Konu: Kulleteyn
Tekil Mesaj gösterimi
  #18  
Alt 30-09-2012, 00:01
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- "Türko, Türko! Rabe, rabe!" (Türko, Türko, kalk, kalk!)
Kalktr Türko. Sabah ohnuş, cemaat namaza gelmişti.
Üstüyle başıyla yattığı yatağından doğrulup toparlandı. Ceketinin
iç cebine koyduğu parasına bakü. Bulamadı. İyice baktı; yok. Büyük
bir telaşla yanını - yöresini aradı ve buldu. Cebinden kaymış, yatağına
düşmüş, minderle yasüğın arasma girmişti paralar. Alıp yerine koydu.
Abdest almak için yürüdü. İbriğinde su kalmamışsa, pınara dek
gitmesi gerekecek. Baktı, biraz su var. -Yetindi, azar azar dökerek
abdestini aldı. Namaz kılanlara katıldı. Namaz bitti, herkes gitti. O da
biraz bekledikten sonra Safo'ların evinin yolunu tuttu.
Varıp kapıyı çaldı. Safo'nun anası çıktı. İçeri alır almaz da
ayağını sordu. O da deşildiğini ve rahatladığını söyledi. Safo
uyuyordu. Adam işe, harmana gitmişti. Sabo'ysa ağzı- yüzü bulaşık
birşeyler yiyordu.
Kadm onu, Safo'nun yatağının bir ucuna oturttu.
- Uzat ayağını da açıp bir bakayım.
Kadın sargıyı açu. Çiğnenip konmuş olan ekmek, kan vc irinden
görünmez olmuştu. Şiş miş dc kalmamıştı. Kadm, başını öbür yana
çevirmesini söyledi vc yarayı birden sıku.
-"Ahh!"
Yarası oldukça acımı.ştı yine. İçinde kalan irin de "pın" diye
çıkmışü. Bu arada dikenin de çıktığını söylüyordu kadın. Ve: ,
- "İşte, kocaman bir diken. Ağaç parçası gibi.." diye
gösteriyordu.
Baktı;",dikeni kendisi de gördü. Çok acdar çektirmiş, ama^sonunda
altedilmiş bir düşmana bakar gibi bakıyordu.
Kadm, bir çapıtla temizledi. Bir başka çapıu da sarıp bağladı.
- Hava almaması gerek.^ diye de uyarıda bulundu.
- Hava alırsa eskisi gibi mi olur?
- Öyle olmazsa da şişer yine. Ağrır.
Kadın kalktı, biraz süt pişirip getirdi, yanma da ekmek koydu ve
99
yemesini söyledi.
- Haydi kanam doyur.
Yedi, kammı doyurdu.
Harmana gidip "öşr"ün nasıl toplandığım görecekti, alışacakü,
hocası öyle söylemişti. Ama harmanlara gitmek onun için pek kolay
değildi. İtler olabilirdi. ît, hiç eksik olmazdı oralarda. Bunu kadına
ahlattı. Kadın, Safo'yu da yanında gönderebileceğini, Saiö'nun itsiz
yolları bildiğini söyledi. Ve Safo'yu kaldırdı. . '
Safo, uyanır uyanmaz onu görünce sevindi. Yamnda harmana
gönderileceği söylenince daha da sevindi.
- îyi, biz birlikte gider dolaşuız.
Safo, kalkıp giyindi. Biraz ekmekle ve sütle kamını doyurdu o da.
Anasıyla ortaklaşa giydiği eski ayakkabıları da ayağına taktıktan
sonra:
- Haydi gidelim., dedi.
Ve birlikte çıktılar yola.
Kağnı tekerleklerinin, öküz, koyun, keçi tırnaklarının iz bıraküğı
tozlu yollar. Tozlara irili ufaklı sap, saman, tahıl, çeşitli hayvan
boklan kanşmış. Yanlarda, yörelerdeki boklarm altmda küme küme
"usun"lar (böcekler). Ve yollarda, çileli öküzlcrirl zorlana zorlana, sıça
sıça, sıçtıklarını kuyruklarıyla çevreye saça .saça çektikleri lahıl, .sap,
saman yüklü kağnı arabaları. Biri gidip öbürü geliyor."Mazı"larındaki
yeri - göğü inleten gıcırtılarıyla..
Yanyana yürüdüler. Konuşarak..
- Safo, senin başka kardeşin hiç olmadı mı? Yani Sabo'dan başka?
- Vardı öldüler. Biri kız,-ikisi oğlan. Meryem, Said, Salih.
- Neden öldüler? '
- Meryem, benden iki yaş büyüktü. Karnı ağrıdı, öldü. İki-üç yıl
önce. ' .
- Yaöbürleri?
- Said, benim küçüğümdü. Bir kadının gözü değdi, moranp öldü.
Geçen yıl. Salih de damdan düştü, öldü. Bir yaşındayken, Sabo'nun
küçüğüydü. .
100
- Safo, sana Arapça okutsam okur musun?
, -.Kızlar da okur mu hiç? Sen hiç gördün mü?
- Görmedim. Fakat sen okusan ne iyi olur!
- Kızlar okusalar da birşcyc,yaramaz ki..
- Yiirar.
-Neye yarar?
-Bilmem ama yarar.
Okusam «enin gibi "âlim" mi olurum yani?
- Benim eibi olamazdın, .ımayine de olursun. "Alime" olursun.
- "Alime" ne demek?
- "Alim"in dişisi.
Safo güldü.
- Vallaha, billaha olursun.
Safo, "âlim"in dişisi "âlime" diyerek bi daha güldü.
Safo'nun da okumasını i.sliyor muydu gerçekten? Yoksa sık sık
birlikte olmak için mi bunu istiyordu? Kimbilir?
Yakıcı bir güneş vardı. Harmanların bulunduğu kesime
gelmişlerdi. Genellikle biraradaydı hcrkesinki. Genişçe bir düzlük.
Alabildiğine toz denizi. Bu deniz içinde küçüklü - büyüklü, kadınlı -
erkekli köylüler.'Nasırlı elleri, çatlak, çıplak ya da çanklrayaklarıyla
sap yayanlar,döven sürenler, hitfman .savuranlar, sap - saman yığanlar.
Yığınlar, çcçler. Ürünü bir daha kaldırmak, kölü hava koşulları
gelmeden işi bitirmek için büyük çaba gösteren üreticiler, üreüneden
üretimden pay alma çabasıyla oradan oraya koşanlar, l^ıkiler, şeyhin,
ağanın ve büyük mollanın temsilcileri.. Hepsi bir yarış içinde sanki.
Önlerine çıkan ilk harman Hâlo Şivâno'lardan Husso'nun. İnsan
azmanı Husso, işe dalmış ki ne dalış.
- Sclâmünaleyküm, kolay gelsin!
Husso dönüp bakınca, büyükler gibi selam verenin ve iyi dilekte
bulunanın Türko'dan başka olmadığını gördü. Türko, yanında da bir
kız.
- Vc aleykümüs's-selâm, hoş geldin. Sen dc hoşgeldin kız.
T Hoş bulduk. - '
101
, - Hoş bulduk.
- Geçin şöyle bakim.
Niçin geldiklerini anlattılar Husso'ya. Harmanları dolaşacaklannı,
fakilerin "öşr" toplayışlarım göreceklerini, Molla Nâsır'm böyle
istediğini söylediler. Konuşurlarken iki faki geldi. Niçin geldikleri
anlaşılmıştı. Husso, çeçin yanındaki tenekeyi daldırdı. Bir, iki, üç,
dört., dokuz, sayıp bir yana döktü. Onuncusunu fakilere verdi.
Çuvallarına koydu. Elli teneke buğdayın beş tenekesi, fakilerin
çuvalına girmişti. O harmandan çıkan o kadardı. Husso'nun başka
çıkacak buğdayı da vardı. Birkaç gün sonra, onlar çıkınca, onlardan da
"öşr" vermek boynunun borcuydu. Fakiler, aldıklarını yüklenip bir
başka harmana gittiler. Türko'yla Safo da arkalanndan.
Başka kollardan da başka fakiler ve görevliler dolaşıyordu.
Türko'nun ve Safo'nun katıldığı fakilerle 7-8 harman dolaşıldı.
Hepsi de şöyle ya da böyle, yoksullar bile -daha çok da onlar- "öşr"ünü
verdi. Bir harmanın sahibi direndi. ' ,
- Benim nüfusum çok. Çıkan tahıl zaten yetmiyecek. Bir de size
veremem!
"Venncmck" ne demek. "Öşr", şer'an farz. Bu farzı yerine
getirmek, "ben müslümanım!" diyen herkesten istenir. İsteyen bir
devlet yoksa da, şeyh var, ağa var, molla var. Bunların gönderdikleri
fakiler, adamlar var. Nc demek "veremem"! Peygamberin ölümünden
sonra, Ebubckir'in halifeliği sırasında "öşr"ünü, "zekât"mı vermeyenler,
direnenler olmuştu da, "kılıç"la yola getirilmişlerdi. "Dinden
dönüş" sayılmıştı bunlar. Yola gelenler gelmişler, gelmiyenlerse
kılıçtan geçirilmişlerdi. Şimdi adam kalkmış, "veremem" diyor. Olur
mu "veremem"?!
Şeyhin temsilcisi gelip işe karışmıştı. Gerçi "zorlama" yoktu.
Madem vermek İstemiyor, vermesindi. Ama sonunu düşünsündü.
Şeyhin adamı harman sahibine gerekli öğüdü, gözdağıyla birlikte
verdi. Harman sahibi bakü ki iş kötü. Yani sonunun kötüye varacağını
düşündü. Vermeye râzı oldu. îçerliye içerliye verdi "öşr"ünü. Öllceli
ölkeli daldırdığı tenekelerle..
Dolaşılacağı kadar dolaşılmıştı. Toplanacak vardı daha. Onlar da
yeni çeçlcr çıkınca ve başkalan eliyle toplanacaktı.
102
Herkes işini bitirmiş, biraraya gelmişti. Üst-baş, yûz-göz, toz ve
saman dolu. Türko ve Safo da orada. Safo'nun kat kat olan fistanı,
arkasmdan iki bölüm yapılmış saçlan da saman ufaklarmdan, tozdan
ne bulmuşsa toplamıştı hep.
Onun yanmda Safo'yu görünce fakiler takıldılar:
- Türko bu kız da nereden çıktı?
- Bulmuş kendine göre.
- Bizden daha kazançh.
Ne o, ne de Safo sesini çıkardı. Abdurrahman susturdu tâkılanlan:
- Çocukları utandırmayın, susun. Safo, bacısıdır onun. (Yani
ablasıdır.)
Her koldan ne kadar buğday toplanmış; onu konuşmaya
başladılar.
Kâsım'la şeyhin özel adamı herkesten çok toplamıştı: 150 teneke.
Abdurrahman'la arkadaşmın topladığı da az degüdİL
- Biz de 130 teneke topladık. Çoğunu Hamido su-tladı.
Şehmus'la Tâhâ'nm topladıkları da 105 tenekeydi. Yani 385
teneke toplanmıştı toplam olarak.
Bir dolaşmada bu kadar az sayılmazdı. Bir buçuk gün
dolaşılmışu, ama bir dolaşma sayılırdı.
İlgililere teslim edilmişti toplananlar. Ne kadarı şeyhin,
tekkesinin olacaktı? Kime ne kadar verilecekti? Üzerinde durulmadı.
Sonra belirlenecekti. Kesin olan şuydu ki herkesin payı verilecekti.
Kimsenin "hakk"ı yenmiyecckti.
Abdurrahman Türko'yu bir yana çekip konuştu. Safo'yla, nasıl
tanıştıklaî'im sordu. Türko da anlattı birazım. Bu kez o sordu:
- Senin sevdiğin kızdan, Cemile'den bir haber var mı?
- Var, ama kötü.
-Nasıl? ' ; -
- Üç karılı bir zengine vermeye hazırlamyorlarmış. '
- Sen ne yapacaksın? v
-Kaçuacağun.
- Kaçar mı kız?
- Kaçar, gözü bende.
103
- Kaçırmak şer'an günâh d e p mi?
- Olursa olsun. Günâhı, kızı bana vermeyenlerin boynuna.
Şehmus bağırdı:
- Haydi Abdurrahman, gelmiyor musunuz? Kafa kafaya vererek ne
konuşuyorsunuz öyle? Haydi gelin, gidiyoruz!
Gelip katıldılar ve hep birlikte yürüdüler köye doğru. Safo'yla o
da yine yanyana. Köye vannca fakiler ayrıldılar. Her birinin gideceği
yeri vardı çünkü. Safo'yla o kalmıştı.
- Safo, sen evine, ben de yerime..
- Camiye mi gideceksin?
- Başka nereye gideyim? Yarın da Tutak'daki halamlara
gideceğim.
- Öyleyse bu akşam bize gidelim, bizde yat.
- Bilmem ki..
- Çok iyi olur bizde kal bu gece.
- Öyleyse yatağımı da götürelim. Zaten giderken size teslim
edecektim.
- Haydi götürelim.
Camiye gittiler. Döşek diye kullanılan minderi, yastığı biri aldı,
yorganı vc kiuıpları da öbürü... Götürdüler. Safo'nun anası kapıdaydı.
Davranıp yardım etti. İçeri girdiler. Safo hemen anlatü durumu. Anası
da doğrusunu yaptıklarını söyledi. Ardından da ivediyle birşeyler
gelirdi: "Kaygana" (yağda yumurta), "çcçil" (bir tür peynir) ve lavaş.
Karınlarını doyurdu. Sonra ne yaptıklarını sordu. Onlar da
dolaşmalannı vc karşılaşükları durumları anlattılar. Biraz sonra da evin
erkeği geldi. Ona da anlaüldı her şey.
Akşamdan hazırlık yapılacakü ki, sabahleyin, sıcağa kalmadan, o
yola çıksın. Üç - dört kitabı ve konacak azığı içiri bir heybe bulup
buluşturuldu. Çarıklar hazırdı. Kadın baktı; şişi ve ağrısı hiç kalmamış
olan tabanla çarık giyilebilir. Yine de sarılmasr gerekiyor. Ayrıca
çorap da gerekli. Sarmak kolay. Ama çorap? Adam:
- Benim çoraplarırnı giysin. Ben idare ederim., dedi. Ama kadın
karşı çıktı.
104
- Şenin çorapların çok büyük gelir; çanklann içine sığmaz. Ben
şimdi bü-şey uydiffurum. ^
Uydurdu da. Eski çorap ve çapıt parçalarından kesip dikerek bir
çift çorap meydana getirdi. Tam onun ayağına göre. Bu iş de bitmişti
böylece.
Fakat bir iş daha vardı: Parasına kese.
Parasını da gösterdi. Cebinden kayıp düşebileceğini, bi kez de
düştüğünü ve bulduğunu söyledi. Kadm bir de kese yaptı. Çapıttan.
Ağzı büzgülü, uçkurlu. Ve para güzelce içine konup bağlandı.
Hazırlık bitmişti artık.
Ne ki, akşamdan vedalaşmak istedikleri vardı onun: Husso ve
anası. İkisinin de çok iyiliğini görmüştü. Düşüncesini açıp, söyledi.
Herkes uygun gördü. Kadın: . . •
- Safo'yla biriikte gidin de çok kalmayın., dedi.
_ Gittiler. Husso'nun anası vardı evde. Görür görmez, sevgi
psterdi; ikisini de oturttu. Husso'ysa daha gelmemişti. Hemen konu
açıldı. Sabahleyin yapılacak yolculuk anlaüldı. Hazırlık yapılacağı
söylendi. Sevecenlik dolu yaşlıca kadm:
- Durun ben de birşeyler hazırlıyayım.. dedi. Ses çıkarmadılar.
Kadın, bir küçük torbanın içine ekmek, peynir ve güneşte kurutulmuş,
pişirilmeden yenen et parçalarından koyup yerleştirdi. O sırada Husso
içeri girdi. O da sevgi ve ilgi gösterdi onlara. Ona da durum anlatıldı.
- Demek Tutak'taki halana gidiyorsun!
-Evet! '
- İyi, halan sevinir, sen de dinlenirsin.
- Çok kalacak mısın?
- Bir ay/kadar. ; ,
- İyi. Peki yalnız başına mı gideceksin?
-Evet.
- Gidebilecek misin?
-Giderim.
- Nasıl? Yolu biliyor musun?
105
- Sora sora giderim.
- İyi. Sen erkek adamsın, korkmazsın!
t
Vedalaşıldı. Alacaklarını alıp çıktılar. Geç kalmadan gittiler
Safo'lara. J
Çok erken, tanyeri ağarırken uyandı. Kalkıp üstünü-başını,
çoraplarını, çarıklarını giydi ivedi ivedi. Safo'yu da uyandırdılar. Onu
biraz geçirsin diye. Heybe, küçük torba haiırdı. Heybeyi omuzuna
koydular. Bir eline küçük torbayı, birseline de küçük bir değnek
verdiler. Safo da giyinmişti. Büyüklerin ellerini öptü.
-"Allah'a ısmarladık"!
Safo'yla birlikte çıktılar evden. Cami, abdesthâne, küllük,
kulleteyn.. KuUeteynde "taharet" yapanlar, yüzünde yüzen fırtıkları,
çöpleri iterek sabah namazına abdest alanlar. Bir - iki horoz ötüşü.
Telaşlı telaşlı mala - davara, işe - güce koşanlar. Arada bir bağırmalar,
konuşmalar.. Koyun, sığır, köpek sesleri.. Kağnıların gıcırtıları. Ve
.sabahın serinliği...
Yürüdüler. Tutak'a giden yola girdiler. Konuşmadan ilerlediler.
Sabah ezanı. Çığlık gibi çıkan bir ses.. Serinlikte damlara, kuru
ağaçlara bir konan, bir uçan kargalar.. Köyü arkada bu^akmak üzereler.
- Safo, artık sen dön.
- Biraz daha geleyim.
Biraz daha yürüdüler.
-Safo, sen dön artık.
- Peki.
Safo, dönmeden birşey diyeceğini anlatü.
-Hadi söyle! ,
- Sen Tutak'tan geldikten sonra, sana "meme"lerimi bi daha
emzireceğim.
- İyi, çok hoşuma gider.
106
- Buramı da açıp göstereceğim.
-"Dış"ınimı?
-"İç"inide!
-Neiyi olur!'
- Ama kızlığımı bozmazsın, değil mi?
- Bozmam.
- Hadi şimdi git,
- Allah'a ısmarladık.
- Güle güle. Çok kalma ha!
- Kalmam, kalmam!
Ayrıldılar. Sarılmadan, öpüşmeden.. "Şeherh" değillerdi ki..
"Ama kızlığımı bozmazsın, değil mi?", "bozmam". Düşünerek
yürüdü. "Kızlık", "bozmak".. Safo'nun kafasında biçimlenmişti. Çok
küçükken "ere veriliyor" oldukları için kızların böyle şeyleri öğrenmiş
olmaları olağandı. Ya onun kafasında? Duyduklarından bi takım
düşünceler oluşmuş gibiydi. Ne ki, gölgeliydi hep. Kitaptan, şeriatten
çıkarabildikleri de vardı. Ama karma karışıktı.
"Kızlık, anlaşıldığına göre, dokununca bozulan, bozulunca
yapılamıyan^ düzeltilemiyen bir şey. Ama şey edilmedikçe bozulmuyor.
Ben de şey etmem. Bakar, görürüm sadece. Bakmak da haram,
ama ben daha küçüğüm, günâh olmaz... Safo. IVlemelcri. Bacakları.
Bacaklarının arası. Orası..." Oldukça tatlı, daldıkça çıkılmak istenmeyen
düşünceler, duygular. Bi durdu, bi yürüdü. Sabahın serinliğinde
içini ısıtan duygu ve düşüncelerle,.
Sabah namazım kılmamıştı, anımsadı, ama aldırmadı. "Bana farz
değil daha. Akıl ve baliğ (ergin) olmadım ki..." '
Namaz onun için "farz" değildi. Ama Şeriate göre o yastakinin.de
kılması gerekiyordu. Kılmayınca, Şeriat dövülmesini buyuruyordu.
Namaz kılmayan, çocukları ele alırken hangi yaştakilerin neyle, elle
mi, sopayla mı dövüleceklerini bile belirlemişti Şeriat. Öyle olsa da,
o sırada onu dövecek kimse yoktu. Sonra "kaza" da edebilirdi.,Sorun
kalmazdı o zaman.
16

Güneş doğuyor. Kendine özgü kokusuyla.. Tepelere vurmuş bile.
Can yayıyor cömertçe. Taze taze.
Arapça dil bilgisi için ezberlediği ve "leyteş'-şebâbe yaûd..." diye
başlıyan Arapça bir şiir diline geldi. Şuydu anlamı: "Keşke bir gün
gençliğim geri gelse de, yaşlılığımın başıma getirdiklerini anlatsam
ona."
"Muhal olanı temenni" deniyordu buna. Yani "olamıyacak şeyi
dilemek".
Kocamışların bir daha elde edemiyecekleri gençlik, onun
önündeydi. Ne güzel bir şey. Ne değerli bir fırsat. Düşündükçe mutlu
oldu.
Coşkulu coşkulu, yürüdü. O sıradaki adımlarıyla birilerine
yetişecekmiş gibi. Yani şu yetişip geçmeyi kafasına koyduğu
"âlim"lere.. Adımlarını ona göre aüyordu sanki.
Hangi kitapları okuduğunu, neleri ezberlediğini ve daha neleri
okuyup ezberliyeceğini düşünüp gözden geçirdi:
"Emsile, Bina, Maksud, îzzi, Zuruf, Terkib, Sadullah, Avâmil,
Şeriat. Bunları okudum. Subha-i Subyân, Emâli. Bunları da
ezberledim. Kitaplardan da çok ezberlediğim metinler oldu. Çokça da
âyet, sure ezberledim. Kışın da, Şerhu Muğni'yi, İzhar'ı bitiririm.
Elfıye'yi de okur, ezberlerim. Şeriatten, kelâmdan da daha birçok
okuyup bitireceklerim olur. Gelecek yıl da başka 'lim'lere geçerim.
Birkaç yıl içinde, 15 yaşına gelmeden 12 ilmi bitiririm, icazet alırım.
'Alamazsın' diyorlar; ama görürler alacağım. Gençliğimdeyken büyük
âlim olacağım. Sonra da çatışıp, Basra'daki, Kûfe'deki âlimleri
geçerim. 'Geçcmezsin'diyorlar. Görürler..."
Ne yapıp ederek herkesi geçmeyi kafasına koymuş bir yarışçının
tutkusu vardı içinde. Tüm varlığını sarıp sarmalayan bir tutku."Aşk"
gibi.
Yükselen güneş, ayak gömülecek kadar tozlu yol, gelip gidenler,
kağnı arabaları, arabaların gıcırtıları, arasıra kalkan töz bulutlan,
hayvan ve insan sesleri, iki yanda tepecikler, dereler, taşlar, kayalar,
çalılar, dikenler, uçan kuşlar, gezen, kıpırdayan, olduğu yere yapışmış
108
gibi duran irili ufaklı böcekler, kanncalar, çekirgeler, yer yer ok gibi
fırlayan, bi kayıp geçen, bi durup bakan kertenkeleler, kabarttıkları
toprakların, deliklerinin yanında iki ayak üstüne dikilip bakan, tehlike
var deyip deliklerine kaçan köstebekler, bi inip bi kalkarak tane
toplıyan, yükseklerde uçan kuşlar... Ve yürüyüş...
Karnı acıkmıştı. Yolun bir yanına çekildi! Bir taşın üstüne
oturdu. Torbasını koydu, heybesini indirdi. Biraz ekmek, peynir,
kurutulmuş et çıkarıp yemeye başladı. Yedikçe su içmek istiyordu.
Suyu yoktu. Yiyip kamını doyurdu. Bi de su olsa.. Belki ileride
bulurdu. Kalkıp yürüdü.
Epeyce yol almıştı. Susuzluk da bastırmıştı. Gelen-giden de yok.
©y.sa köyün yakınlarında ne kadar da çoktu. Uzaklaşınca arkası
kesilmişti. Susuzlukla birlikte yalnızlık da çöktü içine. Yürümek
zomndaydı. Kendi kendiyle arkadaşlık ederek..
Dik bir yokuş, iniş, düzlük, sonra yine yokuş, yine iniş vc
alabildiğine düzlük..
Doğru yoldan gittiği kesindi, kuşkusu yoktu, çünkü yol hiç
ayrılmamıştı. Daha önce öğrendiğine göre arada, solda, biraz yukarıda
Esmer Köyü gözükecekti. Görünürlerde yoktu daha. "Demek ki daha
var" deyip adımlarını hızlandırdı..
Güneş iyice yükselmişti. Yakıyordu da. Öğle yakındı, belki de
olmuştu. Yine gelen giden yok. Olsa, cn başta su soracak. Ah bir su
olsa. Çatlıyasıya içecek. Su bulanlar, suların başında olanlar kimbilir
ne mutludurlar. Ah bir su olsa.. Soğuk bir su. Pınar suyu, "göze"
(kaynak) suyu. Soğuk soğuk. Sıcak da olsa olur. Ah bir olsa...
Birden;, biraz uzakta gördüğüne sevindi. Bulunduğu yerden
seçilcbildigine göre: Kabuk. Karpuz, ya da kavun kabuğu. Keşke
kavun kabuğu olsa. Tümünü yiyebilir. Karpuzunkinin dışı yenmez.
Yalnızca içi kcmirilir. Ona bile râzı. "Razı" olmak ne demek, o sırada
bir "hazine"dir o. Demek ki kavununki de olsa, karpuzunki de olsa bir
hazine vardı kivşıda. Bir ân önce kavuşmak için hızlandı. Ve sonunda
kavuştu. Karpuz kabuklarıydı. Olsun. Çok, çok değerliydi onun için.
Susuzluğunun giderilmesine yarıyacaku. Pek kalınca kesilmemişler.
Ama o kadarını bulmak da büyük mutluluk. Tam beş tane kabuk.
Güneşten kıyılan içe doğru kıvrılmış, içlerine de toz, toprak

Güneş doğuyor. Kendine özgü kokusuyla.. Tepelere vurmuş bile.
Can yayıyor cömertçe. Taze taze.
Arapça dil bilgisi için ezberlediği ve "leyteş'-şebâbe yaûd..." diye
başlıyan Arapça bir şiir diline geldi. Şuydu anlamı: "Keşke bir gün
gençliğim geri gelse de, yaşlılığımın başıma getirdiklerini anlatsam
ona."
"Muhal olanı temenni" deniyordu buna. Yani "olamıyacak şeyi
dilemek".
Kocamışların bir daha elde edemiyecekleri gençlik, onun
önündeydi. Ne güzel bir şey. Ne değerli bir fırsat. Düşündükçe mutlu
oldu.
Coşkulu coşkulu, yürüdü. O sıradaki adımlarıyla birilerine
yetişecekmiş gibi. Yani şu yetişip geçmeyi kafasına koyduğu
"âlim"lere.. Adımlarını ona göre aüyordu sanki.
Hangi kitapları okuduğunu, neleri ezberlediğini ve daha neleri
okuyup ezberliyeceğini düşünüp gözden geçirdi:
"Emsile, Bina, Maksud, îzzi, Zuruf, Terkib, Sadullah, Avâmil,
Şeriat. Bunları okudum. Subha-i Subyân, Emâli. Bunları da
ezberledim. Kitaplardan da çok ezberlediğim metinler oldu. Çokça da
âyet, sure ezberledim. Kışın da, Şerhu Muğni'yi, İzhar'ı bitiririm.
Elfıye'yi de okur, ezberlerim. Şeriatten, kelâmdan da daha birçok
okuyup bitireceklerim olur. Gelecek yıl da başka 'lim'lere geçerim.
Birkaç yıl içinde, 15 yaşına gelmeden 12 ilmi bitiririm, icazet alırım.
'Alamazsın' diyorlar; ama görürler alacağım. Gençliğimdeyken büyük
âlim olacağım. Sonra da çatışıp, Basra'daki, Kûfe'deki âlimleri
geçerim. 'Geçcmezsin'diyorlar. Görürler..."
Ne yapıp ederek herkesi geçmeyi kafasına koymuş bir yarışçının
tutkusu vardı içinde. Tüm varlığını sarıp sarmalayan bir tutku."Aşk"
gibi.
Yükselen güneş, ayak gömülecek kadar tozlu yol, gelip gidenler,
kağnı arabaları, arabaların gıcırtıları, arasıra kalkan töz bulutlan,
hayvan ve insan sesleri, iki yanda tepecikler, dereler, taşlar, kayalar,
çalılar, dikenler, uçan kuşlar, gezen, kıpırdayan, olduğu yere yapışmış
108
gibi duran irili ufaklı böcekler, kanncalar, çekirgeler, yer yer ok gibi
fırlayan, bi kayıp geçen, bi durup bakan kertenkeleler, kabarttıkları
toprakların, deliklerinin yanında iki ayak üstüne dikilip bakan, tehlike
var deyip deliklerine kaçan köstebekler, bi inip bi kalkarak tane
toplıyan, yükseklerde uçan kuşlar... Ve yürüyüş...
Karnı acıkmıştı. Yolun bir yanına çekildi! Bir taşın üstüne
oturdu. Torbasını koydu, heybesini indirdi. Biraz ekmek, peynir,
kurutulmuş et çıkarıp yemeye başladı. Yedikçe su içmek istiyordu.
Suyu yoktu. Yiyip kamını doyurdu. Bi de su olsa.. Belki ileride
bulurdu. Kalkıp yürüdü.
Epeyce yol almıştı. Susuzluk da bastırmıştı. Gelen-giden de yok.
©y.sa köyün yakınlarında ne kadar da çoktu. Uzaklaşınca arkası
kesilmişti. Susuzlukla birlikte yalnızlık da çöktü içine. Yürümek
zomndaydı. Kendi kendiyle arkadaşlık ederek..
Dik bir yokuş, iniş, düzlük, sonra yine yokuş, yine iniş vc
alabildiğine düzlük..
Doğru yoldan gittiği kesindi, kuşkusu yoktu, çünkü yol hiç
ayrılmamıştı. Daha önce öğrendiğine göre arada, solda, biraz yukarıda
Esmer Köyü gözükecekti. Görünürlerde yoktu daha. "Demek ki daha
var" deyip adımlarını hızlandırdı..
Alıntı ile Cevapla