Başı kocaman sanlı, bumu dolma gibi, kat kat giysili, şişman birkoca
kan. "Kınktan - çıkıktan çok iyi anlar"mış. Kola baktı, - Bi şey yoh. Birez incinmiş. Şimdi sararım, bir - iki güne' kalmaz geçer. . Bir şeylerle sardı. Karşılığında da, götürülen yumurtâlan aldı. Eve gelince Fayık, Memet'in tutumunu anlattı anasma: - Ana bu Memet var ya! -Hee! - Duran kızağım alınca beddua etti. "İnşallah düşer-ölürsün" dedi. Memet de oradaydı. Anası: - Kel fesat, sen beddua ettin de, oğlan düştü kızahtan. Sen ona gurban olasm. O, bir tek oğul; Ağzı da Kur'an'lı. Senin gibi kâfirin dölü değil. Memet başladı kendini savunmaya. - Ana ben ne ettim ona? Kendi düştü. "Zeten" kaymasını bilmir. Ohumahtan başka neyi bilir ki. »Savağın biri". Anası elindeki süpürgeyi fırlattı ona. - Seni hmzınn dölü. Bir de konuşirsiri hee! Ve Memet'i önüne kaüp kovaladı.- * * * Ahmet enişte ("Cınk Ahmet") homurdamyordu. - Bu oğlan buraya yemeye, içmeye, oynamaya mı geldi.. Türünden. Ne ki Refik vardı. Ve babası, Refik'e karşı pek ileri gidemiyordu. Refik, dayısının oğlunu tutuyordu, överek ve övünerek de sağda solda anlatıyordu onu. O da artık okuması gerektiğini düşündü; müftünün evinin yolunu tuttu. Elinde kitaplarla vardı müftüye. Müftü, görür görmez tanıdı. Müftünün elini öptü. - Berhudar ol oğul. Demek aıtıh burda ohuyacan. 334 -Hee. - Ey oldu, ey. Ben sene yazı da örgetirim. Müftü Şükrü Baleı'nın "hattatlığı, her yerde söylenirdi. Türlü türlü kalemleri, türlü türlü boyalan vardı. Yazdan, inci gibi dizerdi. Ve ilk derse başladılar. "Kur'an ve hadis ezberi"nden, "Teberrüken", yani kutlu, uğurlu olsun diye.. Daha sonraki günlerde de öteki derslere geçilecekti. 335 59 Tütak'm bağlı bulunduğu Ağrı (Karaköse), hayvancılığın baskın olduğu bir ildir. Kentin içinde değilse bile, köylerinde, çoğu kasabalannda, Kürtler çoğunluktadır. Ve oldukça sert geçen, uzun süren kışlarla; "bey"ler (beg), egemendir. Büyük ağalara, genellikle "bey" denir. Her birinin en az, üç - beş (kiminin yirmi - otuz) köyü bulunur. Kışlarla "bey"ler, halkın değişmez gerçeklerindehdir. Kıllara da, beylere de "Tanrısallık" verilir. Beylerin kimi yalnızca "bey"dir. Hâlis bey, İbrahim Bey gibi. Kimiyse hem "bey"dir, hem de "şcyh"lir. Kasım Kührcvı gibi. Yalnızca "bey" olanlar da, "şeyh"lerie içiçedirler. Hepsinde Tann adına iş yapma, bekçilik etme özelliği görülür, gösterilir. Halksa genellikle yoksul ve "dünya nimeıleri"nden yoksun. Aynı durum Tutak'ta da geçerlidir. Tutak, Murat Irmağı kıyısında kurulu, en eski ilçelerden. Büyükçe bir köy. "Hokumat"ı (Kaymakamlık), minareli camisi ve küçük bir çarşısıyla aynlır öteki köylerden. İçinde Türkler çoğunİukta, köylerindeyse Kürtler. Sürekli bir Türk-Kürt çatışmasına tanık olunur. Bunda da en büyük rol oynayan "bey"lerdir. Beyler, partilere, parlamentoya da girerler. Böylece siyasal çekişmelerde de rol alırlar. Yani Türk - Kürt kavgasında,'bunun uzantısı da bulunur. Kürt beylei:, Kürtlere sahip çıkma çabalarını sergilerler halk arasında. Ama "resmi" makamlarda, "biz Kürdüz" demezler. Tersine, koyu "Türk" ve '"Türkçü" olurlar. Tutak'taki hemen hiç eksilmeyen Türk - Kürt çatışmalarında, küçük çaph ve "kahraman" olarak ortaya atılan Türk beyler (Receb Bey, Bedri Bey gibi) ile, Kürt beyler birbirlerine girerler, birbirlerini öldürürler. Müftünün evli kızıyla oynaştığı söylentisi çıkan Reşit Bey, Tutak'ta öldürülmüştür. Bedri Bey, "kahraman" olarak ortaya atılıp, gizli gizli "- Onu ben öldürdüm!" demiştir. Ve Bedri Bey de, "Kürtler" fârafmdan öldürülmüştür. Reşit Bey, Hâlis Bey'in kardeşidir. "Kürt" oldukları, Türk - Kürt çatışmasında vebasında yer aldıklan halde, soyadlân: Öztürk'tür. Yani soyadları güven, cesur, yılmaz, aydın., olan kimselerin bu soyadlannın gerçekte güvenilir, cesur, yılmaz, aydın., olmalarına yetmediği gibi, bu beylerin soyadlannın "Öztürk" olması 336 ita, yöredeki "Türklerle mücadele"den vazgeçmelerine yetmiyordu. Resmen "Öztürk"tüler. Hâlis Öztürk, DP'den milletvekili olacak, Yassıada'ya gönderilecek, ünlü mahkemede Türkçeyi güçlükle konuşacak. Vc 27 Mayıs'tan sonra çıkarılacak bir yasayla, ağalığı dağıünaya yönelik olarak, kimi kardeşleriyle birlikte aile bireyleri, ynıdun başka kesimlerine göçmeye zorlanacakur. Ne var ki daha sonra, hcrşcyin eskisi gibi olduğu, beylerin daha da güçlendiği görülecektir. Tutak Müftüsü Şükrü Balcı da, küçük çaplı Türk beyler arasmda yer almaktaydı. Yani maddi durumu, orta durumlulardan daha iyiydi. Türk olmakla birlikte, Kürtlerle olan çaüşmanm içine girmemekteydi." Kürt beylerle iyi ilişkiler içindeydi. Belki de evli kızmm Reşit Bey'Ie dost olması ve oynaştıklan yolundaki söylentiler, müftünün bu tutumunun uzantısmdan kaynaklanıyordu. Müftünün, biri öğretmen iki de oğlu vardı. Selim ve Mustafa. Selim Balcı, iyi bir öğretmen olarak tanınırdı. Ama kimilerince "dinsiz" olarak nitelenirdi. Bunun da. Selim Bey'in, kimi namazları aksatıyor olmasından ileri geldiği söylenebilir. Yörede "dindarlık" baskın olduğu için, bir "müftü oğlu"nun, "çok sofu" olması bekleniyordu. "Çok sofu" olmaksa, öğretmenlikle kolay kolay bağdaşamıyordu. Cumhuriyet Dcvlcti'nin o dönemlerinde, milli eğilimde, "laiklik" egemendi, ödünler başlatılmamıştı daha. Müftünün aile bireyleri içinde cn göze çarpan, karısıydı. İki metreye yakın boyu vardı, şişmandı. Ve o dönemin ölçülerine göre "açık" bile sayılabilirdi. Çarşaf filan giymczdi çünkü. Kocasına, yani müftüye, "efendi hazretleri" diye seslenir olsa da, egemendi. Onun sözünden pek çıkmazdı kocası. Müftü, kısa boylu, esmer, zayi İla şişman arası, etkili bakışlı, katmerli derili, geniş alınlı ve oldukça zeki bir adamdı. Fötr şapka giyerdi. Ka.skeüibalk kesiminden seçilebilmek için olmalı. Şapkasını, makamındayken bile çıkarmadığı olurdu. Makamı, iki katlı yapıdan oluşan, bahçeli, bahçesinde arı kovanları bulunan evindeydi. Halılar seriliydi. Halıların üst üste serildiği, çevresinde de halı yastıklar 337 bulunan sedirde otorurdu. Sık sık fetvaya gelenler olurdu. Müftünün işi kolay değildi. Çünkü fetvâlanyla yasalara ters düşmemeye çalışırdı. Korkak denecek derecede, hükümetin politikasına, yasalara aykurı davranmaktan çekinirdi. * * * - Müftü efendi, gurban olim, ben bir "poh yedim"! - Ne yedin, ne yedin?! - Bir "poh yedim de ağzımdan şart çıhtı"! - Tevbe esteğfirullah. Ola sen ne diyirsin?! - Hele dur ki gurban olim, başıma neler geldi! Başım bata!!! -Söle hele ne oldu oğul? İriyan, kemikli, çilli, gür kaşlı, uzun bıyıklı genç bir adam. "Yüzüm ayağın altına" (yani utanıyorum beni bağışla) diyerek başladığı olayı anlattı: Tezekliklerden komşu kansınm tezek çaldığını görmüş. Bir ses çıkarmamış, iki ses çıkarmamış, sonunda dayanamayıp uyarmış; bir daha çalmamasını söyleniiş. Gelin görün ki, kadın suçunu kabul etmemiş, üstelik de, "melek gibi" yüzüne hiç de yakışmıyacak biçimde bağırmış - çağırmış. Adama "iftira" bile atmaya kalkmış. Adam da kızınca demiş ki: "Eğer bi daha tezeğimizden çalarsan, ben de seni yatırıp s.mezsem; ü ç t e n dokkuza şart olsun"! "Üçten dokuza şart" ağır bir şey. Kannm, yani bunu ağzından kaçıran kişinin karısının "üç talâkla boş" olmasına yol açabilecek bir durum sözkonusu. Adam eğer, tezek çaldığını söylediği kadını, dediği gibi "yatırıp şey etmezse", kendi kansı "üçten dokuza", yani bütünüyle "boş" olacak. Somyordu adam: - Şimdi söle gurban olim, ben şimdi "ne poh yiyim"? - Oğul senin işin zor. ' Adamın karısı da durumun ciddiliğini kavramış .olmalı ki, söylediğine göre kadın: "- Aman herif, get o kanyı şey et de bu 338 telâdan gurtulah." demiş. Şimdi adam ne yapsm? Tezeği çalan kadmı, nasıl tutsun da "yatırıp şey etsin"? Haydi yatınp dediğini yaptı diyelim; bu, bir "zina" olmaz mı? - Müftü efendi, gurban olim, kitapta bir yerini bul, beni gurtar. Böl de sene bir koç getiririm. - Senin koçun senin olsun oğul. Koçu-moçu buah da, ağzından om nası çıhtıysa onu söle! - Söledim gurban olim, tam söledim. îşte öle dedim. Genç adam bir daha anlatü söylediklerini. Müftü yüzünü buruşturdu, kafasını kaşıdı. Sonra raftaki kitaplardan birine^ "Ali Efendi Fetâvası"na uzandı. Alıp karıştu-dı, karışürdı. Sonunda bir çözüm buldu. - Sen o karıya "ben dc seni yaürıp s.mezsem." deriken, bir zamana bağlamadın değil mi? -Nası yani? . - Yani "felân günü seni yaürıp s.mezsem.." demedin? - "Heyir" (hayır), öle demedim. ;- Elese korkhma. - Aman gurban olim müftü efendi, Allah senden razı olsun, bcq gurtulacam hee? - Hee. Yahnız o karı ölür.se, o zamana "keder" (kadar) dediğini yapmadığm için, karın boş olur. , - Ölmez, o kan ölmez. "Ne baba deyir ki ölsün". - Haydi get bi daha ele halt etme. - Allah razı olsun, Allah çocuklarını bağışlasın. Adam müftünün elini öperken son derece memnundu. 339 60 Müftüden aldığı dersi yapıyor, arasıra da çocuklarla oynamaya gidiyordu. Oyundan döndüğünde, üstü başı su içindeydi. Bibisi, üstünü çıkarıu, kuru giysiler verip giydirdi. Arkasından da bir müjde verdi: - Tenekeci Mevlit'giie gedeceyik. Onlarda bir şey var, içinde cinler varımış gibi sesler çıbarir. Tenekeci Mevlit'ler, onların "ahbap"lanydı. Zaman zaman karşılıklı oturmaya giderlerdi. Tutak'la iyi durumlu olanlardandı Tenekeci Mevlil'ler. "Gramafon"ları bile vardı. İşte "içinde cinler varımış gibi sesler çıharir." denirken sözü edilen buydu. Çilliler Tenekeci Mevlii'lere. Karşılandılar, oturtuldular. Ve "gramalon" çalınmaya başladı. Aygıt ve aygıttan çıkan sesler, çok "acayip" gelmişte ona."Acâip vc garaiplerdendir" diye düşündü. "Kıyamet alâmetleri"ndenmiş gibi geldi. "Dcccâl'in âleti olmasın?" Ürperdi. "İçinde ya cin, ya da küçük insanlar var. Yok.sa bu .sesler nasıl çıkabilir?" Bir şeye yoramadı. Bi yandan dikkatle dinliyor, bi yandan da aygıtın o yanına, bu yanma, allına, ü.siünc bakıyordu. "İnsanlar bunun içine giremez-ki. Ama cinler girer. Cinler her şeye girer." Kafası alı üst oirnuşlu. Evin bireylcriysc, onun, aygıun orasına burasına bakmasını, incelemesini vc şaşkınlığını görüp gülüşüyorlardı. Bu arada "cin"lcrdcn konuşulmaya başladı. Çünkü "Erzurumlu cindâr (cinci) hoca" gelecekti o akşam. Onlara gelecekti. Sonra bir komşuya gidilecek, komşunun "cin tutan" kızma baktınlacaktı. "Zavallı kız kurtarılacaklı cinlerin elinden". Hoca daha gelmeden konuşmalann hemen hemen tek konusuydu. Övülüyordu sürekli. "Zincire vurulmuş delileri bile kurlarıyor"muş. "Cinlere hükmcdiyor"muş. Yalnız hocanın kendisi de biraz "cinli"ymiş. "Deli gibi"ymiş. "Cinlerle uğraşa uğraşa adam öyle olmuş"muş. "tâa Erzurum'dan getirilmiş"miş. Buradaki "cinlileri kurtardıktan sonra geri gidecekmiş"miş. "Cindar hoca" geldi. Uzun velcara .sakallı. Uzun ve kara cübbeli. Uzun boylu. Kara bir adam. Kuşkulu, ölkeli, "cin cin" bakışlı. 340 - Buyur hoca efendi buyur.. Sedirde, minderin üstüne buyur edildi. Aricasma yastık konuldu. Hoca dik dik bakışlarla çevresini şöyle bir taradıktan sonra, cfibbesini düzeltti, cebinden uzun teşbihini çıkardı. Önüne bakarak Bsbihini çekmeye koyuldu. Arada bir de üu^iyor, silkeleniyordu. Ve dudakları kıpırdıyor, birşeyler okuyordu. "Cin tutmuş kız"ın babası geldi. Hocayla birlikte oradakileri, evlerine davet ediyordu. Ama hepsinin değil, bir - ikisinin gitmesi uygun görüldü. - Bibi biz de gedek mi? - Bilmem ki oğul, ayıp olmaz mı? Yavaş konuşmuşlardı aralannda. Sonra açığa vurdular. Gitmelerinin hiçbir sakıncası olmadığı söylendi. Ve hoca önde, toplanıp gittiler. Halı, kilim serili, sedirli ve geniş bir oda. Hoca yine baş köşeye buyur edildi. Bir süre sonra "cin tuttuğu" söylenen kız getirildi. 15-16 yaşlarında güzel bir kız. İki bölük yapılmış saçları, arkadan, kalçasına dek sarkmış. Uzun entarisi kat kat. Boyluca. Ürkek bakışlı. Özellikle, hocaya korkuyla bakıyor. Hoca, kızla bir odada, yalnız bulunması gerektiğini vc işini ancak öyle yapabileceğini söyleyince bitişikteki küçük bir odaya aldıhir. Yalnız hocanın neler yaptığına, kapının aralığından bakılacaktı. Hocayla öyle anlaşmaya varılmışü. O da bakıyordu kapı aralığından: Hoca cübbesini çıkarıp bir yana koydu. Kıza yakla.şü: - Cinlerin adını söle. - Ne cini, cin min yoh. - Söle kız. Adlarını söle ki, kurlarim seni. - Vallaha yoh. -Gördüklerimde! - Bi şey görmirim ki. . - De kız, beni uğraştırma. - Aman, herife bah, ben ne deyim, bi şey görmirim ki deyim. 341 - Görirsen görirsen, Görirsen de korhirsen, ondan sölemirsen. - Vallaha da gönnirim, biUeha da görnıirim. Hoca kızmaya başladı. Gidip ciibbesinin cebinden bir ip çıkardı. - Bah bu ipi görirsen? Sölemesen seni direğe bağlarım. Ve dögerim. Kız ağlamaya başladı. Hoca daha da kızdı. Öfkesinden gözleri iri iri açılmışü. Kızmki de korkusundan.. Hoca kızı saçlarından yakaladı, çeke çeke götürüp direğe bağladı. Kızda bir çığbk. Acı acı yükseliyor. - Beni kurtann bu herifin elinden! Beni öldürecek!!!! Anası babası çığlıkları duyarken kıvranıyorlar, ama gidip karışmaktan çekiniyorlardı. Hocanın, kızlarını "cin"lerin elinden kurtaracağına inanıyorlardı çünkü. Hoca kızı dövmek için saldırırken bi yandan da ayet ve dua okuyordu. Ne ki okuduklarının tümüne yakını yanlıştı. O da kızın durumuna acıyordu, üstelik hocanın "câhil" olduğunu anlamıştı. Yanındakilere söyledi: - Bu hoca kara câhil. - Sen ne bilirsin, o derin hocadır. Sen çocuhsun daha. - Hoca, vallaha câhil. Ohuduklannm hepisi yannış. Ayeti de, duayı da hep yannış ohin İnanmasaz yann siz de gelin müftüye diyek. Oradakilerden biri iyice anlamak içiıj sordu: - Ey hele dur sen ne diyirsin, cin çıharma yoh mu? Küçük molla "yok" diyemedi. Çünkü öğrenmişti ki İslam'da, temel kaynaklarda bu vardı. Herkesin bildiği "uhruc (ey cin gel çık) duası" Peygamberin hadisine dayanıyordu. Muhammed'in kendisi de, "deli"den, "saralı hasta"dan cin çıkarmışü. "Dua"yla ve uhruc" diyerek "cin çıkarma" işini yapmıştı. Küçük molla bunu "e't-Tıbbu'n-Nebevî"de okuduğunu anımsıyordu. Ayrıca iyice anımsıyordu ki, İslam'ın en büyük "âlim"lerinin derleyip kaleme aldıklan "Peygamberin doktoriuğu" demek olan "e't-Tıbbu'h-Nebevî"ye göre cin çıkarma sırasında deliye ya da saralı hastaya "dayak" da atılabilir. "Cin inatçı" olduğu ve çıkmamak için "direndiği" zaman bu yapılu-. O sırada delinin ya da sarılı hastanın "bedenine atılan sopalar da aslında cinin bedenine aülıyordur". Bütün bunlan okumuştu da o 342 2amanda kafasma pek yatmamışü. "Ginin elle tutulur bir bedeni mi var ki ona sopa vurulsun da tesir etsin" diye düşünmüştü. Yine, de "sağlam hadis'Tere, "büyük âlim"lerin yazdıklanna karşı çıkılmaması gerektiğini biliyordu. Ne var ki, bu "Erzurumlu cindar hoca"nm "cahilliği" belliydi. Okuduğu dualardan ve "yanlış", okuyuşlarından belliydi. Düşündü küçük molla; Şöyle karşılık vermeyi uygun buldu: - Cin çıharma var. Var da, bu hoca câhil. Yannış ohir her şeyi. Türko sözünün önemsenmediğini anlayınca, açıp kapıyı içeri girdi. - Sen hoca değil câhilsin. - Ola sen kifnsin, çıh dışarıî - Ben Arapça ohudum. Molla Nasır'da ohudum, şimdi de müftüde ohirim! Ben sarfı bitirdim, nahivden de taa "Elfiyye"yc geldim. Fıkıh) kelâm, mantık da ohudum. Çok şey ohudum daha da ohuyacam. Büyük âlim olacam. Ya sen? Buraya gelmişin, ayeti, hadisi "yannış" ohirsin. "Çoh yannış". Yarın müftüye deyecem. Kızı da bağlamışsın dögirsin yazıh değil? Deyecem seni müftüye! "Cindar hoca", şaşkına döndü. Bu nedenle de çocuğun sözünü kesmeden öyle dinledi. "Müftü" lafı da onu adamakdh ürküttü. Çünkü "cin çıkarma" İslam'ın temel kaynaklarında varsa da "resmi devlef'te liı görevli ölan "müftü"nün "resmen" onaylayacağı şey değildi. Cinci, kızı bağladığı ipi çözdü. Kız titriyordu. Gözleri de kocaman kocaman olmuştu. İçli içli ağladı. Hoca da ağu" ağır ve suçlu suçlu cübbesini alıp sıvıştı. Cinci hocalar da yörenin gerçeklerinden. "Cinleri topIar"lar, "cüüeri kovar"lar, "cinle;ri yakalamak" için "cinlilere adlarını s0yfctir"ler. Ve söyletmek için de bağırta bağuta döverler. Kuşkusuz bütün bımların karşılığında da "Peygamberden kalma geleneği" yerine getirq> "ücret"lerini alırlar. Alabildiğine yaygmdu "cindar" hocalar., Kimi "az «tein", kimi "çok derin"dir. Ve çok ustadırlar halkı inandırıp kandumakta. * * * 343 "Türko", müftüden ders alıp okuyordu. Ama müftü, "kelâm", "âlet", "mantık" gibi alanlarda pek yararlı olamamaya başlamıştı. Bununla birlikte yararlı olduğu alanlar da vardı: Özellikle "hat", yani yazı sanaü. Kur'an, "tecvid", "fıkıh","hadis" gibi alanlarda da iyiydi. Birkaç ay okudu müftünün yanında, ilkyaz gelmişti. Kimi kuşlar, karlarm eridiği yerlerde, karların altından başlarını çıkaran "kar çiçekleri", arslan ağızlı nevruz çiçekleri ilkyazı tüm kokusuyla yaymıştı çevreye. Sevinciyle, coşkusuyla... Yavaş da olsa doğa "uyanıyor"du. Kar sularının çamurlarla birlikte doldurduğu ve kabarttığı Murat ırmağı, çamurlu, ölkeli, deli deli akıyordu durmadan. Karşıdan karşıya geçişler, "sal"larla oluyordu. Bu arada yeni başlayan köprü yapımı. Kocaman bir şey, köprü yapılan yerde vuruyordu kazıkların tepesine. "Tak, tak, tak". Kafalarına vurulan kazıklar dibe biraz daha batmaktan başka bir yol bulamıyordu. Şâir Mütelemmis'in dediği gibi bu kazıklara acıyan da yokuı. * * * "Türko"nun babası gelmişti. Ve oğlunu alıp götürecekti. Abdul Hoca, Muş'un Bulanık (Kop) ilçesine bağlı Milibar köyünde "imam durmuş"lu. Evini de "Simo"dan oraya taşıyıp götürmüştü. Bu arada yakında bir köyde çok "âlim", yanında "talebe" okutan bir hoca adını duymuştu. "Molla Zahir". Duyar duymaz da gidip hocayla görüşmüş, oğlunun durumunu anlatmış, bundan böyle o hocanın okutmasını istemişti. Molla Zahir de kabul etmiş, söz vermişti. Köyün camii, hocanın öğrencileriyle doluydu. Kartallı köyünde olduğu gibi bu köyde de "faki"ler, camide yatıp kalkıyorlardı. Yemeleri, içmeleri de köylüden sağlanıyordu. KartaHı'da olduğu gibi. Vc yine KartaHı'da olduğu gibi, caminin yakınında " k u l l e t e y n " vardı. "Türko" için yeni bir "kulieteyn"li yaşam başlayacaktı. Yine aynı türden ilişkiler içinde... "Türko" babasıyla birlikte gidecekti. Milibar köyünün ileri gelenlerinden ve okumuş yazmışlarından "Hamza Efendi"nin 13 yaşındaki güzel kızı Sürahi'yle sözlenecekti. Bir yandan da "faki"li. 344 "râtib"li, "kulleteyn"li köyde. Molla Zâhir'den yeni ve daha ileri dersler alacaktı. Okuyacak, okuyacakü...^Aynı hedefe ulaşmak için: Basra'da, Kûfe'de bile bulunamayacak ölçüde âlim olmak"... "Türko"nun herkese birşeyler verebilecek bir "okul" niteliğindeki "roman"ınm 12 yaşma değin olan bölümü böyle. Burada kimi yer ve kişi adları değişik olarak yer almışsa da, çoğu aynı. "Belgesel". Yer alan kitap, ders adları gerçek; dinsel konular da her zaman gösterilebilecek temel İslam kaynaklarma dayalıdır. Anlatdanlara islerseniz "roman" demeyin. "Romanlaşan gerçekler"... Edebiyattaki "edeb"li "aydın"ım bilir misin nedir "kulleteyn"? Ve bilir misin onu yaratan Şeriat nasd bir ilkelliktir? "Türko" ise onun içinde gelişen "ölüm"ü. Bilir misin? 345 Y A Z A R I N " K U R ' A N A N S İ K L O P E D Î S Î " N E İ L İ Ş K İ N İ L G İ L İ Ç E V R E L E R İ N G Ö R Ü Ş L E R İ N D E N B İ R D E M E T Kur'an" AnsikİGpedisi'nin hazırlandığım duyduğum zaman sevincim çok büyük oldu; çünkü bu tür bilimsel ve ciddi eserler, bizim din bilgini geçinenlerin dışındaki bilginler, çoğunlukla da müslüman olmayan bilginler tarafından hazırlanmıştır. Örneğin Kur'an dizini, Flügel tarafından, altı mıaeber hadis kitaplan dışındakileri de içine alarak muazzam bir karşılaştırmalı, konulan tasnif edilmiş hadis konkordansı da Vensink tarafından, yıllarca harcanan bir emek ürünü olarak yayınlanmıştır. Bunlardan daha önemli olan elimizdeki Kur'an Ansiklopedisi bu kez bir Türk bilirri adamı tarafından hazu-lanmıştır. Yazar Turan Dursun, uzun yıllar Ankara TRTsinde din ve ahlak yaymlanm yönetmiş ve yine uzun bir süre Sivas Müftülüğü yapmıştu". İslam! bilimleri ve arapçayı hakkıyla bilen Turan Dursun bu eseriyle islamm gerçek amaçlannm, ilkelerinin iyice anlaşılarak hurafelerden uzaklaşılmasiiîa hizmet edecektir. O, Kur'an'daki bütün sözcüklerin ve terimlerin kökenlerine inmiş, niçin ve ne anlamda kullamldıklannı, olaylann akışı arap-islam topluluğunun gelişişi sentezleriyle işlemiştir. Bu niteliğiyle bu ansiklopedi, ünlü ingilb. arâp edebiyatı uzmanı Arthur JEFFERY'nin hazırlayıp 1938'de Mısır'ın JCahire şehrinde basürdığı "The Foreign Vocabulary of the Qur'an" adlı eserinden daha önemlidir. Çünkü A. Jeffery, sadece Kur'an'daki sözcüklerin kökenlerini saptamıştır. Sayın Turan Dursun ise, aynı şeyi yaptıktan başka; alındıkları dillerdeki asd anlamlarını karşılaştırarak sonuçlar çıkarmışör. Türkiye'cte ve dünyada ilk kez yaymlanan bu Kur'an Ansiklopedisi sayesinde bu konunun müslüman ve gayr-i müslim meraklıları, tamamiyle ana kaynaklara ve sağlam belgelere dayanılarak hazırlanmış bilgileri elde etmiş olacaklardır. Bu nitelikleri dolayısıyla bu değerli esere, din!, sosyal ve tarihi alanlarda eğitim yapan okullann büyük ilgi duyacağmı umuyorum. . Memleketimize böylesine değerli bir eser kazandıran T. Dursun'u tebrik eder, basanlar dilerim. Prof. Dr. Neşet ÇAĞAT 346 Kur'an yalnız İslâm dininin değil, İslâm hukukunun da an kaynağıdır. Bundan dolayıdır ki, Kur'an'm hukuk kurallannı içere ayetlerinin ne zaman, hangi olay üzerine ve niçin geldiklerinin iyio irdelenip açıklanması çok önemlidir. Aynca Kur'an'da sonradan geleı bir âyet daha önce gelen bir ayetle çelişiyorsa, önce gelen âye "mensuh" hükümsüz sayıldığından vc bu husus Bakara sûresinin lOf âyetindeki: "Her hangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldım: vey unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerin getiririz..." hükümü teyid edilmiş olduğundan, hukuk bakımmdâı hangi âyetin, hangi âyetle neshedilmiş olduğunun tartışmasız olaral saplanması da özel bir önem taşır. Bütün diller durmadan değişmektedirler. Sözcükler anlamlann yitirmekte, yeni anlamlar kazanmakta, değişik anlamlara gelmektedirler. Bir örnek vermek gerekirse: Elli yıl önce doğrudaı doğruya "aldaünak" demek olan "iğfal etmek" bugün gazetelerimiz sayesinde "ırza tecavüz etmek" anlamında dilimize yerleşmiş bulunmaktadır. Bundan ötürü âyetlere anlam verirken, sözcüklerin bundan 1400 yıl önce ne anlama geldiklerini bilmek ve âyeüeri ona göreanlayıpyommlamak gerekir. Çok uzun ydlar önceden tanıdığım ve bilimsel kişiliğine, yorulmak bilmez çalışma aznîine ve eski arapça bilgisine hayran olduğum Sayın Turan Dursun'up "Kur'an Ansiklopedisi" adi allında Kur'an'ı ansiklopedik açıdan inceleyen ve yalnız hukuk sorunlannı değil Kur'an'm içerdiği bütün sorunları kapsayan bir yapıt hazulamış olduğunu öğrenmem beni çok sevindirdi. Bu yapıtın "Allah" maddesini inceleyince Sayın T. Dursun'un yapıtını tam bir vukufla, objektif ve çağdaş bilim yöntemlerine göre hazırlamış olduğunu gördüm. Bu büyük yapıt yayınlandığında konunun her yönü ile ilgili herkesi doyurucu olacağından ve ülkemizde büyük bir boşluğu dolduracağından hiç kuşkum yoktur. Yapıtı hazırlayan Sn. T. Dursun'u ve yayınlayacak olanlan şimdiden kuüanm. |
Başı kocaman sanlı, bumu dolma gibi, kat kat giysili, şişman birkoca
kan. "Kınktan - çıkıktan çok iyi anlar"mış. Kola baktı, - Bi şey yoh. Birez incinmiş. Şimdi sararım, bir - iki güne' kalmaz geçer. . Bir şeylerle sardı. Karşılığında da, götürülen yumurtâlan aldı. Eve gelince Fayık, Memet'in tutumunu anlattı anasma: - Ana bu Memet var ya! -Hee! - Duran kızağım alınca beddua etti. "İnşallah düşer-ölürsün" dedi. Memet de oradaydı. Anası: - Kel fesat, sen beddua ettin de, oğlan düştü kızahtan. Sen ona gurban olasm. O, bir tek oğul; Ağzı da Kur'an'lı. Senin gibi kâfirin dölü değil. Memet başladı kendini savunmaya. - Ana ben ne ettim ona? Kendi düştü. "Zeten" kaymasını bilmir. Ohumahtan başka neyi bilir ki. »Savağın biri". Anası elindeki süpürgeyi fırlattı ona. - Seni hmzınn dölü. Bir de konuşirsiri hee! Ve Memet'i önüne kaüp kovaladı.- * * * Ahmet enişte ("Cınk Ahmet") homurdamyordu. - Bu oğlan buraya yemeye, içmeye, oynamaya mı geldi.. Türünden. Ne ki Refik vardı. Ve babası, Refik'e karşı pek ileri gidemiyordu. Refik, dayısının oğlunu tutuyordu, överek ve övünerek de sağda solda anlatıyordu onu. O da artık okuması gerektiğini düşündü; müftünün evinin yolunu tuttu. Elinde kitaplarla vardı müftüye. Müftü, görür görmez tanıdı. Müftünün elini öptü. - Berhudar ol oğul. Demek aıtıh burda ohuyacan. 334 -Hee. - Ey oldu, ey. Ben sene yazı da örgetirim. Müftü Şükrü Baleı'nın "hattatlığı, her yerde söylenirdi. Türlü türlü kalemleri, türlü türlü boyalan vardı. Yazdan, inci gibi dizerdi. Ve ilk derse başladılar. "Kur'an ve hadis ezberi"nden, "Teberrüken", yani kutlu, uğurlu olsun diye.. Daha sonraki günlerde de öteki derslere geçilecekti. 335 59 Tütak'm bağlı bulunduğu Ağrı (Karaköse), hayvancılığın baskın olduğu bir ildir. Kentin içinde değilse bile, köylerinde, çoğu kasabalannda, Kürtler çoğunluktadır. Ve oldukça sert geçen, uzun süren kışlarla; "bey"ler (beg), egemendir. Büyük ağalara, genellikle "bey" denir. Her birinin en az, üç - beş (kiminin yirmi - otuz) köyü bulunur. Kışlarla "bey"ler, halkın değişmez gerçeklerindehdir. Kıllara da, beylere de "Tanrısallık" verilir. Beylerin kimi yalnızca "bey"dir. Hâlis bey, İbrahim Bey gibi. Kimiyse hem "bey"dir, hem de "şcyh"lir. Kasım Kührcvı gibi. Yalnızca "bey" olanlar da, "şeyh"lerie içiçedirler. Hepsinde Tann adına iş yapma, bekçilik etme özelliği görülür, gösterilir. Halksa genellikle yoksul ve "dünya nimeıleri"nden yoksun. Aynı durum Tutak'ta da geçerlidir. Tutak, Murat Irmağı kıyısında kurulu, en eski ilçelerden. Büyükçe bir köy. "Hokumat"ı (Kaymakamlık), minareli camisi ve küçük bir çarşısıyla aynlır öteki köylerden. İçinde Türkler çoğunİukta, köylerindeyse Kürtler. Sürekli bir Türk-Kürt çatışmasına tanık olunur. Bunda da en büyük rol oynayan "bey"lerdir. Beyler, partilere, parlamentoya da girerler. Böylece siyasal çekişmelerde de rol alırlar. Yani Türk - Kürt kavgasında,'bunun uzantısı da bulunur. Kürt beylei:, Kürtlere sahip çıkma çabalarını sergilerler halk arasında. Ama "resmi" makamlarda, "biz Kürdüz" demezler. Tersine, koyu "Türk" ve '"Türkçü" olurlar. Tutak'taki hemen hiç eksilmeyen Türk - Kürt çatışmalarında, küçük çaph ve "kahraman" olarak ortaya atılan Türk beyler (Receb Bey, Bedri Bey gibi) ile, Kürt beyler birbirlerine girerler, birbirlerini öldürürler. Müftünün evli kızıyla oynaştığı söylentisi çıkan Reşit Bey, Tutak'ta öldürülmüştür. Bedri Bey, "kahraman" olarak ortaya atılıp, gizli gizli "- Onu ben öldürdüm!" demiştir. Ve Bedri Bey de, "Kürtler" fârafmdan öldürülmüştür. Reşit Bey, Hâlis Bey'in kardeşidir. "Kürt" oldukları, Türk - Kürt çatışmasında vebasında yer aldıklan halde, soyadlân: Öztürk'tür. Yani soyadları güven, cesur, yılmaz, aydın., olan kimselerin bu soyadlannın gerçekte güvenilir, cesur, yılmaz, aydın., olmalarına yetmediği gibi, bu beylerin soyadlannın "Öztürk" olması 336 ita, yöredeki "Türklerle mücadele"den vazgeçmelerine yetmiyordu. Resmen "Öztürk"tüler. Hâlis Öztürk, DP'den milletvekili olacak, Yassıada'ya gönderilecek, ünlü mahkemede Türkçeyi güçlükle konuşacak. Vc 27 Mayıs'tan sonra çıkarılacak bir yasayla, ağalığı dağıünaya yönelik olarak, kimi kardeşleriyle birlikte aile bireyleri, ynıdun başka kesimlerine göçmeye zorlanacakur. Ne var ki daha sonra, hcrşcyin eskisi gibi olduğu, beylerin daha da güçlendiği görülecektir. Tutak Müftüsü Şükrü Balcı da, küçük çaplı Türk beyler arasmda yer almaktaydı. Yani maddi durumu, orta durumlulardan daha iyiydi. Türk olmakla birlikte, Kürtlerle olan çaüşmanm içine girmemekteydi." Kürt beylerle iyi ilişkiler içindeydi. Belki de evli kızmm Reşit Bey'Ie dost olması ve oynaştıklan yolundaki söylentiler, müftünün bu tutumunun uzantısmdan kaynaklanıyordu. Müftünün, biri öğretmen iki de oğlu vardı. Selim ve Mustafa. Selim Balcı, iyi bir öğretmen olarak tanınırdı. Ama kimilerince "dinsiz" olarak nitelenirdi. Bunun da. Selim Bey'in, kimi namazları aksatıyor olmasından ileri geldiği söylenebilir. Yörede "dindarlık" baskın olduğu için, bir "müftü oğlu"nun, "çok sofu" olması bekleniyordu. "Çok sofu" olmaksa, öğretmenlikle kolay kolay bağdaşamıyordu. Cumhuriyet Dcvlcti'nin o dönemlerinde, milli eğilimde, "laiklik" egemendi, ödünler başlatılmamıştı daha. Müftünün aile bireyleri içinde cn göze çarpan, karısıydı. İki metreye yakın boyu vardı, şişmandı. Ve o dönemin ölçülerine göre "açık" bile sayılabilirdi. Çarşaf filan giymczdi çünkü. Kocasına, yani müftüye, "efendi hazretleri" diye seslenir olsa da, egemendi. Onun sözünden pek çıkmazdı kocası. Müftü, kısa boylu, esmer, zayi İla şişman arası, etkili bakışlı, katmerli derili, geniş alınlı ve oldukça zeki bir adamdı. Fötr şapka giyerdi. Ka.skeüibalk kesiminden seçilebilmek için olmalı. Şapkasını, makamındayken bile çıkarmadığı olurdu. Makamı, iki katlı yapıdan oluşan, bahçeli, bahçesinde arı kovanları bulunan evindeydi. Halılar seriliydi. Halıların üst üste serildiği, çevresinde de halı yastıklar 337 bulunan sedirde otorurdu. Sık sık fetvaya gelenler olurdu. Müftünün işi kolay değildi. Çünkü fetvâlanyla yasalara ters düşmemeye çalışırdı. Korkak denecek derecede, hükümetin politikasına, yasalara aykurı davranmaktan çekinirdi. * * * - Müftü efendi, gurban olim, ben bir "poh yedim"! - Ne yedin, ne yedin?! - Bir "poh yedim de ağzımdan şart çıhtı"! - Tevbe esteğfirullah. Ola sen ne diyirsin?! - Hele dur ki gurban olim, başıma neler geldi! Başım bata!!! -Söle hele ne oldu oğul? İriyan, kemikli, çilli, gür kaşlı, uzun bıyıklı genç bir adam. "Yüzüm ayağın altına" (yani utanıyorum beni bağışla) diyerek başladığı olayı anlattı: Tezekliklerden komşu kansınm tezek çaldığını görmüş. Bir ses çıkarmamış, iki ses çıkarmamış, sonunda dayanamayıp uyarmış; bir daha çalmamasını söyleniiş. Gelin görün ki, kadın suçunu kabul etmemiş, üstelik de, "melek gibi" yüzüne hiç de yakışmıyacak biçimde bağırmış - çağırmış. Adama "iftira" bile atmaya kalkmış. Adam da kızınca demiş ki: "Eğer bi daha tezeğimizden çalarsan, ben de seni yatırıp s.mezsem; ü ç t e n dokkuza şart olsun"! "Üçten dokuza şart" ağır bir şey. Kannm, yani bunu ağzından kaçıran kişinin karısının "üç talâkla boş" olmasına yol açabilecek bir durum sözkonusu. Adam eğer, tezek çaldığını söylediği kadını, dediği gibi "yatırıp şey etmezse", kendi kansı "üçten dokuza", yani bütünüyle "boş" olacak. Somyordu adam: - Şimdi söle gurban olim, ben şimdi "ne poh yiyim"? - Oğul senin işin zor. ' Adamın karısı da durumun ciddiliğini kavramış .olmalı ki, söylediğine göre kadın: "- Aman herif, get o kanyı şey et de bu 338 telâdan gurtulah." demiş. Şimdi adam ne yapsm? Tezeği çalan kadmı, nasıl tutsun da "yatırıp şey etsin"? Haydi yatınp dediğini yaptı diyelim; bu, bir "zina" olmaz mı? - Müftü efendi, gurban olim, kitapta bir yerini bul, beni gurtar. Böl de sene bir koç getiririm. - Senin koçun senin olsun oğul. Koçu-moçu buah da, ağzından om nası çıhtıysa onu söle! - Söledim gurban olim, tam söledim. îşte öle dedim. Genç adam bir daha anlatü söylediklerini. Müftü yüzünü buruşturdu, kafasını kaşıdı. Sonra raftaki kitaplardan birine^ "Ali Efendi Fetâvası"na uzandı. Alıp karıştu-dı, karışürdı. Sonunda bir çözüm buldu. - Sen o karıya "ben dc seni yaürıp s.mezsem." deriken, bir zamana bağlamadın değil mi? -Nası yani? . - Yani "felân günü seni yaürıp s.mezsem.." demedin? - "Heyir" (hayır), öle demedim. ;- Elese korkhma. - Aman gurban olim müftü efendi, Allah senden razı olsun, bcq gurtulacam hee? - Hee. Yahnız o karı ölür.se, o zamana "keder" (kadar) dediğini yapmadığm için, karın boş olur. , - Ölmez, o kan ölmez. "Ne baba deyir ki ölsün". - Haydi get bi daha ele halt etme. - Allah razı olsun, Allah çocuklarını bağışlasın. Adam müftünün elini öperken son derece memnundu. 339 60 Müftüden aldığı dersi yapıyor, arasıra da çocuklarla oynamaya gidiyordu. Oyundan döndüğünde, üstü başı su içindeydi. Bibisi, üstünü çıkarıu, kuru giysiler verip giydirdi. Arkasından da bir müjde verdi: - Tenekeci Mevlit'giie gedeceyik. Onlarda bir şey var, içinde cinler varımış gibi sesler çıbarir. Tenekeci Mevlit'ler, onların "ahbap"lanydı. Zaman zaman karşılıklı oturmaya giderlerdi. Tutak'la iyi durumlu olanlardandı Tenekeci Mevlil'ler. "Gramafon"ları bile vardı. İşte "içinde cinler varımış gibi sesler çıharir." denirken sözü edilen buydu. Çilliler Tenekeci Mevlii'lere. Karşılandılar, oturtuldular. Ve "gramalon" çalınmaya başladı. Aygıt ve aygıttan çıkan sesler, çok "acayip" gelmişte ona."Acâip vc garaiplerdendir" diye düşündü. "Kıyamet alâmetleri"ndenmiş gibi geldi. "Dcccâl'in âleti olmasın?" Ürperdi. "İçinde ya cin, ya da küçük insanlar var. Yok.sa bu .sesler nasıl çıkabilir?" Bir şeye yoramadı. Bi yandan dikkatle dinliyor, bi yandan da aygıtın o yanına, bu yanma, allına, ü.siünc bakıyordu. "İnsanlar bunun içine giremez-ki. Ama cinler girer. Cinler her şeye girer." Kafası alı üst oirnuşlu. Evin bireylcriysc, onun, aygıun orasına burasına bakmasını, incelemesini vc şaşkınlığını görüp gülüşüyorlardı. Bu arada "cin"lcrdcn konuşulmaya başladı. Çünkü "Erzurumlu cindâr (cinci) hoca" gelecekti o akşam. Onlara gelecekti. Sonra bir komşuya gidilecek, komşunun "cin tutan" kızma baktınlacaktı. "Zavallı kız kurtarılacaklı cinlerin elinden". Hoca daha gelmeden konuşmalann hemen hemen tek konusuydu. Övülüyordu sürekli. "Zincire vurulmuş delileri bile kurlarıyor"muş. "Cinlere hükmcdiyor"muş. Yalnız hocanın kendisi de biraz "cinli"ymiş. "Deli gibi"ymiş. "Cinlerle uğraşa uğraşa adam öyle olmuş"muş. "tâa Erzurum'dan getirilmiş"miş. Buradaki "cinlileri kurtardıktan sonra geri gidecekmiş"miş. "Cindar hoca" geldi. Uzun velcara .sakallı. Uzun ve kara cübbeli. Uzun boylu. Kara bir adam. Kuşkulu, ölkeli, "cin cin" bakışlı. 340 - Buyur hoca efendi buyur.. Sedirde, minderin üstüne buyur edildi. Aricasma yastık konuldu. Hoca dik dik bakışlarla çevresini şöyle bir taradıktan sonra, cfibbesini düzeltti, cebinden uzun teşbihini çıkardı. Önüne bakarak Bsbihini çekmeye koyuldu. Arada bir de üu^iyor, silkeleniyordu. Ve dudakları kıpırdıyor, birşeyler okuyordu. "Cin tutmuş kız"ın babası geldi. Hocayla birlikte oradakileri, evlerine davet ediyordu. Ama hepsinin değil, bir - ikisinin gitmesi uygun görüldü. - Bibi biz de gedek mi? - Bilmem ki oğul, ayıp olmaz mı? Yavaş konuşmuşlardı aralannda. Sonra açığa vurdular. Gitmelerinin hiçbir sakıncası olmadığı söylendi. Ve hoca önde, toplanıp gittiler. Halı, kilim serili, sedirli ve geniş bir oda. Hoca yine baş köşeye buyur edildi. Bir süre sonra "cin tuttuğu" söylenen kız getirildi. 15-16 yaşlarında güzel bir kız. İki bölük yapılmış saçları, arkadan, kalçasına dek sarkmış. Uzun entarisi kat kat. Boyluca. Ürkek bakışlı. Özellikle, hocaya korkuyla bakıyor. Hoca, kızla bir odada, yalnız bulunması gerektiğini vc işini ancak öyle yapabileceğini söyleyince bitişikteki küçük bir odaya aldıhir. Yalnız hocanın neler yaptığına, kapının aralığından bakılacaktı. Hocayla öyle anlaşmaya varılmışü. O da bakıyordu kapı aralığından: Hoca cübbesini çıkarıp bir yana koydu. Kıza yakla.şü: - Cinlerin adını söle. - Ne cini, cin min yoh. - Söle kız. Adlarını söle ki, kurlarim seni. - Vallaha yoh. -Gördüklerimde! - Bi şey görmirim ki. . - De kız, beni uğraştırma. - Aman, herife bah, ben ne deyim, bi şey görmirim ki deyim. 341 - Görirsen görirsen, Görirsen de korhirsen, ondan sölemirsen. - Vallaha da gönnirim, biUeha da görnıirim. Hoca kızmaya başladı. Gidip ciibbesinin cebinden bir ip çıkardı. - Bah bu ipi görirsen? Sölemesen seni direğe bağlarım. Ve dögerim. Kız ağlamaya başladı. Hoca daha da kızdı. Öfkesinden gözleri iri iri açılmışü. Kızmki de korkusundan.. Hoca kızı saçlarından yakaladı, çeke çeke götürüp direğe bağladı. Kızda bir çığbk. Acı acı yükseliyor. - Beni kurtann bu herifin elinden! Beni öldürecek!!!! Anası babası çığlıkları duyarken kıvranıyorlar, ama gidip karışmaktan çekiniyorlardı. Hocanın, kızlarını "cin"lerin elinden kurtaracağına inanıyorlardı çünkü. Hoca kızı dövmek için saldırırken bi yandan da ayet ve dua okuyordu. Ne ki okuduklarının tümüne yakını yanlıştı. O da kızın durumuna acıyordu, üstelik hocanın "câhil" olduğunu anlamıştı. Yanındakilere söyledi: - Bu hoca kara câhil. - Sen ne bilirsin, o derin hocadır. Sen çocuhsun daha. - Hoca, vallaha câhil. Ohuduklannm hepisi yannış. Ayeti de, duayı da hep yannış ohin İnanmasaz yann siz de gelin müftüye diyek. Oradakilerden biri iyice anlamak içiıj sordu: - Ey hele dur sen ne diyirsin, cin çıharma yoh mu? Küçük molla "yok" diyemedi. Çünkü öğrenmişti ki İslam'da, temel kaynaklarda bu vardı. Herkesin bildiği "uhruc (ey cin gel çık) duası" Peygamberin hadisine dayanıyordu. Muhammed'in kendisi de, "deli"den, "saralı hasta"dan cin çıkarmışü. "Dua"yla ve uhruc" diyerek "cin çıkarma" işini yapmıştı. Küçük molla bunu "e't-Tıbbu'n-Nebevî"de okuduğunu anımsıyordu. Ayrıca iyice anımsıyordu ki, İslam'ın en büyük "âlim"lerinin derleyip kaleme aldıklan "Peygamberin doktoriuğu" demek olan "e't-Tıbbu'h-Nebevî"ye göre cin çıkarma sırasında deliye ya da saralı hastaya "dayak" da atılabilir. "Cin inatçı" olduğu ve çıkmamak için "direndiği" zaman bu yapılu-. O sırada delinin ya da sarılı hastanın "bedenine atılan sopalar da aslında cinin bedenine aülıyordur". Bütün bunlan okumuştu da o 342 2amanda kafasma pek yatmamışü. "Ginin elle tutulur bir bedeni mi var ki ona sopa vurulsun da tesir etsin" diye düşünmüştü. Yine, de "sağlam hadis'Tere, "büyük âlim"lerin yazdıklanna karşı çıkılmaması gerektiğini biliyordu. Ne var ki, bu "Erzurumlu cindar hoca"nm "cahilliği" belliydi. Okuduğu dualardan ve "yanlış", okuyuşlarından belliydi. Düşündü küçük molla; Şöyle karşılık vermeyi uygun buldu: - Cin çıharma var. Var da, bu hoca câhil. Yannış ohir her şeyi. Türko sözünün önemsenmediğini anlayınca, açıp kapıyı içeri girdi. - Sen hoca değil câhilsin. - Ola sen kifnsin, çıh dışarıî - Ben Arapça ohudum. Molla Nasır'da ohudum, şimdi de müftüde ohirim! Ben sarfı bitirdim, nahivden de taa "Elfiyye"yc geldim. Fıkıh) kelâm, mantık da ohudum. Çok şey ohudum daha da ohuyacam. Büyük âlim olacam. Ya sen? Buraya gelmişin, ayeti, hadisi "yannış" ohirsin. "Çoh yannış". Yarın müftüye deyecem. Kızı da bağlamışsın dögirsin yazıh değil? Deyecem seni müftüye! "Cindar hoca", şaşkına döndü. Bu nedenle de çocuğun sözünü kesmeden öyle dinledi. "Müftü" lafı da onu adamakdh ürküttü. Çünkü "cin çıkarma" İslam'ın temel kaynaklarında varsa da "resmi devlef'te liı görevli ölan "müftü"nün "resmen" onaylayacağı şey değildi. Cinci, kızı bağladığı ipi çözdü. Kız titriyordu. Gözleri de kocaman kocaman olmuştu. İçli içli ağladı. Hoca da ağu" ağır ve suçlu suçlu cübbesini alıp sıvıştı. Cinci hocalar da yörenin gerçeklerinden. "Cinleri topIar"lar, "cüüeri kovar"lar, "cinle;ri yakalamak" için "cinlilere adlarını s0yfctir"ler. Ve söyletmek için de bağırta bağuta döverler. Kuşkusuz bütün bımların karşılığında da "Peygamberden kalma geleneği" yerine getirq> "ücret"lerini alırlar. Alabildiğine yaygmdu "cindar" hocalar., Kimi "az «tein", kimi "çok derin"dir. Ve çok ustadırlar halkı inandırıp kandumakta. * * * 343 "Türko", müftüden ders alıp okuyordu. Ama müftü, "kelâm", "âlet", "mantık" gibi alanlarda pek yararlı olamamaya başlamıştı. Bununla birlikte yararlı olduğu alanlar da vardı: Özellikle "hat", yani yazı sanaü. Kur'an, "tecvid", "fıkıh","hadis" gibi alanlarda da iyiydi. Birkaç ay okudu müftünün yanında, ilkyaz gelmişti. Kimi kuşlar, karlarm eridiği yerlerde, karların altından başlarını çıkaran "kar çiçekleri", arslan ağızlı nevruz çiçekleri ilkyazı tüm kokusuyla yaymıştı çevreye. Sevinciyle, coşkusuyla... Yavaş da olsa doğa "uyanıyor"du. Kar sularının çamurlarla birlikte doldurduğu ve kabarttığı Murat ırmağı, çamurlu, ölkeli, deli deli akıyordu durmadan. Karşıdan karşıya geçişler, "sal"larla oluyordu. Bu arada yeni başlayan köprü yapımı. Kocaman bir şey, köprü yapılan yerde vuruyordu kazıkların tepesine. "Tak, tak, tak". Kafalarına vurulan kazıklar dibe biraz daha batmaktan başka bir yol bulamıyordu. Şâir Mütelemmis'in dediği gibi bu kazıklara acıyan da yokuı. * * * "Türko"nun babası gelmişti. Ve oğlunu alıp götürecekti. Abdul Hoca, Muş'un Bulanık (Kop) ilçesine bağlı Milibar köyünde "imam durmuş"lu. Evini de "Simo"dan oraya taşıyıp götürmüştü. Bu arada yakında bir köyde çok "âlim", yanında "talebe" okutan bir hoca adını duymuştu. "Molla Zahir". Duyar duymaz da gidip hocayla görüşmüş, oğlunun durumunu anlatmış, bundan böyle o hocanın okutmasını istemişti. Molla Zahir de kabul etmiş, söz vermişti. Köyün camii, hocanın öğrencileriyle doluydu. Kartallı köyünde olduğu gibi bu köyde de "faki"ler, camide yatıp kalkıyorlardı. Yemeleri, içmeleri de köylüden sağlanıyordu. KartaHı'da olduğu gibi. Vc yine KartaHı'da olduğu gibi, caminin yakınında " k u l l e t e y n " vardı. "Türko" için yeni bir "kulieteyn"li yaşam başlayacaktı. Yine aynı türden ilişkiler içinde... "Türko" babasıyla birlikte gidecekti. Milibar köyünün ileri gelenlerinden ve okumuş yazmışlarından "Hamza Efendi"nin 13 yaşındaki güzel kızı Sürahi'yle sözlenecekti. Bir yandan da "faki"li. 344 "râtib"li, "kulleteyn"li köyde. Molla Zâhir'den yeni ve daha ileri dersler alacaktı. Okuyacak, okuyacakü...^Aynı hedefe ulaşmak için: Basra'da, Kûfe'de bile bulunamayacak ölçüde âlim olmak"... "Türko"nun herkese birşeyler verebilecek bir "okul" niteliğindeki "roman"ınm 12 yaşma değin olan bölümü böyle. Burada kimi yer ve kişi adları değişik olarak yer almışsa da, çoğu aynı. "Belgesel". Yer alan kitap, ders adları gerçek; dinsel konular da her zaman gösterilebilecek temel İslam kaynaklarma dayalıdır. Anlatdanlara islerseniz "roman" demeyin. "Romanlaşan gerçekler"... Edebiyattaki "edeb"li "aydın"ım bilir misin nedir "kulleteyn"? Ve bilir misin onu yaratan Şeriat nasd bir ilkelliktir? "Türko" ise onun içinde gelişen "ölüm"ü. Bilir misin? 345 Y A Z A R I N " K U R ' A N A N S İ K L O P E D Î S Î " N E İ L İ Ş K İ N İ L G İ L İ Ç E V R E L E R İ N G Ö R Ü Ş L E R İ N D E N B İ R D E M E T Kur'an" AnsikİGpedisi'nin hazırlandığım duyduğum zaman sevincim çok büyük oldu; çünkü bu tür bilimsel ve ciddi eserler, bizim din bilgini geçinenlerin dışındaki bilginler, çoğunlukla da müslüman olmayan bilginler tarafından hazırlanmıştır. Örneğin Kur'an dizini, Flügel tarafından, altı mıaeber hadis kitaplan dışındakileri de içine alarak muazzam bir karşılaştırmalı, konulan tasnif edilmiş hadis konkordansı da Vensink tarafından, yıllarca harcanan bir emek ürünü olarak yayınlanmıştır. Bunlardan daha önemli olan elimizdeki Kur'an Ansiklopedisi bu kez bir Türk bilirri adamı tarafından hazu-lanmıştır. Yazar Turan Dursun, uzun yıllar Ankara TRTsinde din ve ahlak yaymlanm yönetmiş ve yine uzun bir süre Sivas Müftülüğü yapmıştu". İslam! bilimleri ve arapçayı hakkıyla bilen Turan Dursun bu eseriyle islamm gerçek amaçlannm, ilkelerinin iyice anlaşılarak hurafelerden uzaklaşılmasiiîa hizmet edecektir. O, Kur'an'daki bütün sözcüklerin ve terimlerin kökenlerine inmiş, niçin ve ne anlamda kullamldıklannı, olaylann akışı arap-islam topluluğunun gelişişi sentezleriyle işlemiştir. Bu niteliğiyle bu ansiklopedi, ünlü ingilb. arâp edebiyatı uzmanı Arthur JEFFERY'nin hazırlayıp 1938'de Mısır'ın JCahire şehrinde basürdığı "The Foreign Vocabulary of the Qur'an" adlı eserinden daha önemlidir. Çünkü A. Jeffery, sadece Kur'an'daki sözcüklerin kökenlerini saptamıştır. Sayın Turan Dursun ise, aynı şeyi yaptıktan başka; alındıkları dillerdeki asd anlamlarını karşılaştırarak sonuçlar çıkarmışör. Türkiye'cte ve dünyada ilk kez yaymlanan bu Kur'an Ansiklopedisi sayesinde bu konunun müslüman ve gayr-i müslim meraklıları, tamamiyle ana kaynaklara ve sağlam belgelere dayanılarak hazırlanmış bilgileri elde etmiş olacaklardır. Bu nitelikleri dolayısıyla bu değerli esere, din!, sosyal ve tarihi alanlarda eğitim yapan okullann büyük ilgi duyacağmı umuyorum. . Memleketimize böylesine değerli bir eser kazandıran T. Dursun'u tebrik eder, basanlar dilerim. Prof. Dr. Neşet ÇAĞAT 346 Kur'an yalnız İslâm dininin değil, İslâm hukukunun da an kaynağıdır. Bundan dolayıdır ki, Kur'an'm hukuk kurallannı içere ayetlerinin ne zaman, hangi olay üzerine ve niçin geldiklerinin iyio irdelenip açıklanması çok önemlidir. Aynca Kur'an'da sonradan geleı bir âyet daha önce gelen bir ayetle çelişiyorsa, önce gelen âye "mensuh" hükümsüz sayıldığından vc bu husus Bakara sûresinin lOf âyetindeki: "Her hangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldım: vey unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerin getiririz..." hükümü teyid edilmiş olduğundan, hukuk bakımmdâı hangi âyetin, hangi âyetle neshedilmiş olduğunun tartışmasız olaral saplanması da özel bir önem taşır. Bütün diller durmadan değişmektedirler. Sözcükler anlamlann yitirmekte, yeni anlamlar kazanmakta, değişik anlamlara gelmektedirler. Bir örnek vermek gerekirse: Elli yıl önce doğrudaı doğruya "aldaünak" demek olan "iğfal etmek" bugün gazetelerimiz sayesinde "ırza tecavüz etmek" anlamında dilimize yerleşmiş bulunmaktadır. Bundan ötürü âyetlere anlam verirken, sözcüklerin bundan 1400 yıl önce ne anlama geldiklerini bilmek ve âyeüeri ona göreanlayıpyommlamak gerekir. Çok uzun ydlar önceden tanıdığım ve bilimsel kişiliğine, yorulmak bilmez çalışma aznîine ve eski arapça bilgisine hayran olduğum Sayın Turan Dursun'up "Kur'an Ansiklopedisi" adi allında Kur'an'ı ansiklopedik açıdan inceleyen ve yalnız hukuk sorunlannı değil Kur'an'm içerdiği bütün sorunları kapsayan bir yapıt hazulamış olduğunu öğrenmem beni çok sevindirdi. Bu yapıtın "Allah" maddesini inceleyince Sayın T. Dursun'un yapıtını tam bir vukufla, objektif ve çağdaş bilim yöntemlerine göre hazırlamış olduğunu gördüm. Bu büyük yapıt yayınlandığında konunun her yönü ile ilgili herkesi doyurucu olacağından ve ülkemizde büyük bir boşluğu dolduracağından hiç kuşkum yoktur. Yapıtı hazırlayan Sn. T. Dursun'u ve yayınlayacak olanlan şimdiden kuüanm. |
Prof. Dr. Coşkan Üçok
347 Bundan birkaç yşıl önce bir rastlantı sonucu kendisiyle tanıştığım Turan Dursun, bana, bir Kıu'ari ve hadîs ansiklopedisi hazırladığmdan söz etmişti. Ancak bu eserle ilgili bir şey görmediğim için, kendisine sadece eski deyimle: "sayın meşkûr olsun" demekle yetinmiştim. Bu kez incelemem ve bu konudaki düşüncelerimi bildirmem amacıyla ansiklopedinin "Allah" ile ilgili maddesini getirdiler. Bu maddeyi büyük bir ilgil ile okuduğumu önceden belirtmek isterim. Genellikle yeni ortaya çıkan her din, insanlan uzun süre etkisi altında bırakan bir heyecanı da birlikte getirir. Bazan uzun, bazan da kısa bir süre sonra, daha çok duygusallığa dayanan bu heyecanın yerini, ona nalcn olan inançları, akıl vc mantıkla bağdaşurma çabası alır. Bu çaba daha çok bu inançlann gerçekliğini ispata yönelik olur. Çoğu kez böyle olmakla birlimle, pek az da olsa, bu çalışmalar, dinsel inançlara ters düşen bazı gerçeklerin onaya çıkmasına yiudım eder. Yeni dinin inançlarını içeren kutsal kitapların, çoğu kez insanları etkisi akında bırakan kısa ve özlü ifadeleri, çok geçmeden, bunları yeleri kadarlanlayamayanlar ya da yanlış anlayanlara açıklama gereği duyulur. Böylece dinin gerçek yanıyla, onu yanlış uygulamak suretiyle bağnazlığa varan yanının açıklanması sağlanmış olur. Bu konuda bilgisi lam olanların djnscl bir bağnazlığa sapmamasına karşın, bu alanda yeler derecede bilgi sahibi olmayanların, çoğu kez bağnazlığa saplandıklan görülür. Ülkemizde son zamanlarda görülen dinsel bağnazlık da, bu konudaki bilgi yetersizliğinin sonucudur. Dinsel alandaki bu bilgi yetersizliğini gidermek amacıyla Turan Dursun tarafından hazırlanan bu eserin ülkemizde başlayan dinsel bağnazlığın giderilmesinde büyük yararlar sağlayacağı ümidindeyim. Yazar bu amaca ulaşmak için, bir yandan gerçeklen kılı kırk yararcasma islamiyclin başlangıcından itibaren bilinen ya da ileri sürülenleri birer birer nakletmekten çekinmemiştir. Bütün bunlara ek oku-ak, şimdiye kadar hiçbir dinsel yapıtla rastlanmayan açık ve seçik bir ifade kullanılmış olması da ansiklopedinin değerini bir kat daha artırmaktadır. Sonuç olarak, bu yapıün bir an önce yayınlanması, ülkemiz kültürü için bir kazanç olacaktu". Prof. Dr. Tahsin YAZICI 348 Şimdi bir Kur'an Ansiklopedisi'yle karşı karşıyayız. Bu ansiklopedi, sözü edilen ihtiyacı karşılamakta, Kur'an-ı Kerim-in orijinal ve geniş bir sözlüğü mahiyetindedir. Bir sözlük ve ansiklopedi olarak bu alanda ilk kez görülmektedir. Bazı bölümlerini okudum ve inceledim. Tefsir, tarifet, hadis ve ana kaynaklara dayanmaktadır. Sonuçlarda bazı yorumlar tartışmalı olsa da, bu yöntem, ilk kez Türkiye'de, İslam üzerine düşünen öğrenci vc araştırmacılara kolaylık sağlayacak, yeni olay vc anlamlara göre yapılacak yorumlara olanak hazırlayacaktır. Bu nitelikte bir eseri düşünen, büyük uğraşlarla ortaya koyan ve destek olup yayıma hazırlayanları, yayınlayanları kutlar, ileride bu yoldaki çalışmalarını daha da geliştirmelerini ve mükemmeliyetlere ulaştırmalarını ümit ederim. Dr. Lütfi DOĞAN Kur'an Ansiklopedisi. Şimdiye kadar olmayan, ama ihtiyacı duyulan bir ansiklopedi. Diyanet teşkilatında Merkez Vaizi, Müfettiş olarak görev yapagelmiş bir insan olarak belirteyim ki, bu ansiklopedi büyük bir boşluğu dolduracak. Çünkü: 1- Çağımız insanı artık öğreneceklerini cn kısa zamanda öğrenmek ister. Kolay ve hemen. Çünkü fazla zamanı yoktur. Kur'an'daki konuları hemen aniamaksa oldukça zor. Aranan, ancak uzmanlarca bulunabilir. Diğer müslümanlara, insanlara, öğrencilere gelince işıc o zaman konuların bir ansiklopedi kolaylığı içinde bulunması gerekir. Kur'an ansiklopedisi bu kolaylığı sağlayacaktır. Aranan konu kolaylıkla bulunabilecektir. 2- Kur'an'daki kelimeler, hangi ayetlerde, hangi anlamlarda yer aldıysa bulunabilecektir. 3- Ayetlerin anlattıkları ve hükümleri alanında İslâm otoriteleri neler söylemişler ve nc gibi görüşler bclirtmişlerse yine kolaylıkla bulunup anlaşılabilecektir. , 4- Ansiklopedinin dili anlaşılu- bir dil olarak seçildiği için karışık ve karmaşık konuların da anlaşılmasını kolaylaştıracakür. Arapçayı ve konuları çok iyi bildiğini bildiğimiz Turan Dursun'u ve yayınlayanları, böyle bir eseri hazırlayıp yayınladıkları için tebrik ederim. Hamza AYAN 349 Kur'an, İslam'm temel dayanağıdır. Onun için de çok iyi bilinmesi gerekir. İyi bilinmesiyse, en başta "kelime"lerin bilinmesine bağlıdır. Hangi kelime, nereden nasıl gelmektedir, hangi anlamı yahut hangi anlamları içine almaktadır, "kıraat vecih"i, ayctlerdeki "vecih"leri, yani hangi ayetle hangi manaya geldiği, İslam otoritelerinin nasıl ele aldıklan, hangi görüşte birleştikleri yahut ayrıldıklan...? Bütün bu yönleriyle bilinmelidir. Bütün bunları derli toplu anlatan kitaplar son derece azdır. Olanların da dilleri çok ağırdır. Her Arapça bilen kolaylıkla işin İçinden çıkamamaktadır. Temel İslâmi kaynaklar Arapça'yla yazılıdır. Bunlaı^ı anlayanlann sayılanysa yok denecek kadar azdu". Ayrıca şimdiye kadar yazılı kitaplardan, yukarıda belirtilen çapta bilgiler elde etmek, kanşık olması nedeniyle de zordur. Şimdi büyük bir memnunlukla öğreniyoruz ki, dünyada ve ülkemizde ilk olarak bir işe girişilmiş ve gerçekleştirilmiş bulunmakta, bir Kur'an Ansiklopedisi meydana getirilmiş bulunmaktadır. Bu, çok büyük bir hadisedir. Artık herkes Kur'an'daki kelimeleri kolaylıkla anlayabilecektir. Aradığını alfabetik olarak düzenlenmiş olan ansiklopedide bulup öğrenebilecektir. Yalnız kelimeleri değil, Kur'an'm içine aldığı konulan da öğrenebilecektir. Arapçayı temel kitaplarından okuyup öğrenmek vc öğretmek için yıllarca çaba harcamış biri ve ayrıca bir hâfız olarak belirunek isterim: Bu ansiklopediyle, Kur'an ayetlerinde ve ilgili hadislerde ne var ne yok; İslam otoritelerinin görüş ve yorumlanyla birlikte öğrenme imkânı, müslümanlara, inceleyicilere sunulmaktadır. Bütün müslümanlara, öğrencilere ve öğremıenlere yürekten tavsiye ederim. İsmail GÜL 350 G Ö R Ü Ş L E R İ N İ Z İ L Ü T F E N Y A Z I N I Z Kulleteyn, kendi alanında çok önemli bir özelliktedir. Bu kitap birçok yönden ele alınıp değerlendiriledektirv Görüşler, tartışmalar olacaktır. Şimdiden başka birçok dile çevrilrriesi de düşünülmektedir. Kitaba ilişkin görüşlerinizi lütfen bildirin. Bu görüşler değerlendirilecek; kimi bu kitabın öteki baskılarında, kimi de aynca basılacak, yayımlanacaktır. Şimdiden teşekkürler. Görüşlerinizi bildireceğiniz adres: P.K. No:57 Üsküdar - İstanbul |
Turan Dursun'u genelikle " din bu" serileri ile tanımaya başlarlar.
Turan Dursun'u şahsen " kulleteyn" ile tanıdım. Turan Dursun'nun ölümüne belkide bu konu sebeb oldu? Kulleteyn konusu okunması gereken bir yazı. Neva bu konuyu usanmadan buraya işlemiş. Guncelleyelimde forumda gezmeyi sevmeyen siyasal islamcilar okusunlar. Halk arasındaki islamın yaşantı biçimine surekli " islam bu deil" diyen şaklabanlar biraz da olsa kendilerine gelse diyecegimde . Nerdeeee. Türkiyenin gelişmemesine birinci sebeb SİYASAL İSLAMCILARDIR. Okuyun. Neva emek vermiş. |
Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 14:43 . |