. Takılan gözlüğü atacak, "insan"a ve "evren"e başka türlü bakacaktı. Başlangıçta hiç düşünmediği ve yönelmediği doğrultuda. O çağdaki Türkiye'nin çağdışı kalmış durumuna üzülüp düşlere dalacaktı: "- Değiştirebilir miyim?" Bu aykırı düşler ve düşünceler yüzünden de sürüm sürüm SÜrÜndÜrülecekÜ. Alacağı memurluklarda oradan oraya Sürülecek.. İşe bakın, siz nereden nereye! İşin başındaki düş: "Basra'da ve Kûfe'de bubnmayacak'ölçüde din âlimi olmak" düşü nerede, "çağdışılığa saplı göreceği Türkiye'nin çağdaş doğrultuda değiştirilmesinde payı olmak" düşü nerede?! Ezberlediği şiirleştirilmiş sözlükte, Aruz kalıplarını, vezinlerin "bahir"lerini de öğreniyordu: "Recez" bahrini, "Tavil" bahrini, "Basit" bahrini, "Kâmil" bahrini, "Revân" bahrini.. Mütefailun mütefâilun Oku Bahr-i Kâmil'i fâdll ol! Ulemâ sana diye "-aferin!" Cühela sana kalalar "zebûn". Ne "mâl" iledir, ne "sâl" (yaş) iledir; "Ululuk", "kemâl" iledir. 19 mufâaletun Ne vâfir olur bu bahr-İ Revân! Mufâaletun mufâaletun Verirler ise "cihan"ı bütün, Yüzün suyuna sen alma satın! "Yaz aklık (yüz aklığı) iki Cİhâni değer. "Yüz akliğinın"nin "iki Cİhan"dan yani "dünya ve âhiret"ten daha değerli olduğunu dile getiren bu dizeler çok etkiliyor, coşku veriyordu. Ne var ki, buradaki "yüz akllğl"ni, "Basra'da ve Kûfe'de eşi bulunmaz ölçüde din âlimi oImak"da arıyordu o. Gözlüğünü değiştirene dek. Aklını ırzına geçilmişlikten kurtaracağı aşamaya dek. 20 Geceler, gündüzler, tanyeri ağarmaları.. Bunlar ve daha niceleri hep aynı değildir dünyamızdaki dünyalılar için. Getirdikleri, götürdükleri hep başka başka. Kartallı Köyü'ndeyse hiç değişmemekte. Kargaları da aynı hep. İnsanlan da, mallan da öyle. Öteki karınca yuvalarımnki gibi.. "Değişmek" mi? "Ola kurban ne dİrSİn sen?" Yine aynı kılıkta, aynı içerikte ağariyordu tanyeri. Yine boş, yine anlamsız. Malları gibi mallaştirilanlar, eskiden nasıl bakıyorlarsa yine öyle bakacaklardı. Babaları gibi, dedeleri gibi, dedelerinin dedeleri gibi.. Öteki karınca yuvalarında olduğu gibi.. Ya "Türko"? "Faki"lerinin SOİuklariyla osuruklarının doldurduğu camiin penceresinden başını uzattığında başka tür bakıyordu sanki. Tanyeriyle birlikte, "Basra'lı Kûfe'li" kafasında da bir ağarma oluyor gibiydi. Ama çok belirsiz. "Başuçlarinda nur direklenmiş sarıklı âlimler"den olmaya ve onların da gerilerde kalacağı "mertebe"lere ulaşmaya yönelik coşkuyla irkildi birden. Üşüdüğünü anladı. "Terliği"yle kulakları katlanmış başını çekip pencereyi kapadı. Düşüncelerinin pencereleriyle birlikte. Kokulara aldırmadan gelip yatağına büzüldü. Kaşındı bir süre. Uykusundan uyandıran horlamalara da kulaklarını tıkamaya çalışarak gözlerini yumdu. Ve uyudu. Az sonra da kaldırılacaktı zaten. "- Haydi tâbe, kıro râbe (haydi kalk ulan kalk)!" Bu sesler, biraz önce yataklardan gelen harıltıları - hırıltıları bıçak gibi kesmişti birden. Görevlilerin ve namaza gelen cemaatten kişilerin sesleriydi. "Faki"ler, yani öğrenciler sabah namazına kaldırılıyorlardı. "- Kıro haydi râbe, râbe, râbe..!" 21 Her sabah böyle canlandinlirdi cami. Uyananlar önce bir doğrulur, sonra fırlarlardı. Kalkan koşardı kulleteyne. 'Taharet" için, namaz abdesti için.. Şapur-şapur, Köylüler de geldiği için büyük bir kalabalık oluşurdu dörtgen çevresinde. "Çimenler" yani boyabdesti alanlar da olurdu. Gece "düşleri azmış" olanlar bulunurdu. "Şeytan atlamış" ya da "şeytana atlamış" olanlar! Bu duruma "ihtilâm" da denirdi. "Fıkıh" kitaplarındaki adı bu. İnsanın elinde mi? Sabahleyin bir bakar; donu, bacakları, yorgan, döşek "batmış meniyle". Şeytan durur mu, düşünde gelir "azdırır" insanı. Ya "altta kalarak", ya "üste Böyle düşünüldüğü için hoşgörülürdü "düş azmaları". Şeriatın istediği bir şey vardı o da: "Gusül" (boyabdesti). Soğukta da olsa, karda-tipide de olsa hemen koşulacaktı ve hemen koşulurdu. Kimi zaman buzları kırılarak "çimilirdi". Ne var ki fakilerin öyle kendiliğinden mi olurdu hep? Başka "ilişkiler" olmaz mıydı? İşte o "mesâil-i müstetire"den (kapalı ve kapalı kalması gereken konulardan). Kimi zaman uyanamazdı hemen. Ama o sabah uyanmıştı. Zaten iyice uyumamıştı ki.. Ancak kalkıp fırlamamıştı. Ufacık gövdesiyle büzülüp sindiği minderinde ve derme-çatma yorganının altında uyuyormuş gibiydi. Sabah soğuğunda kalkmak canı istemiyordu. cemaatten yaşlı bir kişi yanaştı: "- Duji râbe lâvemin!" (sen de kalk yavrum!)., diyerek eliyle dokundu. Sevgiyle okşayarak kaldırdı. Bu ilgi, anne-baba ilgisi gibi gelmişti ona. Çelimsiz gövdesiyle kalkıp küçük küçük yalpalayarak yürüdü kapıya doğru. Ve işte kapıda her zamanki o korkunç insan: Hocası Hâfiz Celâl! Kaşlar çatık, her zamanki gibi Azrailleşmiş buyruğunu verdi: - Durma ula, ibriği al doğru pınara! - Gidirim! - Sallanma haydi. Bir yerde de ağzını açıp kalma, tez gel. Tez gel yohsa gözünü çıharu'im! - Gelirim! Pınar uzaktaydı. Yolda da "it"ler vardı. Ama itlerden daha çok 22 korkardı Hâfız'dan. Boşunu bile zor taşıdığı bakır ibriği aldı eline. Yola düştü. Acıyanların, dolusunda kendisine yardım edeceğini biliyordu. Kimi zaman kemikleri gelişmemiş kalçaları büküle bükülc ve kolları kınla kınla epeyce taşımak zorunda kalırdı, ama bilirdi ki genellikle elinden alıp taşırlardı. Hâfiz: "- Sallanma!" demişti ama o sallana sallana gidiyordu. Yumruk kadar da olsa gövdesi, çop gibi bacaklarına ağır geliyordu. Bu bacaklar bir de o "it ölüsü" gibi ağır ayakkabıları taşıyordu. Sağa, sola iğrile-büküle ve itlerden korka korka yürüyordu. Birden arkasında bir havlama, kıçında da bir yanma duydu. küçük iti, sinsi sinsi gelerek arkadan dişlerini saplamıştı kuru kalçaya. Hemen bağırarak dönüp taşa koştu. Taşı aldı. ama atmadı. Tutturamazsa durumu daha kötü olur diyc. Küçük köpek de karşısında bir havlıyor, bir hırlıyordu. O sırada bir kadın koşup geldi. Önce çocuğa korkmamasını söyledi, sonra taşlar alarak, küfürler savurarak köpeği kovaladı. Daha sonra gelip bağrına bastı "Türko'yu. Korktu diye damağını çekti. O da acıyan kalçasını tutuyordu eliyle. Dişlerin geldiği yerde şalvarı da biraz yırtılmıştı. Kadın da gördü, yok acıdı, bir taş daha alıp köpeğe fırlattıktan sonra "yaralı Türko \'U alıp evine götürdü, ördan burdan geldiler, ilaçlar m ilaçlar yaptılar. Kurtarıcı kadın, karnını da doyurdu. Şalvarını dikti ''Vıy lâvemm. \'!y iâvemin!" (vah yavrum, vah yavrum!) diyerek bir anne sevgisini. ilgisini gösterdi. Bu arada ibriği de pınardan doldurup gelirdiler. Ve ta caminin önüne dek götürdüler. Pınardan suyun gelmesi geç kaldı diye kızacaklı Hâli/. Ama durumu görünce kızmadı. Kalçasmdaki diş yerleri -ısırık az da olsa- çok acıyordu. Ama herkesin gösterdiği ilgi baskın gelmişti. Yaşam boyu içine gömmeye alışacağı türlü acılar, sıkıntılar gibi onu da belli etmemeye çalıştı. Ve derslerine yöneldi. Türk ve Hanefi olduğu için kulleteyn suyundan abdest alamazdı. Ama niye ille de onu gönderiyordu pınara? Suyu kendisi gidip getiremez miydi? Ya da gidip orada abdest alamaz mıydı? Diyelim ki yapamazdı bunları. Diyelim ki öğrencisi varken bunları yapmak kendisine düşmezdi. Öğrencisini göndermeliydi. Hoca-talebe arasındaki kural bunu gerektiriyordu. Diyelim ki öyle. Ama pır.urdan su getirecek başkası da vardı: Ahmet. Kendi oğlu. Diyelim ki oğluna kiyamıyordu. Tutak'tan yeni gelmiş olan Receb'i gönderseydi artık. O daha güçlüydü. 14-15 yaşındaydı. Hayır, ille o çelimsiz çocuğu gönderecekti suya. Suya göndermekle kalmayıp sık sık dövecekti de. Derslerden dolayı mı? Hayır! Çocuk Hâfız'ın verdiği dersleri, kendisinin istediğinden daha iyi yaptıktan sonra başka "tâlib"lerin (yüksek dereceli Öğrencilerin) derslerini dinliyor, öğreniyordu. "Acelesi" vardı zaten. Kısa zamanda birçok kitabı, birçok dersi bitirmeliydi. Bitirmeliydi ki "Basra'daki, Kûfe'deki âlimler"i gelip geçebilsin. Öyleyken Hâfiz döverdi. Ders dışında bahaneler bularak döverdi zâlimce. Kulaklarım yaralamıştı. Peki niçin? Hâflz'm birçeşit hmcı vardı da ondan. İstediği halde onun anasını, "Kürt kızı Hâtın"ı alamamıştı, çocuk da başkasının "dölü"nden meydana gelmişti. Hâfız'la Hâtun, Kars'ın Kağızman İlçesi'nin bir köyünde birlikte büyümüşlerdi. Büyüdükten sonra da "gözü düşmüştü" Ama Hâtın'ı elde edememişti. Karşılaşmışlardı da birçok kez. Hele bir kezinde: - Kız Haün, Kürd'ün kızı! Kız niye bene (bana) gelmirsin'?! - Kala kala sene mi kaldım firtikll Celâl?! - Senin "çatal"ma korum ha! - Şimdi sene gösteririm itin eniği! Gerçekten de göstermişti: Büyükçe bir taş aldı eline. Kaçan oğlanın ardına düştü. O kaçtı, o kovaladı. Çıldırmış gibi kaçan, bir yandan da "çatalını çatalını" diyerek sesini yükselten oğlan birden kapaklandı o hızla. Yüzüstü çok kötü düşmüştü. Arkası üstüne döndü ama toparlayamadi kendini. Hatın yetişti. Hemen atlayıp çıktı üstüne. Ağzına doğru ayırdığı bacaklarını yaklaşürdı ve "- İşte gör çatalımı ^irtlkllî" diyerek "cuUadı" (sidikledi). "Korkusuz Zeyneb kan"nin kızı Zeynep karı, erkekler bile korkusundan 'evinde hamır teknisine abdestini ederken", kışm çıkardı dışarı, sopayla ya da tüfekle "kurt" kovalardı. Celâli kürtlerindcndi. Sonra hep birlikte iivas'a gittiler. * * * |
Toplanmıştı hepsi: Basra'nın, Kûfe'nin "âlimler"i. Sarıklı,
cübbeli, uzun ak sakallı âlimler. "Nûr yüzlü mübarek insanlar". Oradalardı işte. "Nûr", direklenmişti yambaşlannda. Nûr direğinin bir ucu Arş u a'lâ'da. Ama tümünün saygıyla dinlediği biri var. Süslü ve minbir gibi merdivenli bir kürsüde. Herkesten görkemli. Konuşuyor, ders veriyordu. "Yüksek dersler"den. Kimsenin kolayca ulaşamayacağı derslerdi. Ama o kolayca anlatıyordu. Dinliyordu herkes. İlgiyle, saygıyla hayran hayran. "Türko"ydu o! Birden belirmişti gözünün önünde. Ne güzel bir görünümdü. Ama aynı hızla yitip gitti. Ne yazık! O daha Kartallı köyündeydi. "Râtib" (yemek) hazirllğtyla ilgilenenler arasındaydı. Cami önünde. 25 6 İki bakır kazan. Kulplu, büyük, kalın. Kulpları ortasından. Diplerinde ve kıyılarında, kimi parlayıp duran yağlarıyla ıslak, kimi kuruyup yapışmış renk renk çeşitli bulaşıklar. Akşam konuldukları "râtib hücresi"nden biraz önce çıkarılmışlardı. " H ü c r e " , caminin bitişiğinde. Caminin iki karış yükseklikteki tahta eşiğinden iki adım ötede. Duvarları biraz taş, çoğu kerpiçten. Tavanına kaim "koşat'lar (kalın ağaçlar) atılı, üstü birkaç karış kalınlığında "loğlanmiş" toprak, bir duvarının yüksekçe bir yerinde pencere diye açılmış bir deliği, yarısı dışta bükülüp bastırılmış büyük büyük paslı çivilerle çakılı tahtalar, budaklı kalın yuvarlak ağaçlar yığını kapısı; içi ıslak, bayat yemek ve küf kokan "tek gözlü" bir "dam" (küçük ev). Yazın kapısı hep açıktır. "Faki'lere ve de sineklere. Camininki gibi. Arkada, bir iki adım ötede de "abdesthâne" dedikleri, kokularını ve sineklerini cömertçe çevreye yayan "kenef. Tâ uzaklardan varlığı anlaşılır. Başta gelen sinek üretim merkezlerinden. Ve tam bir sinek cenneti. (Köyün tümü öyle değil mi?) Açılan bir büyükçe çukurun çevresi tahtalarla çevrilmiş, bir dc dcrmc-çatma kapı (!) konmuş; olmuş sana bir "abdesthâne"! Duvar diye konulan tahtalar aralıklarla çakılı. İç kesim, yarı yarıya dıştan görülebiliyor. Hele giren-çikanlar, kimdir, kim değildir; iyice belli oluyor. Yine de bir "dulda" işte. Evlerde genellikle bu da yok. Buranın da kapısı açık. Cemâate ve fakilere. Sinekler içinse l'arkctmez. Onlar için giriş-çıkış yerleri bol. Özgürce girer çıkarlar, özgürce dolaşırlar. Camide, "hücre"de, kazanlarda, fakilerin bulaşık tabaklarında, kulleteynde, "küllükler"de (çöplüklerde) ve daha başka nereyi dilerlerse orada. "Vize"siz ve "pasaport-'suz olarak..! Kimileri küçük, kimileriysc, insan azmanı gibi sinek azmanı. Azmanların iri bacaklarına ve kanatlarına yakışsın diye ön kesimde yerini almış kocaman başları, başların iki yanında görevlerine titiz, çevresi yeşil ve büyükçe iki yuvarlar (göz). Küçüğü de, büyüğü de mutlu. "Barış içinde birlikte" yaşadıkları insanlar da öyle mutlu mu? "Mutluluk": " - Ev çı dike? (Bu ne diyor?)" " - E vallah mzâmm! (Bilmem vallahi!)" " - Ola bu ne diyir?" 26 " - Ne bilîm diyir işte! Savak savak konişir kendi kendine!" Biraz önce "hücre"den çıkarılan şişkin karınlı iki kazan, göbekli beyler ve ağalar gibi şişine şişine duruyorlardı. Gördükleri işin ve işlevin benzeri, başka dünyalarda ne görülmüş ne işitilmişti. "Kazan" dediğin ateşe konur ve içinde yemek pişer. Bunların da yemekle ilgileri vardı. Hem de çok. Ama ateşle mateşle hiç mi hiç ilgileri olmazdı. Onun için de "dipleri kara" değildi. "Yüzleri" de.. "Alınları açık" ve biraz da bulaşık olarak işe hazır bekliyorlardı. Hcrzamanki gibi. Köylünün "faki"lere her gün sağladığı türlü yemekleri, etlisi, sütlüsü, tatlısıyla karışmış olarak getireceklerdi içlerinde. Aç fakilerin gözleri bunlar üzerindeydi. Her sabah, kulplarındaki kaim sopalar üzerinde, yanlarındaki ekmek torbalarıyla birlikte, ikişer fakinin kollarında, salına ve nazlı nazlı giderler; sonra da dolu olmanın onuruyla çok daha görkemli gelirlerdi. Büyüklükleriylc olduğu gibi, gördükleri iş yönünden de kazanların kralı sayılırlardı. Görevli nöbetçi fakiler işbaşına çağrıldılar: " - Abdurrahman, Osso, vŞehmus, Kasım, vâre 16, zu vâre ncvbetee râtıbee!" Bu sözlerle çağrılan dört nöbetçi fak i hemen koşup geldi. İçlerinde en güçlüsü, Abdurrahman. Hem yaşı büyük, hem de iriyan. Nöbet sırası, başkalarından daha sık gelirdi ona. O da: "- Hayır!" demezdi. Sevinirdi bile. Yemek veren evlerle iyi ilişkiler kurmuştu, ayrıca çağırıp yedirenler bulunduğu için kamını doyurarak gelirdi. İllerden de korkmazdı pek. Genellikle itler ondan korkardı. Bir eliyle kazanın kulpundaki sopanın ucundan tutarken öbür elinde de bilekten daha "topuzlu sopa" (top gibi olan ucunda sivri demirler çakılı) bulunurdu. Yaklaşsın da görsün itler! Özel yaptırmıştı bu sopayı. Bir vurdu mu, köpek: " - yandım!" diyen sesle hemen uzaklaşır ve sızlanır dururdu bir- süre. Onun için herkes nöbeti gelince, Abdurrahman'la birlikte "râtib"e çıkmak isterdi. Bir güvenceydi Abdurrahman. Esmer, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kaşlı, fırlak şakaklı, havalı bir oğlandı. Fakiler arasındaydı ama, okumada hiç gözü yoktu. Bir türlü alamadığı sevdiği kızı, "Cemîle"sini verselerdi "dağ"a bile çıkardı. Türko'yla da dosttu. O gün de birlikte râtibe çıkmaya çağırdı onu. O da hemen katıldı. Sopalar getirilip kazanların kulplarından geçirildi. Ekmek torbaları da takıldı. |
Sopaların bir ucundan bir faki, bir ucundan da bir faki tutup
kaldırdılar. Ve Abdurrahman'la arkadaşları köyün bir kesimine, öbürleri de öbür kesimine yönelerek yola düştüler. Abdurrahman ve arkadaşları ilk eve varıp kapıyı çaldılar. Bir çocuk çıktı, "faki hât" (öğrenci geldi) diye bağırdı. Biraz sonra bir kadın. Elinde toprak bir kapla "aniksiz" (yağsız, soğansız) bir bulgur çorbası. "Faki, kurbana bavetteke" (babana kurban faki) diyerek ve eksiğinin dileyerek verdi. Alıp kazana boşalttılar. Bir başka kapıya vardılar. Oradan da, yanında sütüyle birlikte "haşıl" (süt ya da yağla birlikte yenen un, bulgur karışımı bir şey), iki de "gagala" (somun biçiminde ekmek) aldılar. Haşıl kazana, "gagalalar" torbaya. Bir başka kapı. "Herle çorbası" (undan yapılma) geldi, bir de "lavaş" (açık ekmek). Çorba kazana, lavaş torbaya, Yürü! Bir başka kapı. Bir tabak bulgur pilavı, bir gagala. Neyin nereye konulacağı belli. Dolaşılıyordu evler. Hiçbir ev adanmıyordu. Sebzeli yemek hiç yoktu. Arada sırada çörek getirenler de olmuŞtU. Etli yemek de getirilmişti. Yalnızca yoğurt, yalnızca süt, yalnızca pekmez getirip veren de çıkmıştı. Tümü kazana boşaltıldı. Ayrı ayrı götürülemezdi ya! Onun gelenek böyle kurulmuştu. Kazan hemen hemen dolmak üzere. Dolaşılacak ev kalmamıştı. Bir ev kalmıştı ama epey uzakta. Köyün dışında, beş-on dakka uzağında. Zengince bir ev: "Malee Nezîrö" (Nezîro'nun evi). Bu evde çeşitli yemekler, meyve bile bulunurdu. Kimi zaman uzakta diye, bir de köpeklerinden korkulduğu için çoğu kez gidilmezdi ama, bunlar gitmeye karar verdiler. Evin "hışnikli vardı (hışnik: köpeğin boğazında olur: Bir demir halkaya yerleştirilmiş sivri uçları dışta demir çiviler). Ama tehlikeyi göze almaya değer. Üstelik eli topuzlu sopalı Abdurrahman var. Yürüdüler. Sonunda yaklaştılar. Gözler çevreyi taramakta, adımlar yavaş, sessiz. Ahır duvarıyla samanlığın arasındaki dar yerden girecekler, evin ana varacaklardı sessizce. Genellikle ev sahibine ya da adamlarına bağırılır. Ama bunu yapmadılar. Belki de itleri uyandırmadan kapıya varabileceklerini ummuşlardı. Ne var ki işte canavar. Yeri göğü inleten sesiyle ortada. Birdenbire nereden Çikuğl belli olmayan hışnikli dev bir it. Belki de bu kılığa girmiş bir Azrail. Fakiler oldukları yefde donup kaldı bir anda. O sese evden çıkan olması gerekirdi ama yok işte. Anlaşılan tarlaya, çayıra gitmişler. İyi de, kadınlarda mı yok? Onlardan 28 da giden olur, fakat lıepsi mi gitti? Her neyse, iş, Tanri'ya, dalıa çok da Abdurrahman'a- kaldı. Öbür faki de- Osso da vardı, o da kazandaki sopayı çıkarıp almıştı eline. O da sopasını gösteriyordu, ama iş Abdurrahman'daydı yine de. İt de karşısında onu ciddiye alıyordu. Abdurrahman, sağlam. Gerdiği bacaklarıyla şöyle bir tartıldı, gözlerim düşmandan ayırmadan, elindeki sopayı, biraz açıp büktüğü koluyla göğüs düzeyine kaldırdı; "geleceğin varsa göreceğin de var! Canına dercesine gösterip tuttu. Türko da korkuyla onun bacağına yapışmıştı. İt, karşısında nasıl biri bulunduğunu anlayınca durdu. Yine de her ân atılacak biçimde gerilip yaylaştı. Gözler çılgın. Ağız bir karışık açık. Hışnikteki sivri demir şişlerle, ağızdaki kazma kazma dişler, korkunçtan da korkunç. Bütün bunları daha da Ürkünçleştiren iğrenç, tüyler ürpertici hırlama. Abdurrahman bağırdı: "- HâlONezîrö! N e z i r ö ! " (Nezîrö dayı!) Kimsecikler yok. Bu kez daha işittirici olur diye ıslık çalmaya hazırlandı. Sol elinin kancalaştirdığl iki parmağını ağzına götürdü, diline uygun bir biçim verdi, ciğerlerine de gerekli havayı aldıktan sonra olanca gücüyle çaldı ıslığını. Çıkardığı sesin, "İsrafil'in ölüleri dirilten suru"ndan kalır yanı yoktu. Değil evden; "kaf dağl"nden bile duyulabilirdi. Öyleyken yine karşılık veren çıkmadı. Canavar karşıda. Kalın kalın havlıyor, hırlıyor. Uzaklardan bir havlama daha. Hayır, iki! Eyvah, " - Mâlee N e z î r ö " n u n iki köpeği daha! Geliyorlardı uzaklardan. Beriki canavar da duydu havlamaları. Yüreklenip atıldı. Ve topuzlu sopa indi. Aynı anda Osso'nun sopası. Bir, bir daha, bir daha.. Göz açtırılmıyordu canavara. Türko da yapıştığı paçalardan kopup taşa koştu. Alıp attı da. Atılan taşsa, köpek yerine Osso'ya değecekti az kalsın. İki faki köpekle boğuşuyor. Sopalar birbiri ardından dönüyor. Canavar da, dişleriyle, hışniğiyle, ön ayak pençeleriyle karşılıyordu. Boğuk ses ve hırıltılı ağızdaki dişler, bi havada, bi aşağıda, bi sağda, bi solda parlıyordu. Bir ara, Osso'nun hışniğe gelen sopası, elinden çıkıp fırlamıştı. Ama canavar da haklanmıştı epeyce. Topuzlu sopayı birkaç kez daha yiyince geri çekilmek zorunda kaldı. Kaçü. Arkasından taşlar. Uzaklaştı, havlaması için de 40-50 adım ötedeki kağnı arabasının üstünü seçti. İlk saldırı böylece. "Amma ve lâkin", öbür canavar itler de oklaşmış yarışıyorlardı. Beriki ite: "- Dayan, biz de geliyoru: ! " diyorlardı sanki. Fakiler, kazanı, torbayı alıp az ötedeki samanlığa c m 29 attılar. Kapısını bulup içeri girdiler. Oh! kurtulmuşlardı. Öbür itlerin de geldikleri havlamalarından anlaşılıyordu. Gelsinler, birşey yapamazlardı samanlıktaki fakilere. İyi de bunlar hep burada mı kalacaklardı? Artık iyice anlaşılmıştı ki "Mâlee Nezîrö"da kimse yok. Abdurrahman, çıkmak zorunda olduklarını söyledi. Kendisi bir adım dişan attı. O da ne; biraz önce boğuşan it tam karşıda! Damın üzerinde, duvara yakın yerde, Abdurrahman'ın üstüne ha atıldı ha atılacak! Topuzlu sopa havada sallandı. Ah ne var ki, yarısı boşa gitti sopanın. Ve de çok kötü bir şey oldu: Uzun paslı çiviler bulunan bir ağaç ucu, duvarın bir yanından çıkıktı. Sopayla giden el, işte oraya geldi. Hem de o hızla! Ve ağacın ucu, çivileriyle birlikte avucun içinden bileğe doğru gömüldü. Abdurrahman elini çekip geri samanlığa girdi. El ayası çok kötü yarılmıştı. Kan da fişkinyordu durmadan. İki arkadaş son derece üzgün, birşeyler yapabilmek için çirpınmaktalar. Ahlar arasında, Osso cebinden "abdest mendili"ni çıkarıp sarmaya başladı. Ancak kan durmuyordu iyice. Tam o sırada bir adam sesi. "Daha önce neredeydin?!" Köpek havlamaları da kesilivermişti. Samanlığın kapısından bağırdılar. Adam sesi duyup geldi. Nezîro'nun İki köpekle birlikte "davar kom"una gitmiş. Köpekler bir ara ayrılmış, havlayıp bu yana doğru koşmuşlar. Bağırmışsa da birilerinin üzerine gidiyorlar diye peşlerine düşmüş. Öyle çıkıp gelmiş. Ev sahibi de tüm ev halkı ve adamlarını komşu köye, bir yakınlarının düğününe gitmiş. Adam bunları anlattı ve çok üzüldüğünü söyledi. Bi yandan da yaralı elle ilgilendi: Kanı iyice durdurur ve iyi gelir diye, "cigara tabakasından çıkardığı tütünü, açtığı yaraya bastı. Ve sıkıca bağladı. Çıkabileceklerini söyledi. Kazanı ve torbayı taşıyan sopanın bir ucundan Osso, bir ucundan da adam tuttu. Yürüdüler. Ve bir süre sonra camiye vardılar. Öbür "râtib nöbetçileri" çoktan gelmişlerdi topladlklariyla. Berikiler olayı anlattılar. Olay üstüne konuşuldu. Üzüntü paylaşıldı. Sonra "hücre"ye, "râtib dağıtma"ya geçildi. Herkes sıraya girdi. Tabağı olanların tabağına, olmayanların ekmeğinin üzerine konmaya başlandı. Dünya kurulalı beri, Kartallı Köyü'nden ve benzeri, "faki"li, "kulleteyn"li, "râtib"li öteki köylerden başka hiçbir yerde, hiçbir insan oğlunun görmediği ve duymadığı "bir yemek türü" dağıtılıyordu aç fakilere. 30 "Şu kancık ite de bak!" Kulleteyn ve çevresinin halkından bir parça durumuna gelmiş olan bu it umutla gelmişti. Başını bir oraya bir buraya uzatıyor; ama gözleri râtib kazanında ve bu kazandan alınıp dağıtılanlarda. Yani fakilerin "rızkında". Yalanıp yalanıp duruyordu. "KalTır oğlu kaffır"! Osso görüp "huylandı". Hınçlanmıştı zaten. Öylesine bağırıp azarladı ki, durumun ciddiliğini anlamakta ortalık iti, hemen uzaklaşma gereğini duydu ve arada bir dönüp arkasına baka baka geçip gitti. Çeşitli yemeklerin, katı, Sivı şeylerin oluşturduğu karışım, öylesine bir lezzetle yeniyordu ki, en çekici yemekler yenirken bile o lezzet, o iştah görülmezdi kolay kolay. Karışımı, ekmeklerine almış olanlar, dökülmesin diye önce sağdan soldan yalıyorlardı. Hem de ne yalayış. Sonra iştahla ısırışlar. Ne var ki herkesin aldığının birazının sonraya bırakılması gerekti. Öğlesi, akşamı vardı. Öğlesi akşama, akşamı da yatsıya doğru. Herkes kalanı saklamaya yönelmişti. Saklıyorlardı. Hem de saklayış!!! "Hazine" saklar gibi... 31 "Metin" ezberliyordu. Caminin yanındaydı. Ama orada değildi. olduğu karmaşık mı karmaşık metnin içinden arada bir geziler yapıyordu. Işık hızından daha hızlı geziler. Bir, lasının babasının yanma gidip geliyor; bir "Basra'ya Kufe'ye" uzanıp dönüyondu. Hızlanıp suya dikine atlayan yüzücüler gibi bir anlık döner dönmez tüm hızıyla dalıyordu metinlere. - Ana seni öyle çoh "göresüm" (özledim) ki.. - Anan kurban olsun ben de seni görestim. Ama neydim, elim gücüm yetmez. Biz burada; sen, Kürtlerin içinde! (Kendi de İİrt olsa da böyle derdi nedense.) - "Ağa" (baba)! Seni çok görestim! - Aman oğul derslerini ihmâl etme. Çoh ohu! Çoh çoh ohu ki, (parmakla) göstersinler seni. - Ohirim ağa. Çoh ohirim. "Kürt talebeleri"ni hep geçtim. irez"i (birazı, birkaç kişi) kaldı onları da geçeceğim. Bi görsen neler gendim. - Aferim (aferin), daha çoh ohu, daha çoh örgen! Hadi "seni " - El fi'lü imma sülâsiyyün ve immâ rubâiyyün..!" (fiil, ya LÜdür, ya dörtlüdür...) Metinden başını kaldırırken çevreye de şöyle bir gözatıyordu zaman. Yüzündeki türlü pislikler nedeniyle bataklık kulleteyn. Kap-kacak yıkayanlar. Taharet alanlar, alanlar. Küllükler. Küllük halkını oluşturanlar. Küllük halkının inakları, yarısına değin yere gömülü evler. Tüten bacalar. Duvarlara damlara top top yapıştırılmış " y a p m a l a r (tezekler). Gezip A A dolaşanlar. Uçuşan sinekler... Görüyordu hepsini. Ama görmüyordu. Işık hızıyla gerçekleştirdiği ânllk geziler nedeniyle.. Ezberleme ve kendini verdiği metinler nedeniyle. Ve artık oldukça alıştığı için. "Basra'da, Kûfe'de toplanmış âlimler" soru soruyorlardı ona: - Benim bir sorum var! - Benim de var! - Benim de! Yaklaşmak, takıldıklarını sorup öğrenmek için itişip kakışıyorlardı. Sanklanyla, cübbeleriyle, tesbihleriyie, koltuklanndaki Hepsi birden sesleniyordu: - "Müşkİİ"İmİZİ öğrenmek istiyoruz! Ancak tek tek sormalıydılar. Hepsi birden soramazdı, sorsa da hepsine birden karşılık verilemezdi. - Sırayla sorun. Tek tek..! Korkmayın kimin ne "mü§kil"i varsa "halledilecek"! Güvence verince rahatladılar. Sıra sıra oldular. Çevresinde dizildiler. "Tahn'dan sordular, "peygamber"den sordular, "yer"den sordular, "gök"ten sordular. "Cennet"den, "cehennem"den, "12 ilim"den, "ilimlerin en derin yerleri"nden sordular. Kalın kaim, büyük büyük kitaplara bakıp bakıp sordular. Durup durup sordular. Ve doydular aldıkları karşılıklarla. Hepsi memnum, hepsi hayran... Herkes anladı ki ondan daha "âlim" yok. Hiç gelmemiş de..! "Ağa"sı (babası) da ordaydı. "Mest" olmuştu sevinçten. Yüzü kara çıkmamıştı. Dosta düşmana göstermişti nasıl bir oğlu olduğunu. - Gördün îîlü oğul işte ben senden bunu istemiştim. Yohsa götürüp elin kürtlerinin içine bırakır miydinı seni? Bu "mertebe"lere eresin diye götürüp bıraktım "gözümün nuru". - Ben de senin yüzünü kara Çlharmadim ağa! - Aferim! "Allah nazarlardan Sahlasm." - Geldim geçtim hepsini! - Çoh şükür! Veren Allah'a çoh şükür! Görüp yaşamıştı sanki bunları. Bir ânllk. Ne güzel, ne tadına doyulmaz şeyler. Işık hızından daha hızlı gitmiş, görüp gelmişti. Anababa Özlemi, kardeş-arkadaş özlemi, sıkıntı, çile, ağır ağır dersler, karmaşık metinler.. Ama sonunda, bir ânda görüp geldiği ınerteb?"ye ulaşacağına göre değmez mi? Dünyanın gücünü toplamişcasma güçlendi, coştu ve saldırdı metinlere: - Emme'şşerâitu'l-leti kablessalât..." (Namazdan önce yerine getirilmesi gereken koŞuIlar...) Hocasının oğlu Ahmet geldi yanına: - Duran! Neydirsin? Metin (mi) ezberlİTSin? . -Hee! - Başın (kafan) Şİşmedİ mi ola?! - Yohh. Heç şişer (mi)? - Recep Ağabek, ben, Murat'a çimmeye gİdİTİk, sen gelmİrsİn?! - Ben nasıl gelim? - Niyee? - Baban döğer. - Duymaz ki. - Ne kelp (it) oğlu kelptir o. Duyar, gene vurur kulağımı kanatır. - Korkirsin hee? -Hee! - Çoh döğir? -Hee! - Eli kınla onun. Beni de döğir. Hemi de çoh. Anam da oni döğir. - Yalan, İnanmİTİm. Hiç kan da herif döger? - Ola inan, vaUah dögir. Aha geçen gün boğirdi de, Zelhâ nene yalvardı, elinden kurtardı. Yaa, İnanmİTSJn sen. Hemi de vallah, hemi de billah. - Ola niye yemin edİTSİn? - İnanmirsin de. Sen anamı görmedin. Babam onun yanında enik gibi kalir. CamiŞ (manda) var ya? -Hee! - îştS anam onun gibi. Kapıdan zor SlğİT. - Sen şimdi geltııirsin?! - Biimirim ki.. - Haydi ola nazlanma! 34 |
Ah hafız Celâl'İn korkusu olmasa.. Çok istiyordu gitmeyi. Çünkü çok seviyordu. Biraz dersinden, ezberlerinden uzaklaşmış
olurdu, ama orada çalışabilirdi. - Gelirim. Ama Recep Ağabek senin babanın yanında beni (korusun). - Korhma ola, vallaha arhalar. İşte Recep de gelmişti o sırada. 15-16 yaşındaydı ama suyunu çıkarırdı. Güvence verdi; çıkıp gittiler birlikte. Murat'a gider gitmez üstlerindekileri çıkarıp attılar, çırılçıplak oldular. Recep hemen koşup suya girdi. Ahmet'le o da bir alılarak, bir duraksıyarak yürüyorlardı ırmağa. Duraksamaları üşümekten, ürküntüsünden... Durdular, birbirlerine baktılar. Ahmet'in bacaklarının arasındaki sallanıyordu. Onunkiyse gözükmüyordu. Çünkü eli orasındaydı. - Sen niye sahlirsin ola, seninkini? - Haram olur . - Olmaz biz daha çocuğuz. Bak ben nasıl gösteririm . - Ama ben Şeriat ohirim. - Haydi çek elini ola, görecem. Sen benimkini gördün. - Günahı sene olsun (mu)? - Olsun ! Çekti elini. Onun ki de sallanmaya başladı. Küçücük . - Bah benimki seninkinden büyük. - Helbet (elbette) büyük olur, sen benden 3 yaş büyüksün . - Recep Ağabeg'inkini gördün (mü)? Çok büyük, aha şu kadar. - Gördüm . - Sen ölüsünü gördün, dirisini görmedin. - Dirisi ne ki ola ? - Bu savak da hiçbir şey bilmir. Seninki hiç kalhmir mi ? - İşte kalhınca dirilir. - Recep ağabeg kusturtir de oni. - Yalan. O da hiç kusar? - He vallaha! Gelince kusturtsun da gör . - Sende de bir kustursun. - Diyerim (derim) . Az sonra Recep geldi. Gözler orada. Su damlacıkları vardı. Soğuk sudan, büzülmüş, iki yumurta üstünde bir çıkıntı oluşturmuştu, Ahmet, Receb'e, biraz önce konuştuklarını anlattı. - Bir kustur da bu görsün, inanmir.. dedi . Recep hiç konuşmadan kanıtlamaya yöneldi. Gidip bir taşın üstüne oturdu. Yüksekçe ama ayakları yere değecek biçimde. Az eğildi. Bacaklarını da bi küçük ayırdı. Ve başladı işe, tüm ilgisini verdi. Eline aldı, bir o yana, bir bu yana çevirdi. Tükrüklediği parmaklarının arasında oynadı. Tükrük kurudukça tükrüklüyordu. Ağzında biriktirdiği büyükçe bir tükrüğü, onun tam üstüne düşürdü, önüne-arkasına yaydı da artık canlanmaya başlamıştı. Büzülüp yapıştığı yerden ayrıldı gövdesi. Ve bu gövdenin içinden kaplumbağa gibi başını uzattı . Uzadıkça kalınlaşıyordu, ilgiler üzerinde yoğunlaşmıştı tümüyle. O da bunu anladığını belli ediyor, şiştikçe şişiyordu. Sonunda şişmesi ve büyümesi durdu. İyice dikilip kalkmış, çevresine bakarak ağzını açmıştı tutkulu tutkulu. Kusturmaya değil, koşturmaya hazırlanmış at gibi. Recep atının başını okşadı. Tükrüklü elini gezdirdi. Sonra da tükrükle doldurduğu avucunun içine aldı. Avucunu halkalaştırdı. Kusturulacak olan nesne iyice kayganlaşmıştı. Halka, kayarcasına gidip gelmeye başladı. Bir öne, bir arkaya. Tükrük kurudukça yeniden tükürmeler ve sürekli gidip gelmeler. Avuç bir sıkılıyor, bir gevşek tutuluyordu. Üzerinde gidip geldiği nesne adamakıllı kızarmıştı. Receb’in kendisi de. Ayrıca bayılır gibi kendinden geçmişti. Doruğa varılmıştı. Ve işte fışkırma. Ahmet'in kusma, kusturma dediği şey gerçekleşmişti sonunda. Koyu bir sıvı fışkırmıştı. Fırtığa benziyordu. Nasıl da atılmıştı tâ uzağa. İnmeye başlamıştı o uzun ve şişkin şey. Şaşkın, ilgi dolu bakışlar arasında. Başını sallaya sallaya ve arada bir sıçrayarak, titreyerek.. İndi, indi ve eskisi gibi büzülüp çekildi. Ahmet, çok gördüğü için alışıktı. Ya ağzı açık kalmıştı. Bir "sihirbaz"ı izler gibi izlemişti. Ya da "mucize" gösteren bir peygamberi izler gibi . Ahmet dediğini kanıtlamıştı: - Demedim mi? Gördün işte. Gördün nasıl kusir! dedi övünçle. Yanındaki Ahmet'i bırakıp Receb’e sordu : - Recep Ağabeg, bu fırtık (sümük) nerde kalir? - İçinde . - Ey hele dur, "siddiğe" (sidiğe) karişmir (mi)? - Karişmir. - Ey niye? - Ne bilim. Recep, bu "ne bilim"i örtmek istercesine başka bilgiler vermeye koyuldu: - Sen bilirsin, sen aha burdan, bunun içinden çıhtın ? - "Hadi get" (haydi oradan) ! - Vıy vallah. Babanmkinden . - Hadi get ! - Vallaha ola bu savaka bak inanmir! - Herkes bundan mı oldu? - Hee! - Muhammed Efendimiz? - O da. - Bu pis fırtıktan. - Hee ! - İnsanlar hep bundan oldu demek? - Helbet ! - Hele dur (peki), Adem babamız, Havva anamız, İsâ aleyhisselâm? Bunlar da insan değil miydiler? - İnsandılar ! - Onlar neden oldu? Onların babaları yoktu ki ! - Orasını bilmem, orasını hocaya sor sen. Benim dersim oraya gelmedi. Sen daha çok ohirsin! Türko'nun küçücük kafası takılırdı bir şeylere. Şimdi daha kötü takılmıştı . Alt üst olmuştu bir tür. Gidip okuduklarına bakacaktı. İşin içinden çıkamazsa hocasına, hocalarına soracaktı. Öğrenmişti ki Adem topraktan, Havva onun kaburga kemiğinden, İsâ Cebrail'in üfürüğünden, Muhammed de "nur" dan yaratılmıştı. Bir bunları, bir de Receb'inkinden çıkan fırtığı düşünecekti. Şu Allah’da insanları niye başka başka şeylerden yaratıyordu? Hepsini aynı şeyden, hepsini "nur"dan yaratsa olmaz mıydı? Kendisinin de fırtıktan olmas, onuruna dokunmuştu. Bu yaratılış, haksızlık gibi gelmişti ona. Sorup ve düşünüp duracaktı artık. Hocalara sorduğunda, hocalar ya karşılık susacaklardı, ya karşılık verecekler ama doyurmayacaklardı, ya da azarlıyacaklardı: - Sen Allah'ın işine karışma, nasıl yaratır yaratır sana ne?! deyip geçeceklerdi. O da ister istemez susacaktı. Artık karışmıyacak gibi görünecekti. Ama karışacaktı. Kendini zaman zaman Allah'ın yerine bile koyacaktı. - Ben olsaydım şunları şöyle değil; böyle yapardım. Ben olsaydım kötü şeyleri hiç yaratmazdım. Zararlıları da, itleri, yılanları da. Kurtları da. Şeytanı da.." diyecekti ve ardından hemen "tevbe tevbe" diyecekti, susacaktı, ama kafası susmak bilmeyecekti. Bu kafasının susmak çok sonraları başına neler neler getirecekti devlet kapısında çalışırken. Ve daha başka zamanlar.. - Ahmet, hadi gel biz de çimelim? - Gel hadi! Koşup ayaklarını suya baürdllar. biraz serpti. - Yapma ola, neydiTsin; üşirim! Ahmet daldı. O da dalacaktı ki Dikilmişti karşısına sanki. - Aman oğul aman! "Tikkat" et boğulursun! Sanın derinlere getme he mi? İkisi de çimmiş çıkmışlardı. Üşümüş titriyorlardı. Daha çok da o titriyordu. Anası yine belirdi. Telaşlı... - İşte bah tİtrİTSİn. Ah senin o baban ah! Seni getirip buralara bırahtı da..! Hadi çebik, çebik ol oğul çebik. Çebik ol da üstünü başını giy, dondun! Anasına karşılık bile vermişti içinden: - Ana sen bilmirsin ben neler çekitim de bişey Oİmİî. Korhma Su soğuktu. Ahmet sudan alıp birden anası gözünün önüne. 38 şimdi de bişey olmaz! Olmaz vallaha. Gidip birez kuma yatâCam. - Hadi gel yat Ölese. SohuL eyce SOhul. de seğirtip gitti; önce Ahmet, sonra da o kuma yatıp gömüldüler. Recep'se çoktan kumdaydı. Kum sıcaktı. Biraz sonra ikisinin de üşümesi geçti. Keyifli keyifli üstlerine kum döktüler. Bacak araları kumla doldu. "Şey"lerinin tam ortadan, kumların arasından başını kaldırışını birbirlerine göstererek izliyorlardı. Kumları yarıp çıkan oralarının başında kum durmuyordu; akıp yanlara dökülüyordu. İkisinin de çok hoşuna gidiyordu bu durum. Biraz daha kum. Ama işte yine "başı" ortada, açıktı. Kumların üstüne çıktılar. Oralarını karşılaştırdılar. "Hangisi daha böyyük"! Ahmed'inki onunkinden büyüktü. Ama o, bunu kabul etmiyordu. Bi daha karşılaştırma. Bi daha, bi daha... Recep bağırdı: - Hele bi de benimkine babın. Off onunki çok kocamandı. Öfkeli öfkeli duruyordu yine. Belki de yine firtlk fırlatacaktı. Kalkıp bir daha suya girdiler. Sonra da çıkıp üstlerini giydiler. Ve yürüyüp gittiler Kartallı'ya. 39 8 Sıcak bir gündü. Harman yeri. HâİG ŞİvânÖTardan Husso da kendi Dalmıştı sapın samanın içine, çalışıyor, çalışıyordu. Durdu; elindeki yabayı bırakıp yığına doğru yürüdü. Gidip gölgeden çıkardığı su testisini aldı; kafaya dikti hemen. Ayakta "Lik ilk İlk..." neredeyse boşaltmıştı testiyi. Sonra yerine koydu. Dikildi, gerindi, gezindi biraz. Sağa sola baktı. Bir kertenkele gördü. Ok gibi oradan fırlayan, bulduğu en yakın deliğe ya da örtü altına giren, sonra yine çıkıp koşan kertenkeleyi uzun uzun izledi. İri gövdesi, eski püsküden olan giysisinin dışına taşmıştı. Açıkta kalan kesimler ve yırtıklar arasına sap saman ve saman tozlan dolmuştu. Göğsünün ve kollarının ufak samanlar ve tozlarla kaplı kılları, onu daha da Oturmak için bir yer aradı. Tam o sırada, ötedeki bir harmana yukandan gelmekte olan güzel HammaiTie'ye gözü ilişti. Aşıktı bu kıza. Kulleteyne "taharet"te ÇÖmelİp "üçlü takım "mı şaklata şaklata ve ova ova yıkarken bir amacı da ona göstermekti ve gösterirdi. Kız da fırsat bulduğunda, çaktırmadan izlerdi. O da Husso'ya ilgisini belli ederdi. O da âşıktı. "Amma ve lâkin"..! Harmana da çalışma için mi, Husso için mi geldiği pek belli değildi. "Kaçe"lere özgü bir cilveyle durup Husso'ya baktı. Alımlıydı. Bakışları ve kendine özgü bükülüşlerlyle çektiği Husso'nun yine başım döndürüyordu. Hem de o sıcakta... Husso yüksekçe ve uygun bir yer bulup oturdu. Ylttlklannui arasından sigara tabakasını buldu; Çikanp bir sigara sardı. Yakıp içmeye başlarken bir yandan da Hammame'yi izlemeye çalışıyordu. çağıranlar oldu. Husso artık izleyemez olmuştu Sigarasını bitirmişti. Kalkıp işine koyuldu. harman yolunda karşılaşmışlardı. Kasım, "öşr (tarla ürünleri zekâti)" olarak topladığı 3- 4 teneke buğdayla dolu çuvalın altında CZİlmİŞtL Hem bu ağırlıktan, hem de sıcaktan, kan ter içinde kalmıştı. Aynca harman harman buğday toplamak da bir başka çileydi. Aynı çileyi çekmek için omuzundaki boş çuvalla harman yolunda olan Şehmus'la karşılaşınca; biraz konuşup içini dökmek, kimlerden aldığı, kimlerden alamadığı konusunda bilgi vermek, daha çok da dinlenmek amacıyla SlTtindakİnİ yolun kıyısına bıraktı. Ve çuvalın üzerine yiğllircasina çöktü. Alnından, yüzünün çevresinden kirleri de alıp, oluşturduğu yollardan yürüyen ter damlacıklarını koluyla sildi. Yolları bozulan terler ve kirler, yayıldıkları çevrede çeşitli biçimler, resimler oluşturmuştu bu kez. "Min tarafillah (Allah tarafından)"... Bu çizgiler ve resimler içinde, dikkat edilse "lafza-İ celâl"ler (Allah yazısı) ve "besmeleler bile okunabilirdi. "Kader"deki "yazi"lar gibi... Biraz soluklandıktan sonra Şehmus'a verdiği bilgiler, yakınmaları da içeriyordu. "Hiç kolay değildi öşr toplamak". Hele "zenginlerin harmanlarından"... Durumları iyi olduğu halde ya hiç vermiyorlar, ya da "öle öle ve ÖldÜre öldüre verİyorlar"dl. "Şeyh Şaban, Molla Nâsir, ağalar bu işi niye kökünden çözüme kavuşturmuyorIar"dı sanki? Yoldan geçen bir sap arabası, ardında koyu bir toz bulutu bıraktı. Yol kıyısındaki Kâsim ve Şehmus görünmez olmuşlardı nerdeyse. Giderek görüntüleri netleşti. Gözler, arabaya ve bıraktığı izlere takılmıştı. Bir yel esti, ama uzun sürmedi. Bir iki kuru ot ve boğa dikeni sürükledikten sonra kesilivermişti. Biraz ötelerden gelen uzun havalı Kürtçe bir şarkı yanık yanık çarpıyordu. Bir etek sözcüğü olanca hızı ve gürlüğüyle boşaltan türkünün sözleri neler anlatmıyordu ki...? Şehmus yeterince dinlemiş, bilgi almış; Kâsim da dinlemişti oldukça. Kâsim yekinip kalktı. Şehmus'un yardımıyla buğday çuvalını sırtladı. Ve biri bir yana, öbürü öbür yana... |
Esmerli Şâmil ve Molla Şemdinli MeCZÛb Fâik, Şeyh Şaban tekkesinin avlusunda, şeyhin arasira gelip dinlendiği karyolanın
bulunduğu odaya açılan kesimde, dikili kurumuş ağaçlar gibiydiler. Ellerindeki teşbihleri çekişleri ve "zikir" için durmadan kıpırdayan dudaklarının devinmesi olmasa, yaşayıp yaşamadıkları zor anlaşılırdı. Aslında bir ölüm kalım savaşı ve zorlu bir yarış içindeydiler. "Fena fi'ş-şeyh" denen aşamadaydılar, yani "şeyhde erime'leri gerekiyordu. Ardından da "fenâfi'r-Resûl", yani "Peygamber'de erime" ve en son "fena fillah", yani "Tann'da erime" aşamaları gelecekti. Ama kolay mıydı bu? Birinci basamağın bile bir sürü basamağı vardı. Ve her bir basamak yılları alırdı. Basamak geçmek, ilerlemek çok, ölesiye çabalar isterdi. Ama iki mürid de, birçok mürid gibi iyice kafalarına koymuştu. Geçeceklerdi aşamalardan. Basamak basamak. Ve sonunda ulaşacaklardı en son aşamaya. Ulaşamasalarbile bu yolda ölürlerdi. Bu yolda ölmek bile "bir şerefti. Öyle düşünüyorlardı ve onun için yaşam damarlarını kesercesine herşeyden "ellerini eteklerini kesmiş" ve bu yola koyulmuşlardı. Avludaki soba, direk, duvar neyse; onlar da öylesine birer ayrılmazıydı tekkenin. Şeyhin karyolasının bulunduğu odanın kapısı açıktı. Şâmil, biraz önce ortalığı Süpürürken kapıyı açık bırakmıştı. Bir süre kapıdan içeriye baktı. Sonra aklına ne geldiyse yürüyüp içeri girdi. Fâik de izliyordu. Şâmil, karyolanın orasına burasına baktı; bir şeyler aradı. Ararken dengesini yitirip karyolanın bir kıyısına düştü. Kıyamet kopmuştu o zaman. Fâik gelip Şâmil'e saldırdı. Tutup adam akıllı sarstı zavallıyı. - Sen, seni zalim, Allah'tan korhmir misin de Şeyh Hazretleri'nin çökirsin? Nasıl yapirsin bunu zalim? Şimdi haberi olmuştur mübareğin. Utanmir misin? Ne diyer o şimdi? Haa sölesene, ne diyer? Ve bunları söylerken de, adamı fırlatıp atmıştı bir yana. Şâmil, olduğu, daha doğnjSU yığıldığı yerde kalakaldı. Zaten soluk olan benzi iyice solmuş ve suratı iyice ölü suratına dönmüştü. Biraz toparlanıp kalktı. Fâik ise söylenip duruyordu. Şâmil yerine gitti. Yine direkleşmişti. Gözler kapıya doğru, bakışlar donuk. Ve birden Şeyh Şaban belirdi gözünde. Hemen yerinden fırladı. Bağışlamasını dilemek ve eline, eteğine sarılmak istiyordu. Karyolanın yanına doğru gider gitmez eğildi. Yalvarmaya başladı: - "Effet" beni Şeyhim! Kurban Olim effet. Emret de eteklerine sarilim. Noolur efendi hazretleri, noolur! Kulunu effet, sen böyüksün kurban olim! Şâmil fırlayıp giderken Fâik de koşmuştu âîkasindan. Hiçbir şey anliyamadan... Şâmil yerlere değin yatıp şeyhe yalvarıyordu, ne ki Fâik şeyhi görmüyordu. "Ne oldu bene, ben neye göremirim de Şâmil şöyle bir silkelendi, başını iki eliyle tutup sağa sola, öne arkaya salladı. Ezberindeki "vird'lerinden, "zikr"lerinden mırıldandı. "Subhanellahirazîm ve bi hamdihi, estagfinıllah..." îyice havaya girdikten sonra bir daha baktı. Yine göremedi şeyhi. Adamakıllı ürkmüştü. Öte yandan Şâmil başı yerlere doğru şeyhe yakarışlarını sürdürüyordu. Fâik bir süre ürkek ve şaşkın izledikten sonra kendini yenemeyip Şâlîlil'i dürtüklemeye başladı. Şâmil başını kaldırdı, korka korka karşıya baktı ki şeyh yok. İki mürid aralarında konuşup durumu yorumladılar: - Ola Şâmil sen gördün? - Hee, vallah gördüm. Aha bu gözümle. - Demek mübarek geldi; haman gettiü! "Kerametinden"... - Hee, vallaha ele... Bir böcek tırmanıyordu duvarda, çatıya doğru. Köşede de bir örümcek kurduğu ağından aşağı doğru bir İplikçikle sarkmıştı. Debeleniyor muydu, oynuyor muydu? "Mübarekti Örümcek"... "Türko", Simo'da bulmuştu kendini. Anasının, babasının olduğu köyde. Sİmo'nun tepesine doğru tırmanıyordu. Yalın ayak. Ayaklarına dikenler bata bata. Yüksek, girintili çıkıntılı bir tepe. Hava güzel. Ucu sivri "kakıç (kazik)" elinde. Yerden, diplerden ot kökleri çıkarıp yemek için kullanıyor onu. Otlattığı birkaç da kuzu var. Akşam olmadan tepeye çıkmak istiyordu. Bir iki kez ayağı kayıp yuvarlandı; ama sonunda başardı, tepeye çıktı. Ağaçlar ve bir kalabalık. Çoluk, çocuk, genç, yaşlı, güzel, çirkin. Kalabalık, ulu bir söğüdün çevresinde. Üstünde de iri mi iri bir adam. Kocaman ayaklı, uzun uzun bacaklı. Ayağının biri söğüdün köküne yakın bir yerde; öbürüyse taa yukarıdaki dallarda. Adam o koca ayağıyla incecik dallara bastığı halde dallar kırılmıyor. Bir de "nur direklenmiş". Yerden göğe değin. Kalabalık kaynaşmakta. Herkes ilgiyle, söğütteki adama bakıyordu. Bekledikleri bir şeyler olmalıydı. Simo halkı oradaydı hep. Öyleyse onun ailesi neden olmasın? Anasını, babasını, kardeşlerini (bacılarını ) ve arkadaşlarını aradı kalabalığın içinde. Buldu, ama bulmasıyla yitirmesi bir oldu. Sokulup birine sordu: - Bu ağaçtaki adam kim? - Allah! - Allah mı ? - Hee! - Demek Allah bu. Dur hele neydir o ağaçta? - Yaratır. Ağacı yarattı, şimdi çıktı dallarını, yapraklarını yaratir. - Allah Allah! Ey hele dur, bu kalabalık niye toplanmış? - Dilek için. Herkes dileğini söyliyecek, ne istiyecekse istiyecek. - Sorgu da sorulacak (mı)? - Helbeeet! Yanaştı, ağacın dibine varıp seslendi: - Allah, ey Ulu Allah! - Ne diyirsin söle ! Çok heyecanlanmıştı. Soru sorsa Allah kızar mıydı acaba? Kızıp da çarpar mıydı, çalık-çolak eder miydi? - Benim de dileğim var . - Söle dileğini. - Beni okutan Hâfız Celâl var ya! - Hee! - Beni çok döğir. Sen söylersen dögmez. Kulaklarım yara oldu. İşte sen de görirsin. Ne suçum var? Dersimi ohirim. Benden öndekileride geçtim. Yine de dögir o. - Ben sölerim dögmez artık. - Bir dileğim daha var. - Söle, dinlirim! - Beni çebik (çabuk) büyüt, "âlim" olmam çebik olsun! - Olacah. - "Basra'lı, Küfe'li âlimleri" geçecek miyim? - Sen çoh ohu, geçeceksin. - Kızmazsan soracahlarım var. - Kızmam ! de ! - Vallaha kızmam, inanmirsin? - Sen kendini niye sahlirsin? - Düşmanlarım var. - Vıy, sen de korhir misin ? - Helbet korhirim. "Tüfenk'leri (tüfekleri) var. - Ey heye dur, senin yoh mu? - Yoh ! - Dur hele niye yaratmadın? -"Kâfir'ler bırahmadı. - Vıy anam, ey hele dur sen Allah degil misin? - Allah'ım, ama kâfirler önüme geçti bu dünyada. Tüfenkleri hep onlar yarattı. Ben onları ahirette cehennemde yahacam. - Sen de yahacağmı onlara duyurmasaydın. Helbet düşman olurlar. - Duyurmuş oldum işte. - Sen işini bilmirsin ! - Sen ne diyirsin ola? ! - Kızirsin yohsa? Beni kandırdın (mı)? - Kızmirim, kızmirim! - Ben senin yerinde olsaydım, kâfirleri yaratmazdım. Hâfiz Celal'i de, şeytanı da, cehennemi de. Hep cennet yaratırdım. Herkesi nur yüzlü âlim yapardım. Vallaha bilmirsin sen işini. Yaraddın, şimdi de uğraşir durirsin! - Sen get dersini ohu. Hadi get! - Kızmam dedin kızdın! Sen de kandirirsin insanı! - Kızmirim de,istirim ki sen ohuyup örgenesin (öğrenesin)! - N'olur şimdi örgetsen ? - Olmaz. - Beni niye 'nur'dan yaratmadın? Hiç olmazsa "torpah"tan (topraktan) yaratsaydin! Niye o pis fırtıktan yarattın? Ben olsaydım herkesi nurdan yaradirdim. Nur bulamadın mı? - Sen çoh sorirsin, hadi get. Get ki sene "kuvvet" verim de derslerini eyice belleyesin. Seni büyük âlim yapacam. - Beni kandirmirsin ya? - Vallaha kandirmirim. Hadi get ohu! - Söz? - Söz ! İnanmıştı Allah'ın verdiği söze. Bir de gözünü açtı ki camideki yatağında... Büyük bir coşkuyla fırladı yatağından. Herzamanki gibi, doldurup bir yana koyduğu göğümünden (ibriğinden) döküp abdestİnİ aidi. Yine herzamanki gibi "râtib" toplanıp geldikten, "hücre"de dağıtıldıktan, kendisi de alacağını aldıktan, yiyeceğini yedikten ve sakliyacağini sakladıktan sonra caminin bir duvarının önüne geçip derslerini okumaya, metinlerini ezberlemeye koyuldu. Biraz sonra da yeni dersler yeni dersler alacaktı. - Ve emme'r-rubâiyyül-mücerredü..." (Salt dörtlüye gelince...) Ahmet Çikageldi. Konuştular. 46 A - Ahmet! -Nee? - Ben Allah'ı gördüm. - Sus ola, Allah görülür (mü) heç? - Ola vallaha gördüm. - Nerds gördün? - Ağacın üstünde! Yatıp uyirken! - Ola savak "düşümde gördüm" desene! - Düşümde ama "hakikat". Kitaplarda "Allah rü'yada da görülse hakikattir" diye yazılıydı çünkü. - Ağacı yaradmiş, sonra çıkmış dallarını, yapraklarını yaradirdi. -?!! - Yanında da nur direklenmişti. Ahmet gülmeye başladı. - Niye gülirsin ola? - Sen "direklenmiş" dedin ya? -Heee? - Benim de aklıma -tevbe tevbe- Receb Ağabeg'inki geldi. O da direklenmişti ya! - Hmzıroğlu hınzır! Sen o babanın oğlu degil misin? Aklın - fikrin hep "şerr"e çalışir! - Ola ne kizirsin, aklıma geldi. - Aklın batsın. Hele dur, sen ohumirsin? - Ohirim de hoca moca olmiyacam! - Şimdi niye ohİTSİn? - Ohumasam babam dögir. Yeni dersler dinlemiş, yeni dersler almış ve gelmiş; gözden geçirmeye, ezberlemeye kendini vermişti. Kulleteyn yönündeki duvarın Önünde. Herzamanki gibi. Karşıya bakınca Abdurrahman'a 47 A A gözü ilişti. Kaç gündür görmemişti. Yanma varmaktan kendini alamadı. Vardı. Abdurrahman dertliydi. Derdi, birkaç gün önce hışnikli köpekle savaşırken yaraladığı elinden kaynaklanmıyordu. Bir başka yarasındandı. Daha derin, daha acı veren bir yarasından: Cemile'sinin açtığı yaradan. Elinden gidiyordu da ondan. Uzak bir köyün ağa-şeyhlerinden Şeyh Tâhâ'nın iki karılı oğluna isteniyordu. Kız istemiyordu, AbdlUTahman'l istiyordu. Ama onlar ağır basmaktaydılar. Anasının, babasının, yakınlarının eğiliminden o anlaşılıyordu. " - Cemile'yi veriyorlar." diye haber alınca birkaç önce köyüne gitmiş, Cegörüşmüştü Abdurrahman. Elinin yarasını açtırmış, yeniden sardirmiştl. Cemile yarayı sarınca yara İyileşmemişse de iyileşmişti. Gizlice gerçekleştirilmişti bu. Bir sürü tehlike göze alınarak. Bir gören, duyan olsa, Abdurrahman'ın vurulup öldürülmesi işten bile değildi. Konuşmuşlardı Cemile'ylc. Kız direteceğini, eğer başaramazsa, zifaf gecesi, evlendiği kişiyi vuracağını, bunu kafaya koyduğunu söylemişti. Abdurrahman da, birlikte kaçmayı önermişti. Ama kız şimdilik buna gerek olmadığını söylemişti. Yamandı Cemile. Kolay diş geçiremiyorlardl. Çok da güzeldi. Kürt güzeli. Abdurrahman'ın anlatişiyla "dünya güzeli". "Bütün köylerin gözleri" onun üzerindeydi. Herkes istiyordu. Ama Şeyh Tâhâ'nın oğlunun istemesi başkaydı. İki karılı da olsa ünlü bir şeyhin oğluydu. Adamları vardı. İstediklerini elde etmeyi bilirlerdi. Bütün bunları anlattı Abdurrahman. Türko da dinledi. Üzülerek, elinden birşey gelmiyerek. Ve zaman zaman da "Allah"a, içinden "sitem"ler yönelterek. " Z â l i m l e r e niye meydan veriyordu diye. Kendisi O'nun yerinde olsaydı, Cemile'yi hemen verirdi. Öbürlerini de cezalandırırdı. Ya da baştan yaratmazdı. Abdurrahman'l dinledikten sonra, yarası iyice geçmemiş olan eliyle de biraz ilgilendi. Sonra da içini çeke çeke ayrılıp duvarın önüne gitti. Derslerine, metinlerine gömüldü. Dünyasının kapısını - penceresini SiklSllayakapatarak... * * * "El fi'iü imma müıeaddin..." "Fiil, ya geçişlidir, va geçişsizdir. Geçişli olan, düz tümleç alan fiildir... " Ah, kötü bir kaşıntı. Metin ezberlemeye ara verdi. Bacaklar. Aşağıdan elini soktu, iyice kaşıyamadı. Şalvarım çözdü. îki elini sokup kaşımaya başladı. Kaşıdı, kaşıdı. Tatlı tatlı. Ama yrrtarcasma. Yırttı da. Şalvarını sıyırıp baktı. Bacaklar kanıyordu. Hep öyle kanardı. Kaşınan yerler biraz kabuk bağlar, yeniden yirtllirdl. Yukarıdan taa aşağıya kadar. İki bacak da yaralar içindeydi. Kaşımasa içine işliyordu, kaşıyınca da böyle oluyordu işte. Neydi bu kaşıntı? Önce tatlı, sonra acı. İkide birde araya giriyor, okumaya, ezberlemeye engel oluyordu. Neydi bu? Ne kötü şeydi? Donsuz giydiği şalvarın bacaklara gelen dikiş aralarına baksaydı, nereden kaynaklandığını Dikiş aralarına sıra sıra olmuş bitleri görürdü. Kaşıntının bitlerden olduğunu biraz da biliyordu. Ama o kadarını bilmiyordu. "Bibi"sinin (halasının) yanma gittiği zaman öğrenecekti. Kanlar eline bulaştı; yine kaşıdı. Kaşıntı, acımaya, sızlamaya dönüşmüştü iyice. Kaşımayı bıraktı. Şalvarını çekip bağladı. "Geçişli fiillere 'vâkî', 'mücâviz' ve 'müteaddî' adları verilir. Geçişsiz fiillere de: "Lâzım', 'gayr-1 vâki'.." Uff yine bir kaşıntı. Bu kez de sırtta. İçe işleyen, dayanılmaz bir şey. Ensesinden elini soktu, sırtına doğru uzattı. Ama kaşıyamadı. Eli yetişmedi. Gidip duvara sürttü. Yine olmadı. Uff ne kötü! Sırtta bİTŞey de gezer gibiydi. Bitten başka ne olabilir? Bunu biliyordu. Koşup kaşıyacak birşeyler aradı. Bir ağaç buldu. Gelip soktu yine ensesinden. Ağaç ta ileri varmıştı. Ama tam kasman yere gelmiyordu ucu. Sürttü, sürttü. Fakat, yine tam olmuyordu. Kaşıntıdan deliye dönmüştü. Birilerini aradı kaşısın diye. Ne var ki uygun birini bulamadı. Küllükteki birine gözü ilişti. Bir kadın. Anası gibi. Vardı yanma, utana utana, sırtını kaşımasını söyledi. Kadın, oturttu yanına. Elini soktu, sırtta gezdirmeye başladı. Sora sora tam kaşınan yeri buldu. Ve kaşıdı. Kaşıntı gitmişti. Rahatlamıştı Türko. Gelip dersine yöneldi yeniden. "Emme'l-mâzî..." "Geçmiş zaman kipi"ne ilişkindi okuduğu. "Mâzî, geçmişteki bir sılamı dile getiren fiildir..." Metin, İzzi kitabmdandl. Aynı konuları içine alan daha aşağı basamaktaki kitapları, Emsile'yi, Binâ'yı, Maksud'u okuyup bitirmişti. Alışılmadık kısa süreler içinde. "Jet" nedir bUİnebİlSeydİ bu gidişe "jet gidişi" derlerdi belki de. 49 Başka dersleri de vardı: "Şeriat"ten, "akâid"den... Kimini ezberliyor, kimini ezberlemeden anlamını öğrenip geçiyordu. "Akâid" diye Tannbilim'e deniyordu. Oldukça zordu. Zor olduğu için de çok ileri basamaklarda okutulurdu. Dersinin daha oraya gelmemesi gerekirdi ama "acele"si vardı. Çok çabuk yol almalıydı. "Basra'daki, âlimler"e ulaşmak, onları gelip geçmek için... "Zâlim" biüer yiye dursun; çalışıyordu o! Ezberledikleri arasında "akâid"i şiirle anlatan Emâliadlı kitap da vardı. Daha yeni başlamıştı: kabîhi... " Dersini alırken anlamını da öğreniyordu: "îyi, kötü, güzel, çirkin., ne varsa hepsini Tanrı diler. Ama kullarının kötü, çirkin şey yapmalarına, kâfir olmalarına râzı olmaz..." Ezberliyor, bir yandan da düşünüyordu: Tann'niH "kötü"yü "dileme"si ne kötü! Niye hep "iyi"yi dilemez? Kötüyü niye diler ki..? Hem "diler" hem de "cezalandırır"? Ne kötü! Kullarının kötü şey /apmalanna "râzı" olmuyor. İyi ama, râzı olmadığı şeyi niye diliyor? bilememeye gücü mü yetmiyor? Çünkü O ne dilerse oluyor. Dilemezse olmaz. Dilemek, dilememek, iyi, kötü, güzel, çirkin, kâfir, nümin... Off, neyse.. Karışık şeyler. Belki ileride öğrenebilirdi ;aranllk yönleri. Öğrenecekti de.. Şu; arada bir kipirdiyan biüer de bir bulursa.. 10 işte yine akşam. Yine bi kaç eğilip kalkmakla çarçabuk bitirilen akşam namazı. Yine sabalıki "râtib"den; birazı da öğleyin yedikten sonra artakalan (daha doğrusu zorunlu olarak artırılan), oraya buraya sokuşturulup saklanan karışımın ortaya getirilişi. Benzeri başka dünyalarda görülmedik, her çeşitten yemeğin, yiyeceğin, acının, tatlının, ekşinin bulunduğu karışımdan artakalanın, yer yer kuruyup yapıştığı tabaklar, lavaşlar üzerinde soğuk soğuk yenisi. Yine aç sofra" (!) dan yarı aç kalkmak zorunda kalışları. Ve işte yine mütâlâa" saati. "Mütâlâa": Derslerin sessiz okunması, kitapların sessiz incelen¬ mesi. Camide fakiler öbek öbek olurlar; yüzüstü yatıp uzanırlar. İyice açılmış ayçiçeğinin yaprakları düzeninde dizilirler. Ayaklar arkaya, çeneler öne doğru uzall, kollar bükülü. Kitaplar önde açık. Eller kiniplarda. Gözler de Öyle.. Ortada da ayçiçeğine uygun bir göbek: Koca bir kütük. Kütüğün üstünde ışığından çok isi görkemli bir idare kîmbasi. İs ki ne is! Baca dumanı gibi. Alabildiğine kalın ve koyu. "Vıyy tavandaki yerini döne döne fırçalar; türlü resimler çizer. Uzantısı da kir ve renklerce zengin duvarlarda, mihrapta, mimbcrde, boyası isten kıl lllarıyla asılı Kur'an'tarda, oraya-buraya atılı kitaplarda, kirli-yağll yataklarda, hasırlarda, kilimlerde. Ve de önemli bir kesimiyle ağızlarda, burunlarda, gırtlaklarda. Hepsi bir bütün 'aten. İrili-ufaklı, başlan yünden örme sarıklı "papak"lı fakiler, kafaLü'daki dinsi İmansi kokan düşünceler, ağlarindaki örümcekler, "râtib" artıkları, cennetlerinde mutlu mutlu zıplayan pireler, ağır başlı bir yürüyüp bir duran bitler ve daha nice neler de aynı bütünün parçaları. Fakilerin hem okuma, hem yazma, hem yatma, hem yutma, hem iba¬ det, hem "kabâhet" yerleri olan cami, bunlarsiz olamaz. "Mikrop" mu? - "Ev çiye?" -Nedir o? - E vallah nızamm! - Vallahi bilmiyorum! Her öbeğin ayçiçeği yaprakları gibi dizili fakilerinin gözleri önündeki kitaplara dikili. Ya gönülleri? Orası belli değil. Sessizce okurlar, okumasalar da "okur" olurlar. Yoksa tepelerindeki görevlilerin elleriyle ya da değnekleriyle dürtülürler. Yatılıp uzanildiğl için uykunun gelmesi doğal. Hele okunan metinler biraz da ağırsa... Ama uyumak yok. Yasak. O akşam yine başlamıştı Mütâlâa. Yine öbekler oluşmuş, göbekler kurulmuştu. Yine kütükler, yine isleri görkemli idare lâmbaları. Koyu, kalın isler yine koşatlı tavanı fırçalarken ağızların, burunların, boğazların payını da eksik etmiyordu. Yine tükrüklere, balgamlara karışacak; ertesi gün birlikte kulleteynde özgürlüklerine kavuşacaklardı. Sular sallandıkça, öteki pisliklerle elde verip halay tutacaklar, oynıyacaklardl. Birden bir kaynaşma oldu. Ayçiçeğinin yapraklarından biri OSSUTSessizce ve suçsuzca. Gerçekte "kabâhet" yeri de değil miydi cami? Yani fakiler için? Gelin görün ki "suç" olmuştu. Sessizdi, ama gümbür gümbür olmuş gibi ilgi toplamıştı. Türlü kokular içinde bile belli olan kokusuyla kendini ele vermişti. Gece uyurken, ya da öyle gösterilirken olsaydı doğaldı. Ya şimdi? Herkes uyanıktı. Herkesin yanında hiç çekinmeden zart zart bırakan Amerikalılar değildi ya orada¬ kiler! Yine de üzerinde o denli durulmasının asıl nedeni başkaydı: Çoğu için bir çeşit "belâ" olan "mütâlâa" saatini geçiştirmek isteyenle¬ rin çoğunlukta olmasının payı büyüktü. Kürtçe ve sertçe karşılıklı suçlamalar: - Gerine yel dolmuş herhalde! Tutamıyorsun! - Kendi suçunu başkasına atma! - Vallahi'l-Azîm sen yaptın! - Sen yaptın! -Sen! -Sen! Bir ara gözler Türko'ya yöneldi. Bakışlar üzerinde yoğunlaşmca sa¬ vunmaya çalıştı kendini. Ama daha çok dayanamayıp ağlamaya başladı. İşe, etkili "ıa!ib"lerden Seydo karışmasaydı uzayıp gidecekti konu. - "Kuro serme!" (ulan ayıptır!),, diyerek azarladı, herkesin önündeki kitabı okumasını, ses çıkarmamasını söyledi. Yatışmıştı ortalik. Gözler yine kitaplarda. "Fâİl" (özne) ya "zâhir" (açık) olur, ya da "müstetir" (gizli). Ne var ki konu kafalardan gitmemişti. "Fail", "fiil", "mefül" (tümleç).. Kafaya girmiyor. Yeni baştan: Fâİl - Osuruk - |
Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 04:00 . |