- Olsun yine al, ye!
- Doydum, çok doydum!
- Kız ne iyi ettin de getirdin!
Safo, anasının çok sevineceğini biliyormuş demek ki.
- Ben burada çok kaldım, okuyup ezberleyeceğim çok ders var.
- Biraz ayran iç te öyle git! Haydi kız, koş da getir!
Safo, koşup getirdi ayranı. Yayık ayranıydı. Türko alıp içti. Ve
hemen çıkmaya yöneldi. Safo uğurladı. Dışarıya birlikte çıktılar. Sık
sık gelmesini söyleyen Safo'ya, tüm gövdesini saran bir sevgiyle baktı
ve yürüdü. 15-20 adım ötedeki köşeden saptı. İvedi ivedi gidiyordu ki
bir acı duydu.
-Ahh!
Diken batmıştı ayağına. Belli ki büyük bir dikendi. Eksik olmazdı
oralardan. Bi an, çıkanliTiası için dönmeyi düşündü. Safo'nun anası
çıkarabilirdi. Sonra vazgeçti dönmekten. Topallayarak yürüdü. Arada
bir bastığında diken daha da batıyor; dayanılmaz acı veriyordu. Camiye
vardı, Seydo'yu gördü. Ayağına diken battığını söyledi, iğne istedi.
Seydo'nun ceketinin yakasında iğne vardı. Aldı, geçti bir yana oturdu.
Tabanı yukarı gelecek bir biçimde ayağını büküp katladı. Eğildi
üzerine. Yerini ve dikenin kendini görebilmek için tabanına tükürük
sürdü. Yeri belli olmuştu, ama kendi gözükmüyordu. Yerini iğnenin
ucuyla o yana bu yana genişletmeye başladı. Epeyce genişletti. Bir
daha tükürükledi; baktı, yine görünürde bir şey yok. Yerini
genişletmeyi sürdürdü. Bir yandan da derine doğru oyuyordu. Ucu
gözüksün ve yakalanıp çıkarabilsin diye dişini sıkarak oydukça oydu.
Kanatntıştı, kocaman da bir yara açılmıştı tabanında. Terlemişti. Ama
çabalar boşuna. Seydo ilgilenip geldi:
- Dur kurban, sen bene (bana) ver hele!
İğneyi verdi, ayağını uzattı. Ve Seydo girişti i^. İğnenin ucuyla
biraz uğraştı. Sonra tabanı sıktı. Olanca gücüyle sıktı ki, diken çıksın.
Ama diken yerine kan çıktı. Berbat bir ameliyat. İki faki daha
gelmişti. Cami cemaatinden de gelenler olmuştu. Dikilmişlerdi
tepesine. Seydo başaramayınca işi bir başkasına verdi. Uğraş babam
uğraş. Diken bir türlü çıkmak bilmiyordu. Ayağını çekmesin ve rahat
78
uğraşılsın diye kolundan-bacağından tutuyorlardı. Tüm çabalar
sonuçsuz kaldı. Diken miken yok.
- Belki de diken batmamıştır!
Sırılsıklam ter içinde ayağa kalktı. Denemek için ayağını bastı.
Basar basmaz da acısını duydu dikenin. Diken olduğu belliydi ve
ilerliyordu. Daha da derinlere gömülüyordu. Ama gel de, oraya
birikmiş olanları inandır:
- Diken miken yok, sene öyle gelir. İğnenin açtığı yara ağrir.
- Yar, vallaha diken var, inanmirsiz!
Çekilip ^ t t i herkes. O da uğraşmaktan vazgeçti. Ne var ki acı
birken iki olmuştu. Açılan yara da acıyordu bu kez. Ağrıyı, acıyı
unutmak için derslerine döndü. Gönüldü kitaba.
79
13
Kulleteynde bir kalabalık. Anababa günü.
- Nedir, ne olmuş?
Topallıyarak varıp sokuldu. Genç bir kadın, saçınirbaşını yoluyor,
sarsıla sarsıla ağlıyordu. Ağıllar dizerek. Ortada da bir çocuk. Kadın!
çocuğa sarılıyor, ayırıyorlar, gelip bir daha sarılıyordu. Sesi, yeri-göğü
inletiyordu. Neydi, ne olmuştu? Çocuğu ölen bir ananın ağlaması
doğal: Ama çocuk çok küçüktü. Çocuğu o küçüklükte ölen de ağlardı
kuşkusuz. Ama öyle değil. O tür ağlama ve bağırma olağan değildi.
Oralarda ve benzeri yerlerde, ölen ölür; kalan kalırdı. Ölenin yerine,
yenisini hemen türctiverirlerdi. Kiminin aç-scfıl kalacağı biliniyor olsa
da. Tohum da, toprak da boldu çocuk üretimi için. Öyleyse bu genç ve
daha nice çocuklar doğurabilecek olan kadının böylesine yana-yakıla*
alabildiğine bağırarak ağlamasının özel bir nedeni olmalıydı.
Anlatülar:
Çocuk, kulleteyne düşüp boğulmuş. Anası da kendini suçlu
buluyormuş. Yüreği onun için çok yanıyormuş kadının. Şöyle olmuş:
Çocuğunu kapının önüne bırakmış. Kendisi de, inek sağmaya, yayık
yaymaya ve öteki işlere dalmış. Çocuk emekleyen bir çocuk. Sürüne
sürüne gitmiş. Küllükte sürünmüş, .sonra gidip kulleteyne
yuvarlanmış. Kimi zaman kalabalık olan kulleteyn çevresinde, kimi
zaman pek kimse bulunmaz. Herkes tarlaya-tumba gitmiştir o sıra. Ya
da başka tür işe-güce dalmıştır. îşte bu olay da, böyle bir zamana
raslamakta. Küllükte, kulleteyn çevresinde çocuğu hiç mi gören
olmamış? Olmamışur. Ya da gören olmuştur, ama çocuk ilgisini
çekmemiştir. Çocukların o çevrede bulunması o denli doğal ki.
- Lâve, lâvemin! (Yavrum, yavrum!)
Parçalanırcasma ağlıyan kadını çocuğundan kopardılar bi kez daha.
Zorla alıp götürdüler. Çocuğu da yıkadılar, sardılar, doğru mezarlığa.
İçinde -çocuk da olsa- bir "Adem oğlu" öldüğü için kulleteynin
tümüyle boşaltılması gerekiyordu. Kollar sıvandı, paçalar yukarı
çekildi, işe girişildi. Kovalarla çekilmeye başlandı. Boşalt ha boşalt!
Birçok şey çıkarıldı suyu boşaltılırken: Çul-çapıttan, çoraptan -
80
pabuçtan, taştan tezekten kedi ölüsüne, kemik parçalanna değin her
şey. Boşaltıldı tümüyle. Ve dipten yeni sular dolmaya başladı. Temiz
sular. Bir süre sonra eski düzeyine ve eski durumuna gelecekti
kulleteyn. Yine kirlctilecekti. Yine türlü pislikler rahat rahat atılacaktı
içine. Yine pisken, "temiz" sayılacaktı. Peki neden boşaltılmıştı
öyleyse? Şeriat öyle dediği için, "fetva" öyle olduğu için. Suyun
tümünün boşaltılmasının gerekip gerekmediği,' mezhepte tartışılıyor
olsa da fetva öyleydi. "Gereği" yerine getirilmiş oldu.
* * *
Fakilerin, Şeyh Şaban'ın tekkesinde toplanmaları istenmişti.
Herkes gitti. O da gitti topalhya topallıya. Genişçe bir yer.
Kilimlerin, halıların üzerine minderler konmuş, herkes yerini almıştı.
Yeri olmayanlarsa duvarlara dikilip kalmıştı. Şeyh Şaban baş köşede.
Kocaman kavuğuyla görkemlice kurulmuş. Üzerindeki işlemeli yeleği,
yeleğin cebindeki uzun zincirli saat, elindeki parlayıp duran teşbihi,
önündeki çok değerii olan "sigara tabakası", küllüğü ve sigara ağızlığı
da görkemini tamamlıyor. Çevresinde, Molla Nasır, Molla Zeki,
"halife"leri, ağa ve ileri gelenler. Fakilerler birlikte kalabalık bir
müritler topluluğu da vardı. Konu: Toplanacak zekat. Daha
konuşulmamıştı, ama loplanüya .çağrılırken bildirilmişti. Oturanların
elleri dizlerinde, ayaktakilerinkiysc önlerinde. Çıt yok. Herkes Şcyh'in
konuşmasını bekliyor. Biri sigara tabakasından sigara sanp verdi. Bir
başkası hemen davranıp büyük bir saygıyla sigarasını yakti. Vc şeyh,
kalın kaşlarının altından iri gözleriyle çevresine şöyle bir baktıktan
sonra konuşmaya başladı. Asıl konudan önce, yerden, gökten, peygamberlerden,
"evliyâ"dan, "mucizc"dcn, "kcrâmct"len, "iman"lılardan,
"kâfir"lerden ve hepsinden de çok "Allah aşkı''ndan sözetti. Anlattı, anlattı.
O anlattıkça aşka gelenler oldu. Köyünde çoluk-çocuğunu bırakıp
şeyhin tekkesinde kendini şeyhin hizmetine vermiş olanlardan Esmer'li
Şamil ile Mollaşemdin'li Meczub Fâik aşka gelip:
- Allah! diye bağırdılar.
Şeyh, cennetten, cehennemden anlatarak konuşmasını sürdürdü.
Ağzından ballar akıyordu. Öylesine kendinden emin, öylesine tatlı.
81
aniaüşı vardı ki.. Saygı, sevgi, korku, umut kaplamıştı her yanı.
Herkes mest olmuştu. Türko'nun dışında. O da etkilenmişti ama,
sorular belirmişti kafasında. Önce, şeyhin "sigara"sına takılmıştı.
"Mekruiî" olan sigarayı şeyh neden içer? Mutlaka sormalıydı. Sonra
"ilim" herşcyin üstündeyken, bir "âlim" olan Molla Nâsır'm anlatması
gerekirken sözü neden ona bırakmıyordu ve hangi yetkiyle btı konuları
anlatıyordu? Bunları da sormahydı.
Biraz sokuldu ileriye:
- Kızmazsan soru soracağım!
Herkes şaşırmıştı. "- Sus!" diyenler,"- çıldırdın mı?" anlamında
işaret edenler, dik dik bakanlar..
- Bırakın çocuk konuşsun! dedi şeyh.
- Sigara "mekruh" değil mi?
- "Mekruh" olduğu için ateşe verip yakıyorum ben de!
Şeyh, gülerek söylemişti. Çevresindekilerden gülmeye katılma
hakka olanlar da güldüler.
- Hocam Molla Nâsır'm "makam"ı daha yüksek değil mi? O niye
aşağıda? "Keramcf'i ve "mucize"yi o niye anlathnyor?
- Onun "makam"ı yüksek. Ama ben camideki yerini alıyor
muyum? Va'zma, hutbesine ben karışıyor muyum? Hadi sen şimdi git
otur yerine!
Kürtçe konuşulmuştu bunlar. Çünkü Şeyh Türkçe bilmiyordu.
Türko'ysa Kürtçe konuşabiliyordu.
Şeyh, yerine oturmasını söylemişti ama, oturacak yeri yoktu ki..
Üstelüc kız^lar, dünükleyenler vardı. Sonra da kolundan tutup dışarıya
çıkardılar.
Dışanya çıkanhnca ağladı, öfkesinden.
Caminin yojunu tuttu. Giderken kazlarla karşılaştı. Bir kesimi
başlarını ona çevirmiş, ağızlarını açmış, fış fış ederek saldıracak gibi
yaklaşıyorlardı. Bir taş alıp atü, kazlar uzaklaştı. Hava bozmuştu.
Yağmur atıştırıyordu bile. Biraz hızlı yürümeliydi. Ama dikenini
çıkaramadığı, üstelik yaralayıp bıraküğı tabanının'üstüne basamıyordu
ki hızlanabilsin. Gök gürlemesi, şimşek.. Yağmur bastırmıştı.
Aksıyarak ve tepeden tırnağa adamakıllı ıslanmış olarak vardı camiye.
82
Varir varmaz da "kerâmet" ve "mucize" konulânna baktı kitaplara.
Dişinde de bir ağn belirmişti. Ama çok değil. Bir süre sonra fakiler
geldi. Şeyhin tekkesinde, fakilerin .hangi tür zekâtı, nerelerden, nasıl
toplıyacaklan ve getirince -ileride paylaştınlmak üzere- kimlere teslim
edecekleri belirlenmiş. Takıldığı konuyu açtı fakilere. Kitabı da açarak,
şeyhin "mucize" konusundaki sözlerinin kitapta anlatımlara
uymadığını gösterdi Fakilcrsc konunun üzerinde pek durmadılar, işleri
vardı. "Zıkat" (zekat) toplamaya gideceklerdi. Hazu-lıklara giriştiler, iki
gün önce de gidenler olmuştu. Şimdi, iki fakinin, bir de onun dışında
kimse kalmıyacak artık. Konuşmalarına "göre, iki faki de bir-iki gün
sonra gidecekti. Ona gelince: Onun durumu daha belli değildi. Güçsüz
ve cılız gövdesiyle zekat toplamaya çıkamazdı. Hocası özel olarak
okutursa kalmayı, yoksa Tutak'taki "bibi"sine (halasına) gitmeyi
düşünüyordu.
"Mucize", "keramet", ikisi arasındaki fark, "büyü" büyüyle öbür
ikisi arasındaki fark, "olağanüstü" durumların türleri... Kafasını
doldurdu bu konular. Yatmcaya dek..
Biraz uyumuştu. Düş bile görüyordu. Ama kötü bir diş sancısıyla
uyandı. . .
Dişi neden ağrırdı? "Kurt" yerdi, "sıçan" yerdi de ondan ağrırdı.
Onunkinin birini de yemişlerdi. Ön üst dişlerinden birini. Sancısını
unıuiursun diye kalkıp kitaplara sarıldı. Akşamki "mütâlaa"dah yarım
kalan incelemelerini bitirmeye koyuldu. Ne var ki dalga dalga gelen
sancıdan, kendini veremedi bi türlü. Onun dişini yiyen, başkası değil;
"kurt"tu. "Sıçan" olamazdı. Sıçan girertıezdi ağzına. "Kâfir kurt" nasıl
da girebilmiş, nasıl da yemişti? Girecek, yiyecek.taşka şey bulamadı
mı?
Zonglamalar. Dipten ve derinden.
-Oy anam!
Anası olsa belki bir çare bulabilirdi. Kızkardeşi Zinnur'un
kulağına kurt düşmüştü de anası çöple çıkarmıştı. Kız, kulağına
sokulan çöpe dayanamayıp bağınnca da:
- Dur, geberesice, daha temizlenmedi, az kaldı., diye azarlardı.
Kızın kulağına sık sık kurt düşerdi. Her düşmesinde de anası böyle
temizlerdi. Sonra Zinnur'un o kulağı artık kurtlardan tümüyle
kurtuldu, yazık ki sağır oldu. Anası, bakmak zorunda olduğu
koyunların yaralarında da kurtları çöple çıkarıp temizlerdi. Kocaman
kocaman kurtlar çıkarırdı. Dişi yiyen kurtlar o kadar olamazdı. O
büyüklükteki kurtlar dişe sığamazdı ki.. Ne olursa olsun dişi
yemişlerdi işte. Anası olsaydı ağrıyı dindirirdi. Başını göğsüne
koymasıyla bile dinebilirdi ağrı.Orada yalnızca iki faki vardı. Onlar da hiç ilgilenmiyorlardı.
Yataklarında uzanmış yatıyorlardı, ama hiç de uyuyor gibi değillerdi.
Arada bir başlarını kaldmp yeniden koyuyorlardı yasüga.
-Oy anam oy!
Oyuyordu sancı. Dişinden çok beynini oyuyordu. Burgu gibi.
Tepesinin üstüne döndü, çırpındı, debelendi.
- Ah bir uyuyabilsemi
Bu ağrıyla uyku olur mu hiç? Beyni, önüne akacak gibiydi. İçine
işliyordu sancı. Kökü derinlerde, dallan her yanını sarmıştı gövdenin.
Büküle büküle. Ayrık-otu gibi.. Hayır, pençeli bir canavar.
Zonglamalarla pençesini atıyor.
- Oy anam, dişim!
Saniye bile aman vermiyordu. Yatağında, eli yanağında.
Kıvranıyordu. Yastığa başmı koydu olmadı, yastığı kaldırdı, yüzünü
yavaşça koydu olmadı, ne yaptıysa olmadı, olmuyordu. Ağrı
direklenmişti bir kez.- Oyanam,ölecem!
Ay doğmuş, doğudaki pencerelerden ışığı vurmuştu içeriye. Ama
neye yarar? Ağrı soluk aldırmıyor. Debeleniyor ve ağlıyordu. Sessizce.
Biraz daha debelendikten sonra kalktı, işliğini, şalvarını ve
ceketini giydi. Dışarıya çıkıt, bilinçsizce. Dışarıda ne yapacaktı;
bilmiyordu. Ay ışığı, hava güzeldi. Gel gör ki aman vermeyen ağrı
güzel değildi. Gece yansı. Üstüne basamadıgı tabanı yüzünden
topallıyarak yürüdü biraz. Köpek havlamaları, kuş ve böcek sesleri,
uzaklardan gelen kurbağa vakvaklamaları; "sap", saman, ot, tahıl ve un
|