İLK OSMANLILARDA İNANÇ
Osmanlının kuruluşundaki temel etkeni gazadır; ancak gazanın Türkmen geleneği içinde büründüğü anlam, dini anlamından tümüyle farklıdır. Türkmenlerin kristalize olmuş bir İslami algıları yoktu. Buna karşılık onları gaza ile bütünleştirecek maddi gereksinim ve gelenekleri vardı. Kuşkusuz Türkmenlerin gelip yerleştiği topraklar, kendilerine saldırmayan, dolayısıyla karşı saldırıyı meşrulaştırmayan insanların toprağıydı. Dolayısıyla bu gelişi anlayan, ama gaza ideolojisini olumsuzlayan bir yaklaşıma gereksinim var.
Bu bir yana Osmanlıda gazayı, dinin gereği bir eylem, gazacıları da dindarlar olarak değerlendirmekten özellikle uzak durmak gerek. Çünkü bu algılayış, sürecin Hıristiyan-Müslüman çatışması eksenli bir öznellikle yanlış değerlendirmesine yol açıyor. Oysa gerçek durum, dinsel önyargıları besleyen bu yaklaşımdan çok farklıdır.
Öncelikle bilinmeli ki, bu dönemin gazacı Türkmenleri arasında çok farklı bir inanç atmosferi sözkonusu. Bu anlayış heterodoks, yani bilinen dinsel esaslara aykırı ve eski gelenekler temelinde biçimleniyor. 8. ve 11. yüzyıllarda karşılaştıkları zorla Müslümanlaştırma baskısına boyun eğmiş, ancak kendi eski inançlarını da bırakmayan, biçimlenmiş bir Müslümanlıktan bütünüyle uzak, karma bir dinsel senteze sahip bir toplulukla karşı karşıyayız. Bundandır ki Hıristiyanlığı ötekileştiren bir algı söz konusu değildi. Hatta Hıristiyan komşularıyla gazaya çıkıp ganimet paylaşımına bile rastlanmaktadır (C. Kafadar).
Göçebe demokrasisi ve Kızılbaşlık ile örtüşen bir inanç atmosferi sözkonusu. Bu ise gaza'nın, Türkmen topluluklarının yerleşim ve geçim olanakları elde etmeye yönelik arayışları temelinde biçimlenmesini sağlıyor. Osmanlı Devleti de, dinsel düşmanlık temelinden kopuk böylesi bir gaza anlayışı üzerinden kurulacaktı.
BU OSMAN BAŞKAOSMAN
Gazacı bir siyasal önder olan Osman Bey ve aşiretinin, Şeriatçı bir gaza anlayışının tam tersine, Hıristiyanlara düşmanlık ve güvensiz likle belirlenmediğini görüyoruz:
''Osman Gazi, Bilecik Tekfuru'na dedi ki; sizden dileğimiz budur ki, bizim göç eşyamızı, yaylalara gittiğimizde sizde emanet bırakalım. O da kabul etti. Ne vakit, Osman Gazi yaylaya gitse, bütün eşyalarını öküzlere yükletirler idi. Bir nice hatun kişiyle gönderirlerdi. Kaleye bırakırlardı. Ne zaman yayladan gelseler, armağan olarak peynir ve halı ve kilim ve kuzular armağan iletirlerdi. Bu kafirler bunlara gayet itimat edüp dururlardı'' (Aşıkpaşazade). Mal emanetinden de öte, mallarını kadınlarıyla göndermeleri, Şeriatçı zihniyetten ne kadar uzak olduklarını gösteriyor. Siyasal ve ekonomik temelli düşmanlaşma koşullarında bile dinsel düşmanlaşma söz konusu değil:
''Osman Gazi bunca gazalar etmeye başlayınca, etrafun kafirleri çekinir oldular. Osman Gazi, Bilecik kafirlerine gayet hürmet eder idi. Sordular; 'Bu Bilecik kafirlerinin senin katında hürmeti var, nedendir?' dediler. Dedi ki, 'komşularımızdır. Biz bu vilayete garip olarak geldiğimizde bunlar bizi hoş tuttular. Şimdi bize dahi gerektir ki, bunlara hürmet edelim' '' (Aşıkpaşazade).
Görüldüğü gibi ne sofu bir tepkiye sahiptir bu gaziler ne de İslami kurallara uygun bir davranış içindedirler. Tam tersine herşeyi belirleyen onların çıkarları ve koşullar olmaktadır, ki Hıristiyanlarla olduğu kadar birbirleriyle de çarpışmaktadırlar. Daha bireysel ama çarpıcı iki öykü ise, bize prototip bir Türkmen gazisi olan Osman Bey'in kişiliği verir:
''Rivayet olunur ki, bir gice bir köyde imam evinde Osman Gazi konuk olup otırırdı. Ardında bir pencere vardı. Meğer anda bir Mushaf-ı Şerif komışlardı. Sahib-i hane, Osman Gaziye eyitdi: 'küstahlık olmasın. Keremünden, eğil, ardunda nesne var, alayum' didi. Osman Gazi eyitdi: 'ne nesne var?' Sahib-i hane eyitdi: 'Nebimüz, ahir zaman peygamberi Muhammet resul'ullah sall'allahu aleyhi ve selleme inen kelamullah var' didi. Osman Gazi dahi hiç tınmadı. Ta sahib-i hane uykuya varınca ebsem oldı. Sonra turup gusl idüp arı abdest alup mushaftan yana müteveccih olup huşu ve huzula ta sabaha dek el kavuşurup uru-tırdı'' (Neşri)
Görüldüğü gibi İslamiyet'le ilişkisi, Kur'an'ı bile tanımayacak kadar yüzeysel olan Osman'ın, uyarıldığı halde önce ''hiç tınmayacağı'' Kur'an ile ilk tanışması böyledir. Osman'ın abdest alıp huşu ile sabahlaması yorumu ise, resmi tarihçinin, devlet kurucunun bu ''eksikliğini'' örtme çabasından öte anlam taşımaz; çünkü Kur'an 'ı bilmeyenin abdesti bilmesi zaten olanaksız. Diğer öykümüz ise daha da ilginç:
''Osman gençliğinde Eski Hisar'a giderken, İtburnu denilen yerde Mal Hatun adında bir kadınla tanışıp, onunla muhabbet eder. (...) Günlerden bir gün, Eski Hisar Tekfuru'nun içki meclisinde, Osman kadına aşık olduğunu itiraf eder. Kadını nice övmüş olmalı ki, Hisar'ın Beyi içinden kadını kendisi için peylemeyi tasarlar. Bunu hisseden Osman, kadını Bey'e kaptırmamak için kaçırır ve tanıdıklarının yanına yerleştirir. Kendisi de İnönü Tekfuru'nun hisarına gidip içmeye devam eder. Öte yandan, Eski Hisar Beyi'nin arkadaşı olan Sultan Öyüğü Tekfuru da işe karışır. Kadını, Eski Hisar Beyi'ne götürmek için talimat almış olmalı. Bundan dolayı adamlarıyla birlikte İnönü Beyi'nin kapısına dayanıp ondan Osman'ı teslim etmesini ister. Onlar 'edelim-etmeyelim' derken, Osman arkadaşlarının başını derde sokmamak için, kardeşi Gündüz ile birlikte dışarı çıkar ve kuşatmayı yararak Söğüt'e doğru at sürer...'' (Neşri, Akt. S. Divitçioğlu)
Görüldüğü gibi tekfurlarla dostluk kuran, onların içki meclislerine katılan, onlarla aşkını paylaşan, sevdiğini kaçıran ve bunun için Bizanslılarla çarpışan, oldukça sosyal, İslamcılıktan uzak bir Bey adayı portresiyle karşı karşıyayız.
BABA İLYAS MÜRİTLERİ
Özetle bilinegelenden farklı bir dinsel ortamda şekillenmektedir Osmanlı. Örneğin onca hareketliliğe rağmen ''Müslüman ve Hıristiyan unsurlar arasında dini sebeplerden çıkmış herhangi bir mücadeleye tesadüf etmiyoruz'' (F. Köprülü). Çünkü Hıristiyanlığı dinsel nedenle düşmanlaştıran bir anlayış, bu Türkmenler arasında ''hiçbir zaman kuvvetli bir tesir icra edememiş'' . Öyle ki, ''umumiyetle Müslüman olmakla beraber, her türlü taassuptan azade, dinin kendileri için çok muğlak ... eski kavmi ananelerinin zahiri Müslümanlık cilasına boyanmış basit bir şekline salik, eski Türk Şamanlarının haricen İslamlaşmış devamından başka bir şey olmayan müfrit Alevi ve heterodoks Türkmen babalarının manevi nüfuzu altında idiler'' (F. Köprülü).
''Yunus Emre, Hacı Bektaş, (...) Baba İshak gibi büyük Türkmen şeyh (baba)lerinin anladığı ve telkin ettiği İslamiyet, Türk Şamanizmi ve sair menşelerden gelen inanışların, halka kadar inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese mensuplarının dar Şeriat kaidelerine karşı lakayd bir mahiyette idi. Bu sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyete aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu gibi birçok akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı yalnız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şii-ƒ Şamani hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdi'' (Osman Turan)
Özetle 13. yy. Anadolu'su, ''ehli-Sünnet harici'' dinsel atmosferiyle bugünkünden çok farklıdır. 14. yüzyılda Nigidi Kadı Ahmet 'in belirttiği gibi, ''cihanın bu gibilerle dolu olduğu'' söylenmekte, ''tanınmış Osmanlı Tarihi yazarı Jorga'nın eserinde kaydettiği bir Venedik belgesinde (...) Osmanlı Anadolusu'nda ahalinin beşte dördü Şii (Alevi) olarak gösterilmektedir'' (T. Akpınar).
Bu tabloya bir abartı rezervi koysak bile söz konusu atmosfer budur. Nitekim Osmanlı'nın ilk iktidar dönemlerinde de, bu alabildiğine gevşek ve kurallardan uzak dinsel anlayışı görüyoruz. Örneğin ''Orhan Gazi'ye ait Vakfiyyede, Bursa'nın zaptında büyük himmeti ve askeri coşturarak zaferde katkısı olan heteredoks derviş Geyikli Baba'ya bir kısım arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı ... son derece dikkati çekici'' (H. Z. Ülken). Sözkonusu bu Geyikli Baba, kendini ''Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebu'l Vefa tarikatindenim'' (Aşıkpaşazade) diye tanımlar. Ebul Vefa yolağının aradaki temsilcisi olan Baba İlyas ise, bilindiği gibi Selçuklu İmparatorluğu'na karşı gelişen büyük ayaklanmanın (1240) önderidir.
S. Divitçioğlu'nun da belirttiği gibi Ertuğrul Bey de Babai-Vefai inancına bağlıdır ve oğul Osman'ın, Bey olur olmaz yanına Ede Balı gibi bir Vefai halifesini alması dinsel kimliğinin sonucudur. Onun gerçek adının Osman değil Otman olduğu da anımsanırsa kuruluştaki Osmanlının sonraki ve resmi tarihçiliğin kurguladığı Osmanlıdan tümüyle farklı olduğu daha net anlaşılır. Bu realitenin değişimi ise, sadece tarih yazımındaki çarpıtmalarla değil, aynı zamanda korkunç katliamlarla gerçekleştirilecektir.
12/8/2006 * Erdogan Aydın
Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...
Nazım Hikmet
www.dilaverkom.blogcu.com
|