Konu: Kulleteyn
Tekil Mesaj gösterimi
  #19  
Alt 30-09-2012, 00:13
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Güneş iyice yükselmişti. Yakıyordu da. Öğle yakındı, belki de
olmuştu. Yine gelen giden yok. Olsa, cn başta su soracak. Ah bir su
olsa. Çatlıyasıya içecek. Su bulanlar, suların başında olanlar kimbilir
ne mutludurlar. Ah bir su olsa.. Soğuk bir su. Pınar suyu, "göze"
(kaynak) suyu. Soğuk soğuk. Sıcak da olsa olur. Ah bir olsa...
Birden;, biraz uzakta gördüğüne sevindi. Bulunduğu yerden
seçilcbildigine göre: Kabuk. Karpuz, ya da kavun kabuğu. Keşke
kavun kabuğu olsa. Tümünü yiyebilir. Karpuzunkinin dışı yenmez.
Yalnızca içi kcmirilir. Ona bile râzı. "Razı" olmak ne demek, o sırada
bir "hazine"dir o. Demek ki kavununki de olsa, karpuzunki de olsa bir
hazine vardı kivşıda. Bir ân önce kavuşmak için hızlandı. Ve sonunda
kavuştu. Karpuz kabuklarıydı. Olsun. Çok, çok değerliydi onun için.
Susuzluğunun giderilmesine yarıyacaku. Pek kalınca kesilmemişler.
Ama o kadarını bulmak da büyük mutluluk. Tam beş tane kabuk.
Güneşten kıyılan içe doğru kıvrılmış, içlerine de toz, toprak
109
dolmuştu. Tozun, toprağm alt kesimleri de, kabuklarm suyuy
ıslanmış, çamurlanmışü. İyi ki öyleydi. Toz, toprak olmasay
kabuklar kuruyup giderdi güneşin sıcağından. Tümünü aldı; kıyıy
geçti. Oturdu güzelce. Heybe ve torbayla birlikte kabuklar da yanında.|
Hemen birini aldı. İçindeki çamurlaşmış tozu-toprağı eliyle sıyırdı. Vc
kemirmeye koyuldu. Ayaklarını uzattı, yayıldı iyice. Keyfine diye
yoktu. İşte mutlukk. O kabuğu bitirince ikincisini aldı. Onu da
bitirdi. Üçüncüsünü, dördüncüsü, beşincisini. Tümünü kemirdL
İçlerini kolaylıkla temizleyerek.. Hepsini bitirmişti, ne ki süsuzluğn
gitmemişti. Azalmış olsa bile.. Kabukların dışı, çok ince bir kesim
kalmıştı. Onları da yemek istedi. Ama duymuştu ki "dışını yiyen deli i
olur". Büyükler söylemişlerdi. Öyleyse yememeliydi, yemedi.
Çok yorulmuştu. Külçe gibiydi. Biraz yatsa, hemen uyuyabilinfi.!
Bu da çok kötü olurdu. Akşama kalmadan varmalıydı varacağı yeıe.
Hiç değilse Esmer'e. Geceyi bu köyde geçirmesi iyi olur. Sabahleyia ]
de erken kalkıp, Tutak'm yolunu tutar. "Haydi yürü"!
Yarım saat sonra düzlük bitti, bir tepe belirdi. Tepeyi çıkınca
belki Esmer gözükür. Zorlana zorlana çıktı: Fakat Esmer yin
gözükmüyor. Yanlış yoldan gitmiş olabilir miydi? Hayır. Çünkü yol
hiç ayrılmamıştı. Kendisine dc.
- Yol, doğru seni götürür., demişlerdi.
Yol doğru olmasına doğruydu. Ama Esmer niye gözükmüyordu?
"Hele yürüyeyim bakalım". •
İniş, yine uzayıp giden bir düzlük. Yürü babam yürü. Susuzlıi
doruğunda. Yine su, mu yok görünürlerde. Böyle düzlüklerde dc kolay
kolay su bulunmaz. Çarıklar ayakları sıkıyor. Çiliz bacaklar, "aıtık
yeler!" diyor. Sallanıyor, ama yürümek zorunda. Yoksa akşama değio
Esmer'e varamıyacak, "kurda kuşa yem olacak". "Haydi çabala"!
Gücünü toplayıp yürüdü.
Düzlüğün sonuna varmıştı. İşte karşıda bir yokuş daha. Hem de
dik. İyi ki çok değil. Esmer, onu üstünden gözükebilir. "Ha babam,
gayret"!
Tırmandı, o yokuşu da çıktı. Çok kötü. Esmer yine gözükmüyor.
Üstelik önünde bir dere var. Susuz bir dere. Yuvarlanır gibi indî
dereye. Derenin yukarısına doğru baktı. Belli-belirsiz bir yeşillik
110

gözüne çarptı. Leke gibi. Gördüğü yeşillikse, su da olabilirdi. Ne ki
epeyce yukardaydı. Yoldan sapıp çıkması gerekiyordu. Karar verdi ve
çıkmaya yöneldi. Vardı ki gerçekten bir su. Vanr varmaz bir gürültü,
bir hasırlı: Kurbağalar, su "tosbağa"lan (kaplumbağalar). "-Haydi
atlayın, düşman var!" dercesine ve şaşılası bir iletişimle suya daldılar.
Tosbağalar görünmez olmuş, kurbağalarınsa kimi oraya buraya
sinmiş; çenelerinin altındaki torbacıklarını şişire şişire, kıpırdata
kıpırdata durup bakıyor, kimi derinlerde, kimi de yüzeyde iğri
bacaklarını aça uzata yüzüyor. Ayrıca balık gibi yüzen ve daha
kurbağaya dönüşmemiş yavruları;. İçilir miydi bu su? "İçilir mi" de
söz mü? Elbette içilir. İçindeki hayvancıklara aldırmadan eğilip suyu
avuçladı. İçli. Bi daha, bir daha. Kana kana içti. Ve cana kana geldi.
Gözleri ışıdı. Geçip bi yana oturdu. Heybesinden, torbasından
çıkardıklarından yedi. Gidip bi daha su içti. Bi yedi, bi içti. Karnını
şişirmişti iyice. Dizlerine fer gelmişti. Artık yola koyulabilirdi. Geç
kalmamalıydı, kalkü. Aa bir de ne görsün: Kocaman bir yılan, ağzında
da kurtulup çıkmaya çalışan bir kurbağa. Yılan, yutmak için ağzını
her açışta kurbağa çıkmaya çabalıyor, yılan buna meydan vermiyor,
yuttukça yutuyor. Bu korkunç durumu durup izleyecek mi? Yazık
değil mi kurbağaya? Onun da canı var. Hemen davranıp bir laş aldı;
yılana attı. Taş değmedi. Yılan uzaklaşıyordu. Bi taş daha, bi laş
daha.. Sonunda tutturdu. Yılan kurbağayı bıraktı, akıp gitıi.
Kurbağayı, biraz hırpalanmış da olsa kurtardığına sevinmişti. "Pis,
aşağılık yılan. Nasıl da yiyordu kurbağayı. Canlı canh. Yiyecek başka
bir şey bulamadın mı?! Zavallı kurbağaya hiç mi hiç acımıyordu.
Tanrı niye izin veriyordu ona? Kurbağanın günâhı neydi? Tanrı'nm
işlerine de hiç akıl ermiyor..." Kafası allak bullak olmuştu. Neyse
yürümeliydi.
Yola, geldiği yerden dönmenin gerekli olmadığını düşünüp
dönmedi. Yolun nereye doğru büküldüğü karşıdan gözüküyordu. Dere
boyunca daha yukarı ürmanırsa, sırtın üstünden daha kestirmeden, daha
kolay gidebilirdi. O yöne doğru yaya yolu da vardı zâten. Heybesini
omuzuna, torbasını da eline aldı. Bir elinde de ağaç, yürüdü.
Bacaklarına oldukça güç gelmişti. Biraz lırmanmıştı ki, burnuna bir
koku geldi Çok kötü bir koku. Bir leş kokusu olmalı. Durup bakındı.
Bir şey göremedi. Tumanmayı sürdürdü. Koku daha da artmıştı. Durup
111
yine baktı sağa sola. O da ne: Çukura yuvarlanmış bir insan. Burnunu
tuta tuta ve korka korka az yaklaşti: Adamın başı, boğazından kesilip
koparılmış. Son derece korkup geri çekildi. Ve gücü yettiğince
kaçmaya başladı. Soluk soluğa çıktı sırtın üstüne. Az durup dinlendi.
Sonra, aşağıya, yola doğru yürüdü. Koşarcasına.. Ne korkunç şeydi
gördüğü. Zavallı adamı, niçin kesmişlerdi? Nasıl kıymışlardı. Daha
önce gördüğü yılanın acımasızlığıyla^. Daha da ötesi. Daha da
korkunç. İnsan, "kurbağa" değil ki. Mal, davar da değil. Nasıl
kesmişler? Hayvan boğazlar gibi. Nasıl yapabilmişler? Kesilen insan
yalvarmamış mı? Kuşkusuz yalvarmıştır. Peki kesenler onun^
yalvarmalarına nasıl aldırmazlık etmişler, nasıl kulak tıkamışlar?
Elleri nasıl varmış? Düşündükçe sarsılıyor ve yeniden düşünüyordu.
Adam gözünün önünde kesilir gibi oluyordu. Adamın yalvarmalarını o
ânda işitiyordu sanki. Ve .sanki onu-kesen canavarlar, gözlerinin
önünde bagırta bağırta kesiyorlardı. Yılanın ağzından kurbağayı
kurtarmıştı. Ama kesilen adamı kurtaramıyordu. Nc kötü! Bu kez daha'
çok, öncekiyle ölçülemiyccek kadar allak bullak olmuştu. Aklı yine
Tann'ya kaydı: "-Tanrı'm, sen ulular ulusu değil misin? Sen olaya
tanık olmadın mı? Niye izin verdin, niye engel olmadın? Kafası
kesilen adam çok mu günâh işlemişti? Öyle bile olsa, nasıl böyle bir
duruma izin verirsin?"
Kestirmeden yola ulaştı. Esmer Köyü yine görünürlerde değildi.'
Alt üst olmuş kafasıyla tozlu yola düştü yine.
Bir yarım saat daha yürüdükten sonra karşıda karartılar belirdi.
Yolun üzerinde. Yolcu olmalıydılar. Yak Lığlılar. Artık iyice,
seçilebiliyordu. İki eşekli iki insan. Acaba bir zarar gelir miydi
bunlardan? "Hayır, ne zarar gelecek? beni de kesecek değiller ya! Niye
kessinler, ben ne yaptım ki? Hem ben daha çocuğum, bana
dokunmazlar..."
İşte eşekliler. Orta yaşta iki adam. Selam bile vermeye tenezzül
etmediler. Kürtçe konuşuyorlardı. Onu öyle görünce: "-Bu çocuk da
nereden çıkü?" der gibi bir tutum gösterdiler. Kürtçe konuştu onlarla.
- Esmer Köyüne daha var mı?
- Şu tepenin arkasında. Ama yol oradan geçmez. Yukarda, epeyce
yukarda kalır. Sen oraya mı gideceksin?
- Tutak'a giunek istiyorum, ama bu gece Esmer'de kalacağım. .
112


- Arkadaşın yok mu?
-Yok! .
- Bak, şu tepeyi çıkar çıkmaz köy gözükür. Asıl yoldan ayrı bir
kötü yol karşına çıkar. Taşh-kayalı bir yol. O yola gir, yol seni
götürür. Amg dikkat et, biraz ötede sürü var, sürünün de köpekleri var.
Sürü yolu tutmuşsa, sen epeyce ötesinden dolaş. Haydi karanlığa
kalmadan çabuk git.
- Amca ben gelirken şu sırün arkasındaki derede bir ölü gördüm.
Başı kesilmiş.
- Ta oradaki tepenin arkasında mı?
- Evet.
- Yol oradan geçmez ki, sen niye gittin oraya?
- Su için gitmiştim.
Adamlar hiç tepki göstermeden çıkıp gittiler. Belki de
inanmamışlardı. Ya da "-Bize ne?" deyip önemsememişlerdi. ,
Yürüyüp önündeki tepeyi de çıktı. İşte sonunda gözüktü: Esmer
Köyü.
Biraz daha yürüdükten sonra, köye doğru çok kötü bir yol
ayrıldığını gördü. Çukuriu, sivri sivri taşlı bir yol. Sözü edilen sürü
de yolun üzerinde. Ta,, ötelerden dolaşmak yerine, oturup sürünün
yoldan uzaklaşmasını beklemeye karar verdi. Hem dc dinlenmiş
olurdu. Karanlık baunasma da daha vardı. Oturup bekledi. Yarım stıate
yakın kaldı. Sürünün arkalara doğru uzaklaştığını görünce kalkıp
yürüdü. Yine başı kesilmiş adamı düşünüyordu. Öldürülmüş bir insana
daha tanık olmuştu. Ama başı filan kesilip koparılmış değildi. O da
üstüyle-başıylaydı: Halis Bey'in kardeşi Reşid Bey. Ölüsüne, iki yıl
önce, babasıyla biriikte gittiği Tutak'ta, bir evin arkasındaki çöplükte
tanık olmuştu. Eli belinde, arkasının üstüne doğru kaykılmış, bir
ayağıyla da külü aşağıya kürelemişti. Herkes başına birikmişti o
sırada. Anlatıldığına göre, kardeşleri, adamı kimin öldürdüğünü
biliyorlardı. Öyleyken kolluk güçleri, yarı deli bir dilsizi alıp
götürmüşler, bir sürü sopa atmışlardı zavallıya. Kürtlerle Türkler
arasmda kan davasına dönüşen bir çatışma vardı. İlçe'nin içinde Türkler
çoğunluktaydı. Gün gelecek, Tutak'ta belediye başkanlığını da
113
kazanacak olan Bedri Bey, "-Reşid Bey'i ben öldürdüm!" diye sağda
solda söyliyecek ve bu övünmesini canıyla ödiyecekti. Oysa yine
anlatıldığına göre, Reşid Bey'in kardeşleri, Ağrı'da birçok köyün s^ibi
olan ağalar (bu kardeşlerden Halis Bey, Ağrı milletvekili de olmuş, 27
Mayıs'da Yassıada'da yargılanmıştı). Bedri Bey'i görüp uyarmışlar:
"-Bak, sağda solda, 'ben öldürdüm' diye övünüp durma, seni vururuz.
Sırf onurumuz için vururuz, yoksa senin öldürmediğini ve
düşmanımızı biliyoruz.." demişler. Ne ki Bedri Bey, aldırmamış.
Sonunda da vurulmuş.
Dalgm dalgın gidiyordu. Birden önünden koca bir kertenkelenin
hışurtı yaparak geçişiyle kendine geldi. Hava kararmaya başlamıştı. O
da köye yaklaşmıştı. Bu köy, babasının ailesinin toprakları olan bir
köydü. Rus'larla olan savaşta, "kaç ha kaç!"lıkta, hep birlikte
Anadolu'nun iç kesimlerine doğru göçmüşler, Sivas'a varıp
yerleşmişler. Şarkışla'nın Yapaltm Köyü'ne. Babası da kendisi de orada
doğmuş. 5 yaşmdaVken, babası, yeniden Esmer'e göçmüş "hane"siyle.
Babası, buradaki topraklarını yeniden elde elebileceğini düşünmüş. Ne
ki çoktan ağaların pençesine geçmiş o topraklar. "-' Babamın
topraklarını almaya geldim!" diyen babasını da bi güzel kovmuşlar. Ne
yapsın zavallı, o da, Kur'an'dan ve din kitaplarından bir parça
öğrendikleriyle o köyde bu köyde imamlık yapma yoluna gitmiş.
Esmer Köyü'nü ve bu köye ilişkin öyküleri çok dinlemişü babasından.
Şimdi gidiyordu, bakalım karşısına neler çıkacak? Kimde kalıp konuk
olacağım bile bilmiyordu. Rastgele gidiyordu'işte.
Karşıda aynı köye giden birilerini gördü. Tarlalarmdaki işlerinden
dönüyor olmalıydılar. Hızlanıp onlara kavuştu.
-Ola sen kimsin, nerden gelirsin?
- Ben Abdul Hoca'mn oğluyum. Sizin köylü. Babasr bu köyden
gitmiş.
- Haa şu Abdul. Hocada oldu.
- Ey hele dur, sen nereden gelirsin?
- Kartallı Köyü'nden gelirim. Orada ohirim. .
- Yaa, demek ohu^in!
-Heeî
- Kimseyi tank mism, kime gidecen?
114
- Kimseyi tammirim, bilmirim.
- Sen gelirken korhmadın?
- Korhmazdım da^ kesilmiş adamı görünce korhtum, çok
korhtum.
- Vıy, sen kesilmiş adam gördün?
-Hee.
- Ey hele dur nerede gördün?
- Derede. -
Hem yürüyor hem konuşuyorlardı. Onunla yanyana yürüyen
birden, durup arkadaşlarına döndü: ,
- Ola hele durun, bu çocuk bişeylcr söylir. Memiş, Abbas,
Bayram, Dursun! Ola hele külah verin de duyun. Bahm ne diyir bu
çocuh!' ,
Hemen ilgilenip durdular
-Ne diyir ki?
- Kesilmiş bir adam görmüş.
Daha büyük bir ilgiyle toplanı verdiler başına.
- Hele dc nerede gördün?
- Diyirim ya, derede.
- Hangi derede?
- Göze var ya orada. Şoo tepenin ardında.
-Dur hele oğul, dorgu mu söylirsin?
- He vallah gördüm. Gözlerimle.
-Viyola!!! . ,
- Kesilen böyük herif?
-Hec.
- Herifin neresini kesmişler?
- Başım. Koparmışlar eyce.
- Vıy ananın aşını içimü!
-Başr da yanında?
%Hee. Amma, ayrı.
- Vıy baba!!! ı
- Demek koyun başı gibi kesmiş, yanına koymuşlar!

115
- Hee.
- Vıy ola!!! Vıy babanın ananın aşını içim!!! Heç ele de ola?
- Sen ne diyirsin Memiş Çavuş, olmir mi, çoh olir böle şeyler.
- Dorgı dorgı de heç beleşini de duymadımıdı. Acep kesilen herif,
kim, kimin ne.si?
- Mutlah çoban Cemil'dir.
- Ey hele dur ola sen nereden bilirsin?
- Kaç gündür ariyirlerdi.
- Hee, ben de duydumudu. Bir bölük davarları da bulamamışlarıdı.
- Hc vallah dorği. Olur olur. O heriftir, vay başına!!!
- Acep kim yapmışür?
- Kim olacak, kürtler. Eşhıya kürtler.
- Ola hele dur, kürtlerin günahını niye alirsin? Ya başhası ise?!
- Başhası değildir, onlardu"..
Tartışmayı bırakıp yürümeye başladılar yine. Köye vardılar. Onu
herkesin zaman zaman toplandığı, köy odası gibi odası olan bir
ağanın. Kasım ağanın odasına götürdüler. Orada konuk olabileceğini
söylalilcr.
Dik dörtgen bir oda. Tüm duvarların önünde taş - topraktan
yapılma sedir var. Sedirlerin üzerinde keçe, keçelerin üstünde de, oraya
buraya atılı minderler. Oda oldukça büyük. Sedirlerin genişliği en az
iki metre. Ortası, sedirlerin önü çıplak ve toprak. Biraz ıslakça.
Duvarın birinde yüklük; konuklara serilen yataklar katlanıp üst üste
konulmuş. Duvardan asılı camlı, aynalı bir lamba. Kirli kılıflarıyla
asılı iki - üç kitap. Biri Kur'an olmalı. Bir başka duvarın tam ortasında
mihraba benzer bir başka oyuk. Oyuğun iki yanında, büyükçe, dörder
parça camı olan perdesiz iki pencere. Pencerelerin sedirden yüksekliği,
yaklaşık iki buçuk metre. Duvarlar beyaz badanalı ama kirli. Yer yer
isli. Hele kışın kurulan sobanın borusunun geçtiği kesimler tümüyle
isli. Ama oda, islen çok, toprak kokuyor. Bunda, orta yerin çıplak
olmasının payı olmalı. Temizce süpürülmüş. Süpürge dc kapının
arkasında, duvara dayah. Üstü dam olduğu için tavan, '*koşat"lı (kaim
kaim ağaçlar aülı). Oda serince ve sakin.

Anadolu'nun bu tür, konuğa ve halka açık odalarında, vurdulu-kırdılı "cenk" kitapları, cennetten, cehennemden, yerden, gökten söz eden ve mucizeler, kerametler de içine alan eski yazılı kitaplar okunur -dinlenir. "Siret", "Battal Gâzî", "Kara Dâvûd", "Kırk Suâl" gibi kitaplar.

Hoca (imam) okur, odaya gelenler de dinler. Hazreti Ali hangi kâfir kalesini nasıl fethetmiş, hangi cenkte, ne kadar kâfir öldürmüş, bir vuruşla kaç kâfiri yere sermiş, hangi kahraman neler yapmış, İslâm uğrunda ne tür cihadlara girişilmiş? Sonra cennetin cehennemin kaç kapısı var, cennetlikler, cehennemlikler, cennettekilere verilecek nimetler, huriler, gılmanlar, cehennemlikler, cehennemdekilerin nasıl yandıkları, gayya kuyusu, cehennem zebanileri, cehennemliklerin nasıl "feryâd" ettikleri, cehennemin üstündeki sırat köprüsü, Allah yolunda olanların bu köprüden nasıl yel gibi geçtikleri, kâfirlerin ve günahkârların nasıl geçemeyip düştükleri...

Dünyanın ve göklerin yaratılışı, gök katları, hangi kat göğün hangi madenden yapılma olduğu, hangi katla hangi peygamberin bulunduğu, gök katları arasındaki uzaklık, melekler, hangi meleklerin ARŞ'ı ve KÜRSİ'yi nasıl taşıdıkları, dünyanın hangi hayvanın üzerinde durdurulduğu, depremlerin bu duruşla nasıl bağlantılı olduğu..Ve daha nice "bilgiler, "hikmet"ler, öğütler.

Zaman gelecek, bu "bilgi" ve "hikmet"leri halka sunan din adamlarının sundukları yerler, okudukları kitaplar, kılıkları, sunuş biçimleri değişecek, laik Cumhuriyet okullarından, Îmam-Hatip okullarından. Yüksek İslâm Enstitüleri'nden, İlahiyattan, büyük bir kesimiyle de Kur'an kurslarından çıkışlı oldukları görülecek. Ne ki biçimler değişse bile, özün, insana, topluma, evrene bakışlarının değişmediğine tanık olunacak. Yüzlerce, binlerce yıl ötelerden getirilen, yırtıldıkça yamanan, dar geldikçe genişletilen giysiler, Tanrı'nın yeni terzileri eliyle biçimlendirilip ve yamanıp müslüman cemaate yeniden giydirilecek. Polilikacılarla el ele verilerek...
117
17
Yorulmuştu adamakıllı. Çarıklarım çıkarır çıkarmaz, kendini
hemen minderlerden birinin üzerine attı. Bi kaç dakika içinde de uyudu.
Ama çok geçmeden, gürültüden uyandı. Lamba yanmış, üç - beş kişi
de gelmişti.
Akşam namazını daha kılmadığını, abdest almak istediğini
söyledi. Hemen ibrikle su, leğen ve havlu getirdiler. Biri,suyu döktü,
o da abdestini aldı, havluyla kurulandı. Geçti namazını kılmaya.
Namazı bitirdikten sonra, sofra geldiğini gördü. "Kaygana" ve
tandır ekmeği.
Kammı doyurup çekildi, geçip duvara sırtını dayadı.
Birer, ikişer geliyorlardı odaya. Oda dolacağa benziyordu. Oysa
odalarda yazın pek kimse bulunmazdı. Herkes işe - güce gittiği ve
yorgun evine döndüğü için.. Gelen selâm verip oturdu. Her yeni gelene
merhaba deniyor, o da ya herkese ayrı ayrı merhaba diyor, ya da
tümüne birden merhaba yerine geçen sözcüklerle, "cemaate rahmet"
biçiminde karşılık veriyordu. Başının kavuğundan, sırtının
cübbesinden vc uzun sakalından köyün imamı olduğu belli olan hoca
içeri girince topluluk şöyle bir "yekindi.
- Selâmun aleyküm.
- Alcykümü's-selâm ve rahmctullahi ve berekâtuh.
- Merhaba hoca efendi.
- Merhaba.
-Merhaba.
- "Cemaate rahmet".
Sedirler tümüyle dolmuştu. Bir hastr getirdiler, onu da çıplak yereı
serdiler. Sedirlerde yer bulamayanlar, hasırın üzerine çömeliyordu.
Sonunda hasırda da yer kalmadı. Bu kez gelenler, ayakta dikiliyor,
duvara yaslanıyorlardı. Oda tıklım tıklım doldu. Biri en son
gelenlerden olduğu halde, sıkışıp sedirden yer açtılar ona:
- Selâmun aleyküm.
- Aeyküm ü's-selâm,ve rahmctullahi ve berekâtuhu.
- Merhaba örgetmen bey!
1.18
- Merhaba hoca efendi.
- Merhaba..
- Merhaba Ellez dayı.
- Merhaba.
- Merhaba Yahya emmi.
-Merhaba.
- "Cemaate rahmet".
Öğretmen eğer "cemaate rahmet" sözünü söylemeseydi,
merhabalar uzayıp gidecekti. Bu sözü söyleyince, " - yeter artık,
hepinize merhaba!" demiş sayıldı.
Sigara içenler, sigara tabakalarını çıkarıp önlerine koydular, sarıp
içmeye başladılar.
"Hoca efendi", sözü başlâlü:
- Komşular, başı kesik biri görülmüş.
Daha önce duyanlar olmuştu. Köye gelen küçük yolcunun
anlattıklan bir ölçüde yayılmıştı. Duymayanlar da vardı. Bunlar,
toplantıyı duymuşlardı yalnızca. O nedenle kopup gelmişlerdi.
Hocanın sözlerine şaşkmhk gösterdiler:
-Allah Allah!
- İnnâ lillah!
-Vıy ola!!! Bu nasıl iş!!!
Öğretmen sordu:
- Kim görmüş, başı kesik olan kimmiş?
Hoca, haberi kendisine veren Memiş Çavuş'un anlatmasını istedi.
Memiş Çavuş da asıl haber kaynağının, köye gelen küçük yolcu
olduğunu söyledi. Birden gözler ve kulaklar ona dikildi. Önce "hoş
geldin" demeye koyuldular. Herkese bir bir karşılık vermeye çalıştı.
"Hoşgeldin" ve "hoşbulduk" ya da "hoş gördük"lerin sonu gelmiyordu
bi türlü. "Cemaate rahmet" gibi,, topuna birden karşılık yerine geçen
bir söz de icâd edilmemişti. "Topunuza birden hoş bulduk" da bir
gelenek değildi. Küçük yolcunun küçüklüğüne bakmadan herkes "hoş
geldin" demek için sıraya girmişti. Ve epeyce uzun sürdü. Sonunda
asıl konuya geçtiler.
Hoca:
- Hele anlat oğul, ne gördün, nasıl gördün? deyip konuşturdu.

Konu ALKA tarafından (08-11-2012 Saat 09:31 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla