Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Konu-dışı

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 23-11-2011, 08:59
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart Bizim mahalleden portreler

Bahçelerde mor meni
Verem ettin sen beni
Ya sen İslam ol Ahçik
Ya ben olam Ermeni


Aşk bu, ferman dinler mi? Aynı pınardan su içerken eli eline değmiştir, gözü gözüne. Ne aşklar yaşanmış şu topraklarda, ne güzel çocuklar doğmuş. Ana tarafından şuralı, baba tarafından buralı. Kırk çeşit kavim gelmiş geçmiş, hepsi ayrı bir güzellik bırakmış Anadolu'ya, bin çeşit birbirine benzemez fidan yeşermiş. Yüzyıllardır bu toprakların suyunu, havasını paylaşan Ermeniler de çeşnimize çeşni katanlardan. Yemekleriyle, ezgileriyle, takılarıyla, sanatçı ruh ve becerileriyle bir güzel süslemişler dört bir yanımızı. Ülkemizin nakışlarında emekleri, duyguları, düşünceleri, ustalıkları var.

Türkiye'nin ilkleri
İlk Batılı anlamda tiyatro, Ortaköy, Hasköy ve Kuzguncuk Ermeni okullarında başlıyor.



Agop Artovyan Türkçe oyunlar sahneleyen ilk tiyatroyu kuruyor. Sahneye çıkan ilk kadın oyuncu bir Ermeni, Aruşyak Papazyan. 1857'de hem öğretmenliğe, hem sahne oyunculuğuna başlamış. Garip rastlantı o da ilk müslüman kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale gibi hastanede sefalet içinde ölmüş.



Türkiye'de çoksesli müziğin önderi, opera ve operetin, Şark Musiki Cemiyeti adlı ilk müzik derneğinin kurucusu Dikran Çuhacıyan.

İlk Türkçe operayı, ilk Türk opereti "Arif'in Hilesi"ni de Çuhacıyan bestelemiş. Batılı kaynaklar Çuhacıyan'dan Türkiye'nin Verdi'si, Doğu'nun Offenbach'ı diye sözediyorlar.



Kirkor Sinanyan İstanbul'da ilk orkestrayı kurmuş. Yervant Oskan Efendi ilk Osmanlı heykeltraşı. Sanayi-i Nefise Mektebi'nin heykel bölümünün kurucusu. Dünya resim tarihinde ilk kez perspektifi kullandığı söylenen Thoros Roslin Rumkale, Tarsus civarından bir Ermeni.

İstiklal Marşı'nın armonisi
Mekteb'i Bahriye'nin ilk keman öğretmeni, Prof. Vahram Mühendisyan. İlk piyano öğretmeni ise, "İttihat ve Terakki" ve "Prens Sabahaddin" marşlarının bestecisi Harutyun Snanyan'dı. Prof. Edgar Manas ilk Türk kadınlar korosunun kurucusu.



Güftesiz olarak yapılan "İstiklal Marşı" daha sonra E. Manas'ın tashihinden geçerek armonize edildi. Bugün Bolşoy Balesi'nden, Viyana Flarmoni Orkestrası'na, ünlü cazcılara kadar tüm dünyaya "Türk Zilleri" adıyla zil satan, Zilciyan ailesi, Karadeniz kıyılarından gelip Samatya'ya yerleşmiş, Topkapı Surları'nın arkasında ilk zil yapımevini kurmuş. Torunlar, 1908'de ABD'ye göçmüş ve ailenin geliştirdiği özel karışımı hala kullanıyorlar.



İstanbul'da ilk çiçek satış dükkanını açan Bogos Karakaş'ın kızı Mari Luiz, sahneye çıkan ilk kadın opera sanatçısı ve soprano.
Türk dilinin ilk etimolojik (kelime kökenlerini araştıran) sözlüğünü Bedros Keresteciyan yazmış. Bedros Efendi'den (1840-1909) bu yana bu konuda başka yeterli yapıt henüz üretilmemiş. Karl Marks'ın Manifesto'su daha 1887'de, Ermenice'ye çevrilmiş. İlk İngilizce basımından bir yıl önce! İstanbul'da bir yayıncıya verilmiş. Ancak yayıncı çekinmiş ve çevirmene kitaba kendi adını koymasını önermiş. Çevirmen kabul etmeyince basılmadan elyazması olarak kalmış.


İlk Türkçe mizah dergisi, Hovsep Vartanyan Paşa'dan (1852), "Boşboğaz Bir Adem"; 2. Abdulhamit ve Abdüaziz'in baskılarına karşı siyasal ve toplumsal olayları eleştiren Nişan Berberyan ve Harutyun Hekimyan Türk karikatürünün öncülerinden.

İstanbul'un nakışları
Bir de Balyan ailesi var. Kayserili Balyanlar. 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı-Türk mimarlık sanatına damgalarını vurmuşlar. Saray mimarı olarak devlet merkezi İstanbul'u ve çevresini sanki baştan inşa etmişler. Balyanların yapılarında Doğu sanatının Batı Rönesans'ı ile uyumlu bir biçimde kucaklaştığı söylenir. Bu yapıların bir özelliği de dayanıklı olmaları. Hemen tümü hala ayakta, İstanbul'un en güzel yapıları.



Dolmabahça Sarayı, Çırağan Sarayı, Baltalimanı, Yıldız Sarayı, Beylerbeyi Sarayı; Kalender Kasrı, Aynalı Kavak, Göksu, Ihlamur Kasrları, Validebağ Kasrı, Çağlayan ve Ayazağa Kasrı; Balmumcu Kışlası, Davutpaşa, Maltepe, Rami, Selimiye, Topçular, Taşkışla, Gümüşsuyu Kışlaları; Valide Camii, Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Üç Horon Kilisesi, çeşitli bendler, Terkos Tesisi, Tophane Saat Kulesi, Gümüşsuyu ve Yedikule Ermeni Hastaneleri, Beykoz Kösele Fabrikası, Akaretler'deki binalar, Darphane, eski Harbiye nezareti, şimdiki üniversite binası, onların yapıtlarından yalnızca bazı örnekler.



İlk Türkçe Latin alfabesini Kuyumcu Mazlumyan Usta, TBMM Müzesi'nde sergilenen altın plaket üzerine kazımış. Atatürk'ün ünlü, "K. Atatürk" imzası da bir Ermeni'nin elinden çıkmış. Robert Kolej'de kırk yıl güzel yazı hocalığı yapan Vahram Çerçiyan'dan da imza örneği istenmiş. Gelen beş örnek arasında Çerçiyan'ınkini seçmiş Atatürk.

Türker soyadının yakışığı
Osmanlı döneminde, bakanlık, müsteşarlık, elçilik, Şuray'ı Devlet üyeliği, milletvekilliği yapmış Ermeniler, otuza yakın önemli bakanlıklarda bulunmuşlar. Haydarpaşa Garı'mızın açılış konuşmasını bile Bakan Bedros Halaçyan yapmış.




Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 23-11-2011, 08:59
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Berç Keresteciyan Cumhuriyet döneminin ilk Hıristiyan milletvekili. Osmanlı Bankası Genel Müdürü ve Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti İkinci Başkanı. Atatürk'e Bandırma vapurunun Boğaz'dan çıktıktan sonra batırılacağı haberini iletmiş, önlem alınmasını sağlamış. Bütün milli mücadele dönemi boyunca yalnız sağılık malzemesi değil, ihtiyaçları olan her şeyi ilaç sandıkları içinde Anadolu'ya göndermiş.
Atatürk, Türker soyadını vermiş kendisine. Anlamlı, Atatürk'ün "Türk"ten ne anladığını görme açısından. Keresticiyan Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın komisyonunda da yer almış.



Fransız vapur kumpanyası müdürü Kalçi Efendi, "Sizi haklı buluyorum, mücadelemizin büyüklüğünü biliyorum. Bu toprağı severim. Ailem burada yaşadı ve mutlu oldu. Son vapur da elimden çıkıncaya kadar sizinle çalışacağım" diyerek. M. M. Teşkilatı'na (Mahsus-u Milli Teaşkilatı) destek olmuş. Pandikyan Terziyan ve Hogasyan efendiler de teşkilatta görev alıp, Anadolu'ya yardım etmişler.



Daha sayamadığımız, unuttuğumuz veya bilmediğimiz çok ad var mutlaka. Bir çok "ilk"i getirmişler. Başımıza örttüğümüz yazmadan, operasına kadar.



Bir Toto Karaca (Felekyan), Alis Manukyan, Elize Binemeciyan, Nubar Terziyan, Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan), Asu Maralman, Hayko, Garbis Zaharyan (milli boksör), Anta Toros, Aram Gülyüz, Agop Arat, Vahram Yavru (Balkan Tenis Şampiyonu). Bir Onno Tunç, Garo Mafyan, Ara Güler, Pars Tuğlacı olmasaydı, Türkiye'de çok şey eksik olurdu.

Paskalya çörekleri, Ramazan pideleri!
Ani İpekkaya, 25 yıldır tiyatro sahnelerinde. Babası Ermeni, annesinin bir tarafı Arnavut Rum, bir tarafı Rus. Ani bir Türk'le evlenmiş. Asaf Çiğiltepe nikah şahitleri. Bir yıl sonra açıklamış ailesine. Sadece nikah cüzdanını görmek istemişler Ani İpekkaya'nın. Ne de olsa kız çocuğu.



Ani İpekkaya'nın kızı nereli? Bilmece gibi. Çocukluğu Bakırköy'de geçmiş. Kocaman ıhlamur ağaçlarının olduğu bir mahalle. Mahallede Karamanlı Rumlar, Ermeniler, Türkler otururmuş. Yılbaşını, noeli, bayramları konu komşu hep birlikte kutlarlarmış. Paskalya'da paskalya çörekleri, Ramazan'da pastırmalı pideler. Evlerinde namazlı niyazlı iftar açılırmış. Mahallenin tüm çocukları, Türk'ü Rum'u, Ermeni'si bağırırmış kandiller yanınca.



"Balıklı Rum mezarlığına giderdik yortularda, piknik yapmak için. Dolmaları sarar, bütün mahalleli hazırlanırdı. Herkes ölülerine dualar okurdu. O birlikteliğin duygusallığını hala yaşıyorum. Ailem Van'dan gelmiş. Dedem Çanakkale'de İngilizlere karşı savaşmış. Annem burada mutlu oldu, mezarı burada. Bayramda kapıma gelen çocuklara mendil vermek istiyorum. Hiç ayrı gayrı bilmeden büyüdüm. Bu topraklarda Ermeniler ile Türkler birbirlerini çok sevdiler, aşık oldular, kız aldılar, oğlan verdiler. Kayıpederim Elazığ'ın Palu ilçesindendi. Sulu bulgur köftesine glorik derdi. Ermenice 'yuvarlacık' demek.



"Şimdi bir olay oldu mu, sanki etime değiyor."



Yılların sinema sanatçısı Kenan Pars, yani Kirkor Cezveciyan'ın annesi Beşiktaşlı, babası Balatlı, beş yüz yıllık İstanbullu Ermeni. Dedesi Ohannes'in elinden çıkmış, Yıldız Sarayı'nın avizeleri.



Kenan Pars'ın kızı "Müslümanla" evlenmiş, torunu da "Müslüman."
"Müslüman diyorum, çünkü hepimiz Türkiyeliyiz. Bin arkadaşımdan dokuz yüz doksan dokuzu Müslümandır. Aynı fasulyeyi, dolmayı yemişiz yıllardır" diyor Kenan Pars. Kendini çok duygulandıran Balıkesir'deki askerlik anısını anlatıyor. "Ali Bey diye bir komutanın emir eriydim. Karısı bir gün 'paskalyada Ermeni aileler ne pişirir, yerler' diye sordu. Zenginlerimizin sofrasında uskumru dolması, midye dolması, paskalya çöreği, kırmızı yumurta olur dedim. Paskalya geldiğinde 'Oğlum gel beraber aile yemeği yiyelim' diye beni çağırdı. Masada, hem de Balıkesir'de uskumru dolması, midye, kırmızı yumurta ve paskalya çöreği vardı. Ben sevincimi, acımı paylaştım bu insanlarla. Biz dostuz, kaynaşmışız. Bu düşmanlık nereden çıktı bu kadar yıl sonra?"

Bizim "memeket" nasıl?
İstanbul'da Marmara adında bir Ermenice gazete yayımlanıyor. Gazetenin sorumlu müdürü Rober Haddeler Akşehirli bir aileden geliyor.



"Ben bir Anadolu çocuğuyum" diyor. "Türk Ermenileri vatanlarına bağlılar. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, aileden geri kalanlar annem, babam ve amcamın bir kaç kızı Suriye'ye göç etmişler. Ancak sonra tekrar Türkiye'ye dönüp İstanbul'a yeleşmişler. Şimdi Anadolu'da kalan Ermenilerin sayısı 5 bini bulmaz. Anadolu'da yaşayanların Ermenilerle pek ilişkileri yok. 'Duvardaki Kan' gibi dizileri seyredenler ne düşünecekler? Sanki bütün Ermenilerle, bütün Türklerin arasında düşmanlık varmış duygusuna kapılacaklar."



Ani İpekkaya'nın Elazığ'ın Palu ilçesiden kayunpederinin sevdiği "Glorik" köftesi, Erzurum'un bar'ı (dans), rakı sofralarının çarmakçuru (aslan sütü), Eğin'in güzelim ezgilerideki klarnet, kargir (taş ve kireç), bızdık, kodaman, torba, haç, örnek. Kaynaşmış gitmişiz işte!
Son 10-15 yıl içinde birkaç bin Ermeni vatandaş İstanbul'a göç etmiş. …Onemli bir bölümü Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dışarıya göç etmek zorunda kalmış. Çocukları buralarda doğup büyümüşler. Analarından, babalarından onların yaşamış olduğu toprakların güzelliğini dile getiren öyküler dinliyorlar. "Oranın suyu başkaydı, havası başkaydı: Ah sen bir de bizim oradaki dağları göreceksin." Rober Haddeler'e göre bu, çocuklarda sıla özlemine, belki de biraz tepkiye yol açıyor.
Haddeler, son elli yıllık devrede Batı Ermeni edebiyatından söz ediyor. Ana temalarından biri Türk Ermenilerinin vatan olarak bildikleri topraklara özlem duyguları.

Gurbet elde de birbirimizi buluruz
Dışarıya göç edip yerleşenlerin hiç biri Batılı olamamış. Doğu'nun geleneklerini hala sürdürüyorlar. Konukseverlikleri, sıcak aile ilişkileri, sosyal yaşantıdaki bağlılıkları.



"Giderken götüreceğin en iyi hediye, kolunun altına sıkıştıracağın bir rakı şişesidir. Oraların konyağını, viskisini bir türlü benimseyemezler" diyor Haddeler. On beş yıl önce gazetede çalışan bir arkadaşları Amerika'ya gitmiş ve Amerikalıyla evlenmiş.. "Çok sevdiğim, en iyi arkadaşım" diye mektupta söz ettiği kişi çıkmış gelmiş. Bir Türk! "Orada da birbirlerini buluyorlar" diyor Haddeler.



"İnsanlar arasındaki bazı tepkiler çok çabuk dostluk duygusuna çevrilebilir. En ufak bir jestle tersine dönüşebilir. İki kişi karşı karşıya gelince her şey unutulur. Burada Ermenice gazete çıkarıyorum. On kişi çalışıyor, dördü Türk.
"Bu ASALA'nın filan yöneticileri, başındakiler, Ermeni değil mutlaka. Kanıtlayabilmiş değiliz, ama böyle. Onlar bazı şeyleri kullanıyorlar."
Keşke devlet adamları da sanatçı olsa

Değil Türkiye'de, dünyada sayılı 40 yıl süren müzik toplulukları. Dedeleri Kevork Aslanyan 50 yıl İstanbul Patrikliği yapmış. Üç kardeş abileri Vahakn'ın ölümüne kadar kırk yıl oda müziği yapmışlar. Vahakn, Devlet Senfoni Orkestrası ikinci keman grupları şefiymiş ölene kadar.
Varujyan, 51 yıldır piyano çalıyor. İstanbul Şehir Operası'nın kuruluşunda görev almış. Şimdi emekli, Kurtuluş'ta mütevazı bir evde piyano dersleri veriyor. Evin yarısını dededen kalma antika bir büfe, diğer yarısını piyano kaplıyor. Duvarda, yine dededen kalma madalyalar.



"Geçenlerde Patrik'in Atatürk Kültür Merkezi'nde jübilesi vardı. Devlet Opera ve Balesi'nde sahne amiri olan Asım Bey'le karşılaştım. 23 yıldır birbirimizi görmemiştik. Dakikalarca sarıldık. Yanan Tepebaşı Tiyatrosu'nda geceleri saat birlere kadar beraber çalışırdık."

"Ermiş millet"
"Müzik, güzel sanatlar, insanları öylesine kaşnaştırır ki! Keşke devlet adamları da sanatçı olsalar" diyor Aslanyan. Karısı Alis, "Müziğe meleklerin dili derler" diye ekliyor. Madam Alis, Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okurken okul doktoru Muhittin Bey'miş. "Kızım biz size neden Ermeni diyoruz biliyor musun? Ermişten gelir. Ermeni milleti ermiştir de ondan" der, sevgiyle takılırmış.



Varujyan Aslanyan'ın gücüne giden bir şey var. "Niye haberlerde 'Ermeni katil veya katil Ermeni' diyorlar? Katil bilmem kim deseler ya, her cinayeti işleyen gibi."
Oyle ya o adamın özelliği insan öldürmesi. Ermeni olması değil! "Niye hepimize mal ediyorlar?" diyor Aslanyan, ince sanatçı duyarlılığıyla. "Niye kötü haberler kocaman verilir de, iyilerden söz edilmez?"



Abraham Bodurgil, Beyaz Saray Türk Kütüphanesi Müdürü. 2000 kitaplık Atatürk bibliyografyasını hazırlamış. Aslanyan, TV'de haber verilirken Bodurgil'in adının anılmadan geçilmesini anlayamıyor haklı olarak.
Madam Pamuk, hala yıllar öncesindeki gibi alımlı. "Bu toprağın insanlarıyız. Havasından, suyundan vazgeçemem. Başka yerlerde yaşayamam, ama bir Türkle çok rahat paylaşırım her şeyimi. Acılarım oldu, en yakın ilgiyi Türk arkadaşlarımdan gördüm. Sıcak bir millet. Çıkın Nordik'lere, soğuk ırk. Bizim gibi olamazlar.



"Bir şey olacak diye yüreğim hop hop atıyor. Nasıl başladı, nasıl biçimlendi aklım almıyor. Bazen aile içinde kavga olur, iki kapı komşu kavga eder. Biri der ki, 'ben haklıyım', öbürü der ki 'ben'. Ama ortada bir gerçek vardır. İkisi de kabul etse. Niye çocuklarımız böyle şeyler duyarak büyüsünler? Sarayları, tiyatroları, Türkçe grameri bile birlikte yapmışız. Niye bunlar yeteri kadar hatırlanmaz?



Agop Martayan'a, Atatürk, Dilaçar soyadını vemişti. Oldüğü zaman gazetelerin çoğunda ufak bir haber oldu."

A nokta Dilaçar!
Agop Martayan, Atatürk'ün verdiği soyadıyla Dilaçar, sonraları basında geçen adıyla sadece A. Dilaçar. Devekuşu misali. A nokta Dilaçar!



Gedikpaşa'dan Boyacıköy'e taşınınca, en yakın okul Robert Kolej'de okumuş. Birinci Dünya Savaşı'nda Kafkas Cephesi'ne gönderilmiş. özellikle Ermeniler ve Kürtler Rus Cephesi'ne gönderiliyorlar. Martayan da Şam'a gidiyor. Atatürk'le ilk orada karşılaşıyor. Kafkasya'dan gelen bir Ermeni subay ve kaçmamış. Atatürk'ün dikkatini çekiyor, orada kaçmayan adam burada hiç kaçmaz diye, bir hafta izin veriyor.



Savaştan sonra İstanbul. Her bunalımlı dönemde, önemli olayların ardından azınlıklar arasında göçler oluyor.



Sofya'ya göç ediyor Martayan ailesi. Türk dili ve kültürü üzerine çalışmalarını orada da sürdürüyor. Orhun Yazıtları'yla ilgili bir yazısı Cumhuriyet gazetesinde yayımlanıyor. Atatürk, Türk Dil Kurultayı'nın toplantısına onun da çağırılmasnı istiyor. Göç edenler vatandaşlıktan çıkarılıyor, gittiği yerin vatandaşı da olamıyor. Elinde bir Nasen belgesi var Martayan'ın. Atatürk'e durum anlatılıyor. "Davetlidir gelsin!"
Sofya Konsolosu tatil demiyor, pazar günü Vitoşa Dağı'na çıkıp Martayan'a haber veriyor. Pazartesi konsoloslukta, pasaportu olmadığı için Nasen belgesinin üstüne vize damgası atılarak sorun çözülüyor. Ama konsolosun aklına pek yatmadığı için eline ayrıca "gerekli kolaylık gösterilsin, Atatürk'ün özel davetlisidir" diye bir mektup veriliyor.



25 Eylül 1932'de 1. Türk Dil Kurultayı'na katılıyor. Türk diline önemli katkıları olan İstepan Gurdikyan, Kevork Şimkeşyan da özel çağrılı. Dilaçar'dan Türkiye'de kalması isteniyor. TDK'nun başuzmanlığına atanıyor. 1979'da ölene kadar da orada görev yapıyor. Liselerde, fakültelerde öğretmenlik yapıyor. İnönü Ansiklopedisi'nin kurucularından ve redaktörü.



Oğlu Vahe Dilaçar'la konuşuyoruz. Türkçesi tertemiz. Belki Ermenilerin dil öğrenme yeteneğinden, belki de babadan miras.
"Bütün yaşantımız, Atatürk'ün yaşantısı ile ilgiliydi" diyor oğul Dilaçar. "İstanbul'a gideceği zaman biz de taşınırdık. Eski cephane sandıklarının içine kitaplar konur, özel trenle giderdik. Akşam 6-7 gibi köşkün arabası gelir, yaver babamı alır gider, ertesi sabah getirirdi. İlk başta annem ürkerdi. Niye alıp alıp götürüyorlar diye. Yaver, 'Korkmayınız, aldığımız gibi getiririz' diye şakalaşırdı."

Antranik Paşa'ya Atatürk'ten saygı
Atatürk'ün sofrasında sürekli, arkadaşları, bilim adamları ve tartışmak istediği konuyla ilgili uzmanlar oluyor.



Bir kez bir kelimenin kökenini tartışmak üzere Rumca bilen birinin çağrılmasını ister Atatürk. Rum Zografyan Lisesi'nden bir öğretmen davet ediliyor. Hitler'den kaçan Musevi bilim adamları da sık sık sofranın konukları. O akşam tartışma bittikten sonra herkes sırayla bir şeyler yapıyor. Alman profesör Almanca bir halk şarkısı söylüyor.



Rum öğretmenden Rumca bir şiir okuması isteniyor. Yunan edebiyatından, klasiklerden bir şiirdir beklenen.
- "Ben Türk'üm, yaşasın Türkiye"
Atatürk'ün kaşları çatılıyor. Oysa Rum olduğu için sofraya çağırılmış.



Agop Dilaçar bir Ermeni marşı söylüyor. Kafkas cepphesinde, Osmanlılara karşı savaşan Antranik Paşa'nın adının da geçtiği bir marş. Sofrada bir gerginlik, fısıldamalar. Atatürk uyarıyor. "Bu marşla insanlar inananarak ölüme yürüdü. Saygıyla dinleyiniz."
O kadarından vazgeçtik, yıllar sonra, Türk Dil Kurumu bilimsel kıstaslarla değil, sadece Ermeni olduğu için bir Pars Tuğlacı'nın üyeliğe kabülünü reddediyor. "Başımızda bir tane var zaten o yetiyor" deniyor. Agop Dilaçar'a ölene kadar pasaport vermemişiz.



"Olaylar olduğunda arkadaşlarımız, dostlarımız bir şey söylemiyor. Ama ne düşünüyor acaba diye tedirgin oluyorum" diyor Vahe Dilaçar. "Dışarıdaki Ermeniler de çeşit çeşit. Ama, ASALA'nın amacı başka. Buradan kalkıp kim gider oralara, dışarıdan da kimsenin gelip yerleşeceğini sanmıyorum. Savaş durumu, iki taraf da birbirine aynı şeyi yapmıştır. Tarihte olanları unutup yeni bir dünyada yer almak gerekir. Ozür dilerim, hatalı davranmışım' tavrı çok şeyi çözebilir, olanları haksız kılar. Zor ama niye olmasın!"
Niye olmasın?


Kapıları çalarken içimizede bir tedirginlik. Ermeni lafını yuvarlayarak, konumuzu açıklamaya çalışıyoruz. Hani, acaba alınırlar mı? Kırar mıyız diye. Ama gerçekten biz bize benziyoruz.



"Bizim Ermeniler" dost, sıcak insanlar, çok şey paylaşıyoruz. Dile kolay, yüzyıllarca emek vermiş, taş üstüne taş koymuşuz, mendil kenarına oya işler gibi birlikte göz nuru dökmüşüz bu "memlekete."



Atatürk'le dans eden Ermeni
- Nasılsın kızım?
Genç kız alımlı, dimdik elini sıkar Atatürk'ün, yanıt verir:
- Teşekkür ederim efendim, siz nasılsınız?
Celel Bayar telaşla uyarır,
- Eğil, eğil elini öp. Hiç siz nasılsınız denir mi?
- Rahat bırakın kızı. Şimdiki gençlik böyle. Ben de öylesini seviyorum.
Ajda Pamuk, o zaman Martayan, Park Otel'de dansa ilk kez gelmiştir. Onun genç kızlığa ilk adımıdır.
Biraz önce ortalık karışmış, garsonlar koşuşmuş, tam karşılarında otuz-kırk kişilik masa hazırlanmıştır. Atatürk masanın başına oturur, göz göze gelirler. Biraz sonra yanındakilerden biri gelir, Antuvan Martayan'dan izin ister.

Madam Pamuk gözleri ışıl ışıl anlatıyor: "Biliyordum zaten, bekliyordum çağıracak diye, uçarak gittim." Hayrandır hem fiziğine, hem gücüne. Okulda hep arkadaşlarıyla konuşurlar.Dansa kaldırır Atatürk, vals yaparlar. Sofrada iki saat boyunca Avrupa gençliğini, izlenimlerini konuşurlar. Türkçesin kutlar. Ayrılırken bir dileği olup olmadığını sorar. "Sağlığınız efendim dedim. Nereden bilirdim, bir süre sonra onu kaybedeceğimizi. Keşke bir anı isteseydim. Ama bu anı değil mi, yıllar sonra kapım onun için çalınıyor."

Birbirinize sarılın, siz kardeşsiniz.
1915 yılında ıstepanyan ailesi de diğerleriyle birlikte Adapazarı'ndan Simav'a sürgün gelirler . Eski, kullanılmayan bir yana yerleştirilirler. Altı ay geçer, yerli halkla hiçbir ilişki yoktur.
Bir gün küçük Torkom yalnız başına oynarken, çocuklar gelir. Ama o onlarla oynamak istemez. annesi hemen hanın kapısını açar, çocuklara içerideki manzarayı gösterir. Yanlarında getirebildikleri yok denecek kadar az eşyaların üstünde, açlıklarını uykuyla bastırmaya çalışan insanlar. "Büyüdüğünüz zaman çocuklarınızın böyle şeyler görmesini istemiyorsanız, birbirinize sımsıkı sarılın. Siz kardeşsiniz."
Garnizon komutanı Marizaruhi Istepanyan'ın bu sözlerini duyar. Simavlılar sürgün Ermeni ailelerini paylaşıp, evlerinde misafir etmeye başlarlar.
İstepanyanlar, bu kez hüzünlü ayrıldıkları Simav'dan tekrar Adapazarı'na döndüklerinde kıymetli eşyalarını Türk komşularından bıraktıkları gibi alırlar. Anadolu'nun çok yerinde olmuş böyle dayanışma.

Benzer bir anıyı da Avedis Mazmanyan'dan dinlemiştik. Eğin'in Apcağa köyünden sürgün giderken altınlarını Cemal Beylere bırakırlar. 18 yıl sonra geri döndüklerinde bohçaları hiç açılmadan, Rahime Hanım'ın sandığından çıkar.

Bir gün Atatürk Adapazarı'na gelir. Simav komutanı Musta Bey karşılayanlar arasında Marizaruhi'yi görür, Atatürk'ün hizmetini yapmayı kabul edip etmeyeceğini sorar. Uzun yıllar Atatürk'e hizmet eder Marizaruhi.


Saroyan çalmış, Yaşar Kemal söylemiş
"Bir sabah saat dokuz muydu neydi, kapı çaldı. Bir baktım 'Ben William Saroyan' diye girdi içeri. 'Hoş geldin sefalar getirdin' İstanbul'u gezdik beraber. Türküler biliyordu çok güzel. Sözlerini değil havalarını. Ben söyledim, o çaldı."

Yaşar Kemal
bunları anlatırken aklımıza üç-dört asır öncesinin halk ozanları geliyor. Ermeni alfabesiyle yazılmış, Türkçe elyazması halk şiirleri, hatta bir kıtası, mısrası ya da beyiti Ermenice şiirler, destanlar.

Asırlar geleneği bozmamış, Florya, Menekşe sırtlarında gecekondu mahallelerinde, Çamlıca tepelerinde, İstanbul'un sırtlarında, Yaşar Kemal sözlerini söylemiş türkülerin, Saroyan havalarını. Beyti Lokantası'na gitmişler. Saroyan kalkmak bilmemiş. Sonradan Beyti'yle ilgili bir yazı yazmış. Beyti hala reklamlarında, kibrit kutularının arkasında kullanırmış Saroyan'ın sözlerini.

Saroyan'ın Bitlis'i göresi gelmiş. Çok küçükmüş göçtüklerinde, ama olsun. Fikret Otyam'la doğduğu yerleri görmeye gitmiş. Oyle olurmuş.

Bir Ermeni vatandaşımızın vasiyeti varmış.Oldükten sonra mezarıma bir avuç doğduğum yerlerin toprağını serpin diye. Oysa göç edeli kırk yıl olmuş. Olsun. Oğlu ta Amerikalardan gelmiş, bir avuç toprak için.
Avrupa'nın, Amerika'nın bazı kentlerinde Türkçe konuşmaya çekinirmiş insanlar. Sadi Koçaş'ın konsoloslukta çalışan bir arkadaşı söylemiş "Duydular mı hemen evlerine çağırıyorlar, bizden ayrılmak istemiyorlar. Onların konukseverliklerini istismar etmemek için, sokakta kendi aramızda bile Türkçe konuşmuyorduk."


Bizim Ermeniler

2000'e Doğru dergisinin 12-18 Nisan 1987 tarihli sayısı
Şule Perinçek

http://www.istanbulazinliklari.org/SAYFA.ASP?S=10083

Konu Neva tarafından (23-11-2011 Saat 09:26 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 23-02-2012, 03:03
vartor - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
vartor vartor isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 15 Mar 2006
Bulunduğu yer: Toronto
Mesajlar: 8.615

Onur Üyeliği 

Standart

Guncelliyorum.

Iman, ask gibidir,gozleri koreltir,beyni muhurler.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 23-02-2012, 12:12
yucemanitu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
yucemanitu yucemanitu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Jun 2008
Mesajlar: 3.591
Standart

Bugün liselerde ilk Türk romanı Şemsettin Sami'nin yazdığı Taaşuk-ı Talat ve Fıtnat (Talat ve Fitnat'ın Aşkı) olarak öğretilir. Keza üniversitelerde de böyle oysa asıl ilk Türkçe roman Sami'nin bu eserinden 20 yıl önce yazılmıştır. Adı da: "Akabi Hikayesi" pekii neden bu haksızlık yapılıyor? Neden bizlere üniversitede bile Akabi Hikayesi diye bir şeyden söz bile edilmedi? Çünkü bu eserin yani ilk Türkçe romanın yazarının adı: Agop Vartanyan

SAPERE AUDE!
"Cehennemliklerin en hafifi azaplısı ayaklarına ateşten iki nalın giydirilmiş olan kimsedir. Bu nalınlar o kimsenin beynini tıpkı bir kazan gibi kaynatırlar. Kulakları kor, azı dişleri kor ve kirpikleri yalazdır. Karın boşluğundaki iç organları eriyip ayaklarından akar. Bu kişi en hafif azaplı cehennemliklerden biri olduğu halde en ağır cehennem azabını çekenlerden biri olduğunu zanneder." (Müttefekün Aleyh)
"Onların derileri pişip yandıkça azabı duymaları için onlara yeni cilt giydiririz." (Nisa; 56) Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "Onların derileri günde yetmiş bin kere yanar ve yenilenir."
Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: "Cehennem ehlinin alt çeneleri göğüsleri üzerine iner, üst çeneleri de alınlarına kadar çıkar. Bundan sonra sırıtan bir kelle halinde kalırlar." (Tirmizi)

Allah işkence edenlerin en hayırlısıdır.
http://kloroben.blogspot.com/

http://blog.radikal.com.tr/Bloglar/malumat-i-siddik
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 23-02-2012, 12:48
sargon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
sargon sargon isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Onur Üyesi
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 01 Aug 2005
Bulunduğu yer: Isvicre
Mesajlar: 6.665

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart

Bak bir sey daha ögrendim. Sizle de paylasayim. Bu roman Türkce ama Ermeni alfabesi ile yazilmis. Hem ilk Türkce roman hem ilk Ermeni romani saymak lazim. Sanki Romeo ve Juliet'ten alinmis gibi. Fazla aciklama yapildigi icin ilerde wikipedi'den kaldirilabilir. Ben buraya da alayim.

Akabi Hikâyesi, mezhepler arasındaki düşmanlığın kurbanı olan Akabi ile Hagop'un aşkını anlatır. Annesi Anna Dudu ve babası Bogos'un kaderini neredeyse aynen paylaşan Akabi, acımasız bir adam olan amcası tarafından büyütülmüş ve annesini sadece ölüm döşeğindeyken tanımış bir genç kızdır. Son derece kapalı bir yaşam süren Akabi, Osmanlı Ortodoks (Gregoryen) Ermenilerindendir. Bir gezinti sırasında tanıştığı Hagop ise Osmanlı Katolik Ermeni cemaatine mensuptur. Mezhep ayrılığını umursamayan gençler birbirlerine âşık olduktan sonra kısa bir mutluluk dönemi yaşarlar. Fakat farklı mezheplerden bu iki gencin birbirlerine olan aşkı ve bağlılığı, aileleri tarafından çok olumsuz karşılanır. Akabi, amcası tarafından tehdit edilir. Hagop'un babası ise romanın ikinci düzey kahramanlarından rahip Fasidyan'ın kışkırtmalarıyla oğluna Akabi'nin bir başkasıyla evlendiği yalanını söyler ve ona sözde Akabi'den gelen bir mektubu verir. Hagop'un dünyası yıkılır ve hastalanır. Hagop'un hasta yattığından habersiz olan Akabi ise, ardarda yazdığı mektupların hiçbirine cevap alamayınca giderek ümitsizliğe düşer. Oysa mektupları Hagop'un eline geçmediği gibi, Hagop zaten ateşler içinde yattığından mektup yazabilecek durumda değildir. Kaderleri üzerinde oynanan kötü oyunlardan tamamen habersiz olan iki genç, artık hızla felakete doğru sürüklenmektedir. Akabi intihar etmeye karar verir. Hagop, babasının ve Fasidyan'ın hilesini öğrendiğinde ve Akabi'nin son mektubunu tesadüfen ele geçirdiğinde, sevgilisini intihardan kurtarmak için çok az vakti kalmıştır. Akabi'ye erişmek için insanüstü bir çaba sarfeden Hagop, hâlâ çok hasta olmasına rağmen hemen yola çıkarsa da, gece yarısı bir karakolun önünden geçerken şüpheli bulunarak nezarete konulur. Nihayet serbest bırakıldığında sevgilisinin bulunduğu yere koşar, fakat Akabi oradan ayrılmıştır. Bir uçurumun kenarında duran Akabi, arkasından gelen ayak seslerinin Hagop'a ait olduğunu bilmeksizin, kendisini yakalamak için geldiklerini düşünerek elindeki zehiri içer ve kendini denize atar. Hagop, sevgilisini denizden kurtarır, fakat zehrin ölümcül etkisinden kurtaramaz ve Akabi acılar içinde ölür. Sevgilisinin ölümünün ardından Hagop üzüntüsünden tekrar hastalanır ve yirmi gün sonra o da ölür ve roman trajik bir sona erişir.

"Daha önce ben televizyona bakıyordum, şimdi televizyon bana bakıyor
Mısırlı bir gösterici
http://sargon.blogcu.com/
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 23-02-2012, 16:45
vartor - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
vartor vartor isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 15 Mar 2006
Bulunduğu yer: Toronto
Mesajlar: 8.615

Onur Üyeliği 

Standart

Daha once hic duymamistim. Klasik bir ask romaniymis.

Iman, ask gibidir,gozleri koreltir,beyni muhurler.
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 23-02-2012, 23:51
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

yucemanitu´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Bugün liselerde ilk Türk romanı Şemsettin Sami'nin yazdığı Taaşuk-ı Talat ve Fıtnat (Talat ve Fitnat'ın Aşkı) olarak öğretilir. Keza üniversitelerde de böyle oysa asıl ilk Türkçe roman Sami'nin bu eserinden 20 yıl önce yazılmıştır. Adı da: "Akabi Hikayesi" pekii neden bu haksızlık yapılıyor? Neden bizlere üniversitede bile Akabi Hikayesi diye bir şeyden söz bile edilmedi? Çünkü bu eserin yani ilk Türkçe romanın yazarının adı: Agop Vartanyan
Soz edilmemesi normal(aslinda anormal tabi de) ummetciler bazilarini (en azindan egitimcileri) Ataturk yanlisi olduklari icin mimlediler herhalde.

Osmanli'daki okul'da Turkce dersleri verilmis. Ne kadar buyuk bir zenginlik kultur acisindan. Ve universite kabul edilmemis okul, dusun!

Arapca verilseydi kafadan kabul edilirdi sanirim.


Okul’un idaresi 1894 yılında Massachusetts’teki misyoner heyetine bırakılır. Onlar da on kişilik bir idare heyeti seçenek Kolej’in idaresini bu heyete bırakırlar. Bu on kişi idare heyetinin beşi yerli Hıristiyanlardan yani Pontus Evangelical Association ‘dan diğer beşi de Boston Misyoner Heyeti’nce tayin edilen misyonerlerdendir. Okul, Osmanlı hükümeti tarafından bir üniversite olarak kabul edilmedi ise de 1899 yılındaki karar ile bir Amerikan Okulu olduğu resmen kabul edildi.[12]

Okulun eğitim kadrosu tamamen Hıristiyanlardan oluşuyordu. Prof. Dağdalıyan müzik, V.H. Hagopyan Türkçe, J.J. Manisacıyan tabii bilimler, A.G: Sivaslıyan matematik, D. Theocharides Rumca, J.P. Xenides tarih ve psikoloji derslerini veriyorlardı.[13]

Okulun başlangıçta 2.000[15] daha sonra ise 10.000 kitaptan oluşan bir kütüphanesi bulunuyordu[16]. Okutulan dersler ise; Geometri, trigonormetri, astronomi, botanik, muhasebe, kimya, fizik, zooloji, mantık, ekonomi, tarih felsefesi, ahlak felsefesi, devletler hukuku, Fransızca, Ermenice, Rumca ve Türkçe idi. Ermeniceye büyük ağırlık veriliyordu. Ve Ermenice okutan hocalara Türkçe okutan hocalara verilen aylığın üç katı ödeniyordu.[17]



[12] Stone, Academies, 187; Uygur Kocabaşoğlu, “Osmanlı İmparatorluğunda XIX. Yüzyılda Amerikan Yüksek Okulları”, Bahri Savcıya Armağan, (Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1988), s.316.

[13] Stone, Academies, s.134.




[17] Şimşir, “Amerika Boyutu Üzerine”, s.97.



http://www.eraren.org/index.php?Lisa...ik&IcerikNo=39

Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Portreler frodo İslam 12 07-12-2011 20:00
Ali Meram'dan Portreler 1)Cinsel Tarih Yazıcılığı KIRZİNCRLERNİOSMANLI Tarih 0 08-07-2011 20:09
Bizim Jenerasyon placebo Konu-dışı 22 15-11-2008 06:13
bizim dinimiz,bizim peygamberimiz. gozeneli İslam 23 04-04-2008 20:18
bizim-ruh soro İslam 21 09-05-2006 09:36

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 08:54 .