Konu: Kulleteyn
Tekil Mesaj gösterimi
  #11  
Alt 29-09-2012, 22:49
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

52

Zahir - Sen yaptın! - MüStetİT - Yapan sen! - Mef Uİ.. Hayır olmuyor
bir türlü. Osuruğun değilse de konunun etkisi sürüyor. Sen, sen,
sen!!! - Basra'lı âlim.. - Sen ossurdun! - Kufe'li âlim, direklenmiş
nur.. - Yapan sensin işte! - Vallahi'l-Azîm ben değilim!!! - Onu yapan
kimse; osurmamışda "mütâlaa"nm içine etmişti sanki!
Osuruklu düşlerle dolu bir gece. Uyanış. Kulleteyn. Abdest.
Namaz. Râtib. Metin ezberi. Gün ilerlemişti epeyce.
Recep gelmişti. Coşkulu gözüküyordu:
- Celâl hoca belâsını buldu.
- Ne dirsin, ne oldu?
- "Hâlo Şivân6"lardan Husso'nun ineğiyle yakalanmış. Sonra da
kendisiyle..
-?!!
Anlattı Recep: HâfizCelâl, köyden biraz uzakta Otliyan ineği tutmuş,
uygun bir yere götürmüş. Bir yarın alUna. Kimsenin kolayca
bir yer. Oh ne güzel. Bir de söğüt ağacı. Bir ip aramış
ineği bağlamak için. Bulamayınca, şalvarının uçkurunu çıkarıp onunla
bağlamış söğüde. İneği yara yanaştırmış. Güzel. Yanaşmaya çalışmış.
Ama olmuyor, inek yüksek geliyor. Taş-maş getirip ayağının altına
koymuş. Bu kez olmuş gibi olmuş, ama yine de tam değil. İşte yarın
eteğinde uygun bir yükseklik. Hem de merdiven gibi. Kim yapmışsa
Allah razı olsun! Çok uygunmuş. Biraz da kendisi yontarak, kazıyarak
kendine göre uygunlaştırmış. Şimdi iyice tamam. Ve başlamış ineğe
gönlünce yanaşmaya. Hem de ne yanaşma. İnek te tam "inek"! Mübarek
hayvan, boynunu uzatmış ileriye. Arkasını da hafıza vermiş. "Tes¬
limiyet" buna derler. İşin kıvamını bozmamak için kıpırdamamış bile.
Ve keyfine sınır olmayan Hâfiz Celal başlamış "şey" etmeye. Bir gidip
gelmiş. Herşey yolunda giderken, aman o da ne: Tepesinde biri.
Nereden çıktın sen be Allah'ın belâsı! Yarın üstünde. Kendi deyimiyle
"kıllı Kürt"! Ne fena, ne korkunç şey! Ne yapsın şimdi? Toparlanmaya
Uçkurunu inekten alıp şalvarına geçirmeye davranmış. Ne
var ki daha toparlanamadan "kıllı Kürd"ü karşısında bulmuş: Kulleteynin
ayrılmaz "taharetçi"lerinden Husso. Dikilmiş duruyor. Son derece
53
soğukkanlı. O denli de ÜrkÜnç. Azrail Aleyhisselâm'm ikiz kardeşi.
Elinden kurtulup kâÇlTlâk bir "muhâl" (olanaksız). Hiç mi hiç
konuşmadan heykel gibi durmuş bir süre. Sonra giydiği şalvannı
bağlamaya çalışan Hâfiz'aonu çıkarmasını söylemiş. Ne yani, ne yapmak
istiyor bu azman?! Ne yapmak istediğini hiç konuşmadan anlatmış.
" - Sen benim ineğimi becerdin, ben de seni becereceğim!" an¬
lamında. Çok soğuk ve keskin biçimde. Aman zaman yok. Adalet mi
bu, ineğe karşı İnsan?! Öyle ama ne yapılabilir? Celâl düşünmüş;
belânın böylesinin işaretine boyun eğmekten başka yol bulamayıp
sıyırmış bacağındakini. "İnek" gibi o da teslim olmuş. Hem de
Tanrı nm işine bakın ki "Allah'ın kıllı Kürdü"ne. Bir de bakmış ki
gerçekten de kıllı kıllı bacaklar. Yalnızca bacaklar mı, orası da ve altlüstü
de. "Aman Allah'ım!" Husso girişmiş. Yine hiç konuşmadan. Ve
bi güzel becermiş. Asıl inekse başını çevirip bakıyormuş olup-bitene.
"Meiûl melûl.." Artık olan olmuş. Hiç değilse başkaları görüp duymasa.
Hâfiz şalvarını ivedi ivedi giymiş, uçkurunu takıp bağlamış.
Yürüyüp gitmeye hazırlanırken, ah işte birileri daha. Ulan bu it sürü
nereden de çıkar böyle? Bİ anlık şaşkınlıktan sonra tüymüş. Ardına
bakmadan. Gelin görün ki iş duyulmuş. Celâl belki de kaçarmiş şimdi.
Yani artık Kartalll'da kalamayabilirmiş. olayı ört-bas etsinler diye gidip
"hüküm" (etki) sahibi kimselere yalvanyormuş. Molla Nasır'a,
Şeyh Şaban'a, Molla Zeki'ye.
"İneğin namusu" da önemli. Ama çok daha önemli olan "livata"
(erkeğin erkeği düzmesi). Şafiî mezhebine göre zina sayılır. Evli için
sonuç: Ölüm. Bekâr için: Yüz değnek (vurulacak).
Hanefi mezhebinin imamlarından İmam Muhammed'le İmam Yu¬
suf da bu görüşü paylaşırlar. Mâlik! mezhebinin kurucusu İmam
Mâlik, İmam Evzâî'se; evli, bekâr ayrimî yapmazlar, "taşliyarak"
öldürme cezasını verirler bu konuda.
Yalnızca Ebu Hanife "livata"yı "zina" saymaz, "tazîr" (azarlama)
cezası verilmesinin yeterli olduğunu belirtir. Ama "Tazır", herzaman
"sözle azarlama" biçiminde olmaz, işin içine "değnek" de girebilir. Kaç
sopa vurulması gerektiğiniyse "hükmü veren" bilir.
Peygamberin sözü var bu konuda:
- "Lut toplumunun yaptığını yapanı yakaladığınız zaman yapanı
da, yapılanı da hemen Öldürün!"
54
Peygamberin arkad&Şİanmn görüşleri de şöyle:
- Yakılsın!
- Bir duvarın yanma konulsun, duvar üzerine yıkılsın!
- Ayağına taş bağlansın, yüksek bir yerden atılsın, öyle
öldürülsün.
İyi ama bu denli ağır hükümler var da, zina da, livata da neden
oluyordu? Hem de çok çok oluyordu. Herkes te biliyordu bunu.
Şundan ki, "kabâhet, gizli" olur. Gizli olursa kim ne der? Ortaya
çıkarılmadıkça..? Her yerde oluyordu bu türden "kabâhef'ler. En kutsal
sayılan yerlerde, camilerde bile..
için işin tersliği, görülmüş olmasında.
Yine kurtulmanın yolu var: Gerekli tanıkların bulunmaması.
İstense her zaman tanık bulunabilir. Hem de istendiği sayıda. Ama
istenmese bulunmaz. Yani bulunmaması sağlanır.
Peygamber Muhammed'in sevgili karılarından Aişe için:
- Saffan'lazina ediyor., dediler. Ama Nur suresine 10 ayet birden
indi!
- Doğru söylüyorsanız dört tanık getirin., dendi. Dört tanığın,
Saffan'la Aişe'nin o işi yaptığını görmüş olmaları gerekiyordu.
Bulamadılar bu tanıkları. Bulunamayınca da iş kapandı.
Celâl'İn işi zor, ama kurtulma olasılığı da büyüktü. Neden ki işin
Husso'su da vardı. Livata kanıtlanırsa onun da
başı yanardı.
Gelelim ineğin namusuna! "Şerİat-1 Garrâ"da bunun da hükmü
Peygamber buyurur:
- "Kim hayvanı 'şey' ederse hemen öldürün onu. Hayvanı da.."
Ebû Dâvûd, TİrmİZÎ, Neseî gibi çok önemli kaynaklar da hadisi
yazar. Dahası: Hayvanın yakılması gerektiğini de ileri sürer kimi
imamlar. Adalet böyle işte! "Yumuşak başlı hayvan" mısın; iki
ayaklısı da olsan, dört ayaklısı da olsan, hem ırzına geçilir, hem de
cezalandırılıp ölüme gönderilirsin. Tanrı adına.
Kurtarıcı yanı olmasaydı, Hâfiz Celâl'İn durumu çok kötü olabilir¬
di: İneği ödemesi gerekiyordu. Bu bir şey değil. Asıl korkuncu; hem
ineğin ırzına geçen, hem de inek gibi ırzına geçilen kişi olmasindaydi.
Bu durumda, ölümü iki kez "haketmişti" Şeriat hükümleri karşısında.
ki; inek, Husso'nundu. Husso'ysa alacağını almıştı.
55
kalmamıştı artık.
Sorun kapatılmış sayılabilirdi. Ama konu kapatılmamıştı.
Mollaların, molla adaylarının gündemindeydi "müzâkere"lerde. Daha
çok da ırzına geçilmiş hayvan üzerinde duTUİuyodu.
- Hayvan kesilmeli, sonra yakılmalı.
- Kesilmesi yeterli. Eti bile yenebilir.
Eti yenmez.
- Niye yenmesin?
- İmamlar öyle diyor.
da katılmıştı tartışmalara:
Durun hele, hayvana yazık değil mi? Zavallı hayvanın suçu ne?
Beklenmedik bir soruydu bu.
- Gerçekten de hayvanın bir SUÇU-gÜnâh^ olmadığı halde
'•ezalandmlması neden?
- Ceza değil, şeriatın hükmü.
- "Ceza" da şeriatın hükmü değil mi?
Zaman zaman düşünüp duracaktı Türko: HâfiZ Celâl, inek, "ırz,
namus", Husso, "livata", zina, öldürme, yakma... "Hele dur, hayvanın
suçu ne? Öldürülmesi, yakılması neden..? İyi ki ben hayvan
değilmişim!"
Fakiler dolaşıyordu. Sırtta ve bacaklardaki biüer de Öyle.. Bir
durup bir yürüyorlardı. Yürüsünlerdi; ama asalaklık edip o bi parçacık
kanı emmeseler olmaz mıydı? Emilen kan da bi yana; kaşıntı
olmasaydı hiç değilse! Dayanılmaz kaşıntı, ardından kanama,
yaralanma. Ve aci..! Bütün bunların yanında bir de okumaya,
ezberlemeye engel oluşu vardı ki en beteri oydu.
"Nüsemmillâhe şey'en lâ ke'l-eşyâ..." ('şey' deriz Tann'ya. Ama
başka şeyler gibi değil...)
"Fâİl - Hafız Celâl - Meful- inek - mubâğali ismi fâİI - Husso -
molla - şeriat - öldürme - yakma - ne suçu var hayvanın? - fâil - mef Uİ
- Allah - şey - molla - inek - ırz - uçkur - söğüt ağacı..." '
"Şey" diye Tanri'ya denir. Ama öbür "şey"ler gjbİ değil, "Şey",
ineği şey etmesi, şey, şey, şeyyyy...
P i r durup bir yürüyordu bitler. Yürüsünlerdi. Ama...
56


11

- Anne! Canım "muz" istedi.
- Tövbe tövbe tövbe! Kız, muzu da nereden çıkardın şimdi?
- Tövbesi ne anne, canım muz İStİyemez mi?
- İster de kızım, şey.. yani şimdi yok işte.
anda bulunmaz da daha sonra bulunabilir. Kızın canı
istiyorsa alınır. "Atla deve değil ya"l Oğlanın canı da başka bir meyve
ister. Elma ister, armut ister, şeftali ister. Ya da meyve istemez de
pasta ister canı. Şöyle kaymaklı dondurma da İstiyebilir. Beyin,
hanımın istedikleri de olur. Hepsi doğal. Ama kız durup dururken
"muz" isterse, kız için muzun çağrıştıracağı şey yüzünden anne:
- Tövbe, tövbe, tÖvbc! diye bir tepki gösterebilir. Bu da doğal.
Herkesin canının falanca meyveyi, filanca meyveyi, pastayı,
dondurmayı., istemesi doğaldır. Ya Türko'nun canmm ne istemesi
doğal? Onun canı da bunları istiyebilir miydi? Bir dondurma, bir yaş
ya da kuru pasta, bir taze meyve, bir kiraz, bir şeftali, bir kuru yemiş,
fındık, fıstık., istiyebilir miydi? İstiyebilirdi elbet. Ama onun canı
bunlarla tanışmamıştı ki..
Onun canı, tanıştığı karpuzu, kavunu isterdi. İçini olmasa da
kabuklarını. Kemirirdi. Karpuzunkinin içini kemirir, dışını atardı.
Kavununkiniyse tümüyle yerdi. Yolda-belde, nerede bulsa orada alır,
çamurlarını temizler, pislik bulaşmışsa siler ve koyulup
yerdi,
Kimse ona, yere düşen bir şeyin alınıp yenmiyeceğini, mikrop
olacağını söylememişti ki.. Üstelik öyle görmüştü hep.
"Meyve'ler içinde bir kavun - karpuz (kabuklarını) severdi,- bir de
"hedik". Yani kaynatılmış buğday.
Sevgili hedik karşıdaydı işte: Kulleteynin hemen yanındaki
küllükte. Uygun bir yerinde kurulu, büyük, kulplu bir kazanda,
kulleteynin sularıyla kaynıyor, tam kıvamına gelince de yanında serili
hasırlara, kilimlere, "cecim'lere seriliyordu. Kuruyup bulgur olsun
diye.. Kurumadan selâm verirdi buğulanyla. .Özellikle de çocuklara.
Selâm. Çocuklar için bir bayram. Koşup alırlar. Ceplerine, oralarına,
57
buralarına doldururlar. Islak ıslak, sıcak sıcak. Kirli avuçların
parmakları arasından kirli sular aka aka yemeye başlarlar. Yerler,
yerler. "Karınlan ağnyasıya"..
Özlemişti hediği. Canı çok istiyordu. İsterdi, çünkü tanışıyordu.
"Meyveler" içinde karpuz - kavun, bir de hedik. Hedik. O dünyada en
güzel eğlencelik. Daha da ötesinde bir şey. Niye kuruturlar sanki. Hep
yense olmaz mı?
Selâmun aleyküm ey hedik! Ne güzelsin sen! Ne mutludur seni
alıp cebine dolduran! Sonra da güzel güzel yiyen. Yiyen ve doyan!
Ama sana doyulmaz kİ..!
Gözünü ayırmıyordu hedikten. Pençe ve gagalarıyla bok ve tane
tüccarlan gibi çalışan tavuklann, civcivlerin; birbirleriyle yanşırcasına
serili hediğe üşüşmeleri, hırsızlaşıp sinsi sinsi ya da ZOrbalaşarak
açıktan varıp dalmaları, aldıklarını ivedi ivedi taşlıklarına
göndermeleri, kovulmaları, kovalanmaları, arada bir hedikle birlikte
taş, sopa da yiyince çığlıklar kopararak ve kanat çırparak kaçışlan.
Kanatlarla, pençelerle savrulan küllerin, çöplerin serili hediğe kariŞlŞl..
Ve elindeki uzun saplı süzgeçli kepçesiyle salma salma yürüyen gÜzel,
allı - güllü "kaçe"nin elindekini kazana daldırışı, aldığmi götürüp serili
olanlara ekleyişi, yayişi.. Güzel kaçe bakmaz mısın bu yana? Baktı
işte. Türko'yla göz göze geldi. Hemen davrandı, elindeki saplıyı
daldırdı kazana, iyice doldurdu. Başını kaldırdı ki Türko'nun gözleri
yine üstünde. Koşarcasına götürdü. Ne mutlu bir olay. Ceplerini
açmasını söyledi. Türko açtı. O doldurdu. Sıcak sıcak sular, donsuz
şalvarın paçalarına doğru süzülmeye başladı. Ellerin ceplere dalışı,
yumuşacık hediklerle ağıza götürülüşü. Oh, mutluluk budur işte. Var
böylesi?
Bir dersi de "Şeriat"ti. Hangi kitaptan okunursa okunsun "fıkh"a
ilişkin olanlar bu adla söylenirdi. Başlardaydı daha. "Taharet"
bölümünde. "Ahkâmu'l-Miyâh"ta, yani "sulara ilişkin hükümler"de.
Sular 3 tür: 1- Temiz ama temizleyici değil (TâhİT gayr-1 tahûr), 2-
Hem temiz, hem temizleyici (tâhir ve tahûr), 3- Ne temiz, ne de
temizleyici (gayr-1 tâhir ve ğayr-1 tahûr).
Kulleteyn; Şafiî mezhebine göre, bunlardan ikincisine giriyor.
Yani lıem temİZ; lıem de temizleyici.
Okuyor, inceliyor, kimi yerleri de olduğu gibi ezberliyordu.
Kammdabir ağnduydu. Giderek arttı. Burgulaşü.
Kulleteyn 446 "ntl (batman)" suyun bulunduğu...
Ah, şu ağrı bir olmasa. Bitler yetmiyormuş gibi bir de bu çıktı.
Hiç dayanamazdı karın ağrısına. Bir de mide bulantısına. İkisi de sık
sık başına gelirdi.
Kulleteyn dörtgen OİUTSa...
D a y a n a m a d ı daha çok. Kitabı koltukta koştu. Doğru
"abdesthâne"ye. Kendini dar attı. Şalvarını ivedilikle çözdü. Delik
büyük olduğu için bacaklarının arasma alamadı. Bir kıyısına çöktü. Ve
kıçım deliğe doğrultup "tinklamava" koyuldu. Önce tır tır tır; sonra
pat pat pat. Çok kötü sürgün olmu^iu. Tırıklaymca rahatladı. Ağrısı
geçmişti. Mutlandı. Sıkıntıdan sonraki rahatlık, tadına doyulmaz bir
mutluluktur. Sıkıntının ödülü. Tırık (ishâl), deliğin çevresine de
saçılmıştı. Biraz yana çevrildi. Bir de ne görsün; yediği hediklerden bir
• kesimi gözlerinin önünde. Solucanll t m ğm içinde. Kocaman bir
solucan kıvrıldı. Hedikler de diri diri. Sinekler üşüştü hemen. İri iri.
Neyse şimdi sıra temizldhmekte. Kıçını silecek. Bi şeyler aradı. Tcmiz
nesne ne gezer! Herkesin kullandığı bir - iki taştan başkası yok.
Bokları cn kuru olanını alıp kullanması gerekiyor. Koltuğunun altına
kıstırdığı "şeriat"i unutmuştu. Aslında ayakyoluna götürülemezdi o.
Ama tırık öyle bir tutmuştu ki "feleğini şaşırmıştı". Yoksa ayet ve
hadisin bolca bulunduğu bir kitabı oraya götürür müydü? Kolunu
uzattı. İşte olan oldu o sırada: "Şeriat" düştü. Hem de nereye: Delikten
doğru, pislik yığını dereye. Aman Tanrı! Gitti "şeriat". Felâket mi
felâket. Çok üzüldü. Ağladı sessizce. Yapabileceği bi şey yoktu. En
kuru taşı aldı, silmek için kıçına götürdü. Sildi. Çekip baktı ki taşta
yer kalmamış. Oysa her yanını silmiş değildi kıçının. Parmaklan ve el
ayası da yansına dek batmıştı. Öbür eliyle cebinden mendilini çıkardı.
Önce elini, sonra kıçında yarım kalan kesimi sildi. Sonra katlayıp
yerine koydu mendili. Ayağa kalktı, şalvarının da battığını gördü.
Çıkardı tümüyle. Pislenmiş yeri, duvar diye konulmuş tahtalara
silmeye yöneldi. Ama Sİleyİm derken daha çok yerini bulaştırdı. Elini


59
de... Bulaşan kesimi tahtaya silerken birden bir acı duydu. Kıymık
batmıştı eline. Kıymığı çıkardı. Yeri kanadı. Bu kez kan oraya -
buraya bulaştı. Şalvarını giydi. Ve çıktı. Olanların en kötüsü,
"şeriat"in bok yığınına gitmiş olmasıydı. Çok mutsuzdu. Deliye
dönmüştü üzüntüsünden. Ne yapacağını da bilemiyordu. Ahmet'le
karşılaştı. Ağlamaklı ve içlenmiş olarak durumu anlattı. Ahmet
üzülmemesini söyledi. Sonra dolanıp dereye indiler. Derenin bir
yanında ayrıca açılmış koca bir çukur. Yukarıdan, ayakyolunun
deliğinden dökülenler için.. Her yanı kaplıyor sinekler. Cennetlerinde.
Sınırsız ve koşulsuz özgürlük içindeler. Yönetimlerinin her kesiminde
bağımsızlar. Dışkı yığınının ortasında, çevresinde örtüler, yukarısında
bulutlar oluşturmaktalar. Küme küme, tek tek, çift çift konup konup
"Şeriat" de işte orada. Yığının üzerine dikine düşmüş.
Yarı açık. Yarısına dek gömülmüş. Şimdi iş, onu çıkarmakta. Nasıl?
Birer ağaç buldular. Biri bu yanda, öbürü Öbür yanda karşı karşıya
geçtiler. Ağaçlan uç uca gelecek biçimde uzattılar.
- Şu yana şu yana, uzat, daha uzat!
- Benimki kısa gelir.
- Sen biraz daha yaklaş.
- Dur hele, bekle!
Yine kann ağnsı, yine tınğı tutmuştu. Hemen koştu. Koşarken
şalvarını da çözmüştü. Derenin bir yanında sıyırır sıyırmaz çömeldi.
Birazcık su geldi. Daha varmış gibi olduğu için kendini zorladı. Ama
bi şey yok. Bağırsaklarda ne kalmıştı ki gelsin? Kalktı. Bi daha
gelecek gibi olduğundan hemen çöktü. Bi kaç kez yapü bunu. Uzunca
kaldı orada. Ahmet bağırdı:
- Ola senin bok ne geder (kadar) uzun sürir?!
- Neydim durmirki!
- Çebik (çabuk)!
- Gelirim!
bağlamadan gitti. Bağlamadı çünkü bir daha çözmek
zorunda kalabileceğini düşünüyordu. Bir eli şalvarında, öbür eline de
çubuğu aldı. Ahmet'in karşısına geçti yine. Dışkı yığınının, "şeriat"in
olduğu ucu, aralarında kalmıştı. Bir ayağını, yığının hemen kıyısında
sertçe bulduğu bir yere bastı, bir ayağım da geride yerleştirdi, çubuğu
60
Alıntı ile Cevapla