Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Konu-dışı

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #31  
Alt 16-10-2005, 00:55
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart allahsız cem, cemsiz allah olmaz (PANTEİZM NEDİR?)

PANTEISM
Panteism herşeyin tanrı olduğu(pan=herşey theos=tanrı) ya da evrenin ve doğanın ilahi olduğu bir felsefedir.
panteism panenteismden farklıdır, panenteisme göre tanrı herşeyin içindedir,fakat aynı zamanda ötesindedir.
Katı panteism teizm değildir. Panteizm evrenin yaratıcısı ve insanların yargılayıcısı fizik ötesi ve bireysel bir tanrıya
inanmaz.
Çoğu panteist tanrı kelimesini çok fazla anlam ve çağrışımla yüklü olduğu için kullanmazlar- gerçi bazen dindarlara(teist)
açıklama yaparken ya da anlatımda kolaylığa gitmek amacıyla bu kelimeyi kullandıkları olur.
Panteism sık sık ateism yerine kullanılır, bu sadece bireysel bir yaratıcıyı reddettiği için değildir. Katı ya da doğacı
panteism evrenin kendini ya hiçlikten(hiçbirşeyden) yarattığına ya da ezelden beri var olduğuna inanır. Modern bilimsel
panteism materyalistiktir, evrenin düzeninin evrimin ve kendi kendine organize olmanın prensipleriyle açıklanabileceğine
inanır. Ayrı bir ruh anlayışına ya da ölümden sonra yaşama inanmaz. Panteistler kişisel ölümsüzlüğü gerçekçi yollarla
ararlar-çocuk yapma-fiil-iş ve yaşamanın anıları.
Ateism ile bu tür doğacı inanışları paylaşıtğı için, panteism de aynı tartışmalara konu olur. Panteismin fizik ötesi dinlere
ve doğaüstü inanışlara karşı ileri sürdüğü eleştiriler ateisminkilerle aynıdır. Laik bir dindir, duyuların gerçek dünyasına
ve bilimi sıkıca bağlıdır(köken alır).
Panteismin bu biçimi bir çok dini ateism denen hareketle özdeştir, müspet ateism, monism, cosmism. Ayrıca taoisme de çok
yakındır, bazı çin ve japon budizmine, ve yeni konfüçyusçuluke.
Sıkı(katı) panteistler geleneksel ateimsden sadece materyal evrene duygusal ve etik tepkileriyle ayrılırlar.Panteism sadece
fizik ötesi inanış ve dinleri eleştirmez, fakat yaşamın ve doğanın positif yönlerini vurgular- insanların doğaya karşı
duydukları derin estetik ve duygusal tepkileri.
Doğacı panteism bu duygulardan etik çıkarımlarda bulunur. İnsanlar doğayla daha yakın bir uyum aramalıdırlar.Gezegenin
bioçeşitliliğini ve narin ekolojik yapısını korumalıyız, sadece bir hayatta kalma meselesi olarak değil, aynı zamanda kendini
gerçekleştirme meselesi olarak.
Panteism bu duyguları ifade etmek için çeşitli yollar önermektedir; merasimleri, doğayla evrenle ve güneş sistemiyle
bağımızın altını çizen zaman ve yerleri kutlamaları.Tüm bunlar deneysel tutuma dayalı bilimden bir adım bile geri adım
atmadan, taviz vermeden mümkün olabilir.
Panteismin diğer biçimleri vardır. Modern paganlar sık sık panteist olduklarını iddia ederler. Mantıksal tutarlılıkla ilgili
olanlar tanrılarını gerçek olmaktan ziyade sembol olarak görürler. İlgili olmayanlar ise panteism ile çok tanrıcılık,sihire
inanış, reinkarnasyon ve doğa üstü olguları birleştirirler(sentezlerler).
Yeni nesildeki oldukça ortak olan bir alternatif de pan-psychic panteismdir-Evrenin/tanrının kollektif bir ruha, bilince, ya
da isteğe sahip olduğu inancı. BU versiyon en açık bir şekilde hegel, ve yakın tarite A. N. whitehead ve Teilhard de Chardin
tarafından ifade edilmiştir. Diğer bir çeşit ise insanların bir şekilde evrenin aklının içinde olduklarıdır. Evrimimiz-
hakikaten aktif yardımcımız- evrene ful potensiyelini almasında yardım ediyor olarak görülür.

çeviri: usrenin kaynak: http://pespmc1.vub.ac.be/PANTHEISM.html
Alıntı ile Cevapla
  #32  
Alt 18-10-2005, 12:03
aspartam aspartam isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 21 Sep 2005
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 1.149
aspartam - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart MERYEM'İN DURUŞMASI

Dinleyici olarak katılmak istiyorsanız içeri girin ve oturun, zira Haz. Meryem’in duruşması başlamak üzere.
Ve mübaşir önce davacı tarafa sesleniyor,
- Davacı Bilim!
Davacının avukatları çok! Fizik, kimya, tıp, felsefe, mantık vs. giriyorlar. Sonra da davalılar,
- Davalılar Haz. Meryem, Haz. Cebrail, Haz. İsa!
Haz. Meryem’in avukatı benim ve dava birazdan başlamak üzere.
İlk söz davacı Bilimin. Avukatları aynı anda konuşuyor, aynı iddiayı dile getiriyorlar.
- Sayın hakim! Din denilen bu olgu insan toplumları için şaşkınlıktan ve şaşırtmacadan başka bir şey vermiyor. Söyledikleri bu kadar yalan yanlış yetmiyormuş gibi, bir de ruh dedikleri bir bilinmezlik uydurarak bir insanın babasız oluşabileceğini söylüyorlar. İnsanlığın geleceği adına bu uydurmalara bir son verilmesini, sorumluların kamuoyu vicdanında mahkum edilmelerini talep ediyoruz. Söylediklerinin yalan olduğuna tüm dünya şahittir. Doğal yaşamdaki üreme kanunları delilimizdir. Eğer söylediklerinde samimi iseler, babasız tek bir insan meydana getirsinler de görelim!
Hakim babacan biri, adı Gerçek! Davacı bilimi tasdik eder bir havada başını sallıyor,
- Söz savunmanın!
***
Savunmaya bir hatıramı anlatarak başlamak isterim. Uzun, çok uzun yıllar önce bir gün, Dede bir duanın önemini anlatıyordu. Sık okunmalıymış, çok kıymetli bir duaymış.
“ Sübbûhun kuddûsün Rabbü’l melâiketi ver-ruh.”
Sonradan öğrendim,
“ Ey dillerden düşmeyen mukaddes! Meleklerin ve ruhun efendisi!” demekmiş, ya da buna benzer bir şey. Bir de hikayesi varmış, sonra onu anlattı;
“ - Bir gün Haz. İbrahim’in kapısı çalınmış, bakmış karşısında hiç tanımadığı üç kişi. Misafiri çok sevdiği için yemeğe buyur etmiş ama gelenler yememişler. Sonra, gelen misafirlerin birisi Haz. İbrahim’e az önce söylediğim duayı söylemiş. Haz. İbrahim duayı o kadar beğenmiş ki, ovada yayılmakta olan koyun sürüsünün yarısını o kimseye hemen hediye etmiş ve demiş ki; - Bir daha söyle! O kimse bir daha söyleyince altın tasmalı köpekleriyle birlikte sürünün kalan yarısını da hediye etmiş ve demiş ki; - Bir daha söyle! O kimse bir daha söyleyince de, sürünün yayıldığı tüm araziyi hediye ederek; - Bir daha söyle, demiş. Neredeyse sahip olduğu her şeyi verecekmiş ki, o kimseler melek olduklarını itiraf ederek hediyeleri alamayacaklarını söylemişler.”
Ve hikayeyi bitirdikten sonra ekledi,
- Bazıları bu duaya Rabbünâ kelimesini de eklerler ki yanlıştır.
Öğrendikten sonra üç beş gün üst üste okuduysam da sonra vazgeçtim. Değişen bir şey yok! Halbuki Rabbünâ da dememiştim özellikle, demek ki bunun da diğer dualardan farkı yok. En iyisi anlamadığım şeyleri bırakıp anladığım şeylerle ilgilenmek, unuttum gitti.
Ve aradan uzun yıllar geçti, çok uzun yıllar! Belki on iki yıl. Bir gün baktım Dede aynı duayı aynı kelimelerle eşime söylüyor. Ve yine aynı garip uyarı, Rabbül ve Rabbünâ! Ve o günler, Haz. Cebrail’i çalıştığım günler.
Garip! Sakın Dede bir şeyler anlatmak istiyor olmasın? Rabbünâ kelimesi de artık bana yabancı değil gibi. Ve aynı anda beynimde şimşek gibi gelip geçen bir hadis! Bu kelimeyi son Peygamber de kullanmıyor mu?
“ Sizden hiç kimse emri altındakileri kulum, kölem diye çağırmasın. Oğlum, evladım desin. Yine sizden hiç kimse efendisine Rabb’im, sahibim demesin.” 1
Meğer eski dilde Rabb’im demek, sahibim, sultanım demekmiş. Köleler efendileri için kullanırlarmış. Sonra bir ayet geliyor aklıma,
“ Ey kitap ehli! Gelin hepimizin bildiği bir gerçekte buluşalım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı unutup da birbirimize Rab olmayalım. Âli İmran 3/64”
İyi de ne var bunda?
Ne yok ki? Eğer aklıma gelenler doğruysa çok şey var demektir.
Ve sonra doğru İsmet amcaya! Sözü uzatmadım. Dede bize bir dua öğrettikten sonra şöyle şöyle dedi diyerek anlattım ve sordum,
- Rabb’ül ne demek, Rabbünâ ne demek? Bu duada Rabbünâ kelimesini eklemek neden yanlış oluyor?
İsmet amca Dedeyle aynı görüşte değildi.
- Hayır, dedi. Bunda çıkarılması gereken bir yanlışlık yok. Her iki kelime de aynı anlama gelir! Rabbünâ Rabbimiz, Rabb’ül Rableri demektir.
İki hoca, iki farklı görüş! Hangisine inanmalı? Aklım İsmet amcadan yana olmakla birlikte, kalbim Dedenin sözlerinde başka bir hikmet aramam gerektiğini söylüyor. Peki nerede bu hikmet?
Yanlış hatırlamıyorsam Tevrat’ta buna benzer bir hikaye olmalı. Bulup okudum ama bizim hikayeye pek benzemiyor. Gelen üç melek hem yemek yiyorlar, hem de böyle bir dua ettikleri yok.
O zaman anladım ki bu hikaye kendini anlatmaya çalışan İslam kültürünün Haz. İbrahim’e uyarladığı farklı bir özümsemedir. Değiştirmişler ve başka bir şey anlatmaya çalışıyorlar. Ne anlatmak istiyor olabilirler?
Haz. Cebrail ile ilgili çalışma bittikten sonraki günlerde hikaye kendi içinde aydınlanmaya başladı. İşte bana göre olan biten;
“ Sıcak bir öğle sonrası. Haz. İbrahim taş sundurmadaki tahta sedirin üzerinde yalnız başına oturuyor. Oruçlu ve misafir gelmedikçe yememeye kararlı. Bahçedeki ağaçların arasından karşı tepelerde yayılan koyun sürülerine bakıyor. Sessizliğin içinde Allah’ı, o eşsiz yaratıcıyı düşünüyor. Derken dışarıda sesler, evin bahçesini çeviren kuru taş duvarların arkasında iki üç misafir. Kahyadan önce fırlayıp çıkıyor. Gelenler kim?
Biraz yemek ve suya ihtiyacı olan birkaç garip yolcu mu? Yoksa komşu köyde saldırıya uğramış birkaç fakir köylü mü? Belki de kocasını kaybetmiş iki çocuklu zavallı bir kadındır, yardıma ihtiyacı var. Gerçi kim oldukları önemli değil, tanıyor veya tanımıyor olması da önemli değil. Önemli olan onların bir insan, bir misafir ve İbrahim’e gelmiş olmaları.
- Ne duruyorsunuz, içeri alın. Belki açlardır hemen yemek hazırlayın. Bir kuzu kesin, acele edin.
Misafirler ürkek ve çekingen, başları önüne eğik. Ara sıra kaçamak bakışlarla Haz. İbrahim’e bakıyorlar. Herkesin dilinde dolaşan, yıllardır adını duydukları peygamber kral bu mu? Kim bilir belki de tanrıdır ama söylemiyor, saklanıyor. Kendilerine yardım edecek, dertlerine derman olacak mı acaba?
Onlar kendisine bakarken, az önceki yalnızlığında Allah’ı çağıran Haz. İbrahim de onlara bakıyor. Derinden, çok derinden! Nereye bakıyor, ne görüyor bilinmez.
Ve derken, gelen zavallı misafirlerden biri heyecanlı titrek bir sesle söze giriyor,
- Rabbünâ! Ey ismi dillerden düşmeyen, iyilerin iyisi, mübarek, eşi benzeri olmayan efendimiz. Ey ruhun ve meleklerin Rabbi!
Tıpkı Dedenin bize anlattığı gibi. Peki ama kimdir o eşi benzeri olmayan, kime bu güzel sözler? İbrahim’e mi? Hangi İbrahim’e, hani İbrahim nerede?
Haz. İbrahim karşısındaki çaresiz insanı dinlerken kendinden geçmiş, sanki artık yoktur. Bu güzel sözlerin kendisi için söylenmediğini, söylenemeyeceğini biliyor. Yıllardır uğraşmasına karşılık hâlâ öğretemedi ama, gerçek efendinin kim olduğunu o çok iyi biliyor.
Şimdi onun bakışında konuşanlar Allah’ın melekleridirler ve Allah’ı övmekteler. Biliyor, konuşan insanlar kendileri bile farkında değiller Allah’a melek olduklarının. Ama onlar bir melek, İbrahim görüyor!
- Bir daha söyle, bir daha!
Artık koyunların, tarlaların ne kıymeti var! Her şey Onun, her şey onların değil mi? ”
Sayın hakim! Şimdi size yukarıda anlattığım ve insanları melekleştiren bu yakıştırmamın gerçek olduğunu, bu konuda Son Peygamberin de böyle düşündüğünü söylesem inanır mısınız? Dava delili olarak lütfen kayıtlara geçsin;
“ Resulallah bir cenaze törenine katılmıştı. Cenazeyi binek hayvanları üzerinde takip eden birkaç kişiyi görünce onlara şöyle dedi;
- Allah’ın melekleri ayakları toz içinde yürüyorken, siz hayvan üstünde olmaktan utanmıyor musunuz?” 2
Esasen, neden sarımsak yemediğini soranlara;
“ Hayır, haram değil ama ben sahibim Cebrail’i rahatsız etmekten çekiniyorum.” 3 demesi de bu nedenle değil miydi?
***
Sayın Hakim, eski kültürlerin Melek ve cin dediği görünmezlik kavramları gerçekte bizim kendi bilgisizliğimizden başka bir şey değildir. Gerçeğe ve bilgiye kapalı bir anlayış Haz. Cebrail’i göremediği gibi, elbette diğer melekleri de göremeyecektir.
Bu anlayış bana göre aynı zamanda Haz. Meryem’in de sırrıdır. Şimdi size Kuran’ın Haz. Meryem hakkındaki anlayışından birkaç ayet aktarmak isterim,
“ Hani İmran’ın karısı şöyle demişti, - Rabb’im, karnımdakini sadece sana adadım, onu benden kabul et. Kuşkusuz sen her şeyi duyan, her şeyi bilensin.
Onu doğurunca şöyle dedi, - Rabb’im onu kız olarak doğurdum ve kız erkek gibi değildir. Adını Meryem koydum. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan sana sığındırıyorum.
Allah onu memnuniyetle kabul etti ve güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü. Onu Zekeriya’nın korumasına verdi. Zekeriya Mihrapta onun yanına her girdiğinde orada yiyecek bir şeyler bulur ve sorardı, - Meryem bunu sana kim getirdi? Meryem de, - Bu Allah katındandır. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır, derdi. Âli İmran 3/35”
Hayır, zırvaladığımı düşünerek hemen yüzünüzü ekşitmeyin. Kuran’ın bu ayetleri, Hıristiyan halkın dilinde dolaşan anlatımlarla İncil’den yaptığı alıntılardır ve ben bunları sadece bir noktaya dikkatinizi çekmek için aktardım. Açıkça görülüyor ki daha doğmadan Allah’a adanan Meryem, titiz bir dini terbiye altında yetiştirilmiştir. Annesine de benzemiş olacak ki ibadet ve tefekküre yönelmiş, neredeyse mescitte yatar kalkar olmuştur. Öyle ki, İbrahim gibi artık kendisine yiyecek getirenleri bile bir melek olarak görmekte ve her şeyi Allah’tan bilmektedir. Eğer bu böyle olmasaydı ve yiyecekler gerçekten gökten inseydi, aynı Kuran mucizeleri reddeder ve şöyle der miydi?
“ Kendilerine, okunan bir kitap indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Ankebut 29/51”
“ De ki, - Allah’ı tenzih ederim! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim? İsra 17/95”
Esasen Meryem’in gökten inen bu sofraları, şimdi bizi olduğu gibi o günlerde İsa’yı da oldukça yormuş olmalıdır ki, önce İncil’de ve daha sonra da Kuran’da vahye konu olmuştur.
“ Havariler demişlerdi ki, - Ey Meryem oğlu İsa! Rabb’in bize gökten bir sofra indirebilir mi? İsa dedi ki, - İnanıyorsanız Allah’tan korkun! Maide 5/112”
Mucizeler yaratmakla görevli olmadığını anlatmaya çalışan Haz. İsa, yine Kuran’da niçin gönderildiğini bakın nasıl izah ediyor,
“ Ben size herkesin bilmediği bilgiler getirdim. Tartışıp durduğunuz şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim. Şu halde Allah’tan korkun da dinleyin. Zuhruf 43/63”
Havariler gelip geçti, daha sonra nice insanlar gelip geçti. Ya siz? Gökten indirilen bir sofra da siz ister miydiniz?
Eğer istiyorsanız bilmelisiniz ki gökten göğe yakışır nimetler, yerden de yere yakışır nimetler gönderilir. Yoksa siz yerden bitirilen soğan ve mercimeğin, yükseklerden gönderilen yüksek bir anlayıştan daha değerli olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Eğer öyleyse, Son Peygamberin sofralarını da görmemişsiniz demektir. O bir sofrada yemek yedikten sonra şöyle dua edermiş,
“ Allah’ım bize verdiğin bu nimetler için şükrederiz. Bize bundan daha iyisini ver ve arttır.” 4
Yiyecekler için bir çok yerde,
“ Allah’ım Muhammet ve ailesine yetecek kadar ihsan et!” 5 dediğine göre, neyin arttırılmasını istediği anlaşılıyor,
“ Rabb’im ilmimi arttır! Taha 20/114”
Esasen Kuran’ın başka bir ayeti de sofra hakkındaki bu düşüncelerimizin doğru olduğunu anlatır gibidir.
“ Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine indirilmiş olanı gerektiği şekilde uygulasalardı, onları hem gökten hem de yerden nasiplendirirdik. Maide 5/66”
***
Geldiğimiz bu noktada, Yusuf’la nişanlanan ve artık evlenme hazırlıkları içindeki Meryem’i seyredebiliriz.
Diğer gelin adaylarına pek benzemiyor. Heyecansız, telaşsız ve durgun. Ne taranıp süslendiği var, ne çeyiz topladığı. Sanki üç beş ay sonra evlenecek olan o değil. Ya Yusuf? Önceleri pek farkında değil, nişanlısı Meryem’e sokulmaya çalışıyor. Kaçamak bir bakış, kazara parmak ucuyla bir dokunuş! Ne o, niye hiç tepki vermiyor? Yoksa kendisini sevmiyor mu?
Bir bilse ki o Allah’tan başkasını görmüyor, göremiyor. Tüm varlığı Onun hayalleriyle dopdolu ve başkasına yer yok. Yusuf bir zaman sonra sıkılmaya başlıyor, yoksa Meryem hasta mı? Yoksa evlenmekten vazgeçse mi? Bu haldeki bir kadından nasıl eş olur ki! İncil onun bu sıkıntılarını şöyle anlatıyor,
“ Nişanlısı Yusuf iyi bir insandı. Onu âlemin önünde rezil etmeden gizlice ayrılmak niyetinde idi. Fakat sonra Rabb’in meleği ona rüyada görünüp şöyle dedi, - Ey Yusuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma. Çünkü kendisinde beliren hal ruhülkudüstendir. Matta 1/19”
Yusuf’la evlenmek üzere olan Haz. Meryem’in anlayışını şimdi daha yakından tanımış olmalıyız.
Yusuf mu? Nitekim evlendiği gün korktuğu başına geldi. Meryem, görünen âlemle arasına bir perde çekmiş, ait olduğu âlemden inmiyor. İnemiyor!
“ Onlarla arasına bir perde çekmişti. Meryem 19/17”
Ve karşısında gördüğü insanın eşi olduğundan habersiz şöyle diyor,
“ Ben senden Rahmana sığınıyorum. Takva sahibi birisiysen Allah’tan kork. Meryem 19/18”
Yusuf’sa bu anlayışla sarhoş gibi olan eşini bakın nasıl teselli ediyor,
“ Ben sadece Rabb’inin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan bağışlamak için buradayım. Meryem 19/19”
Kuran, Haz. Meryem’in Cebrail olarak gördüğü bu insanın gerçek bir insan, yani Yusuf olduğunu şöyle anlatır,
“ O onlarla arasına bir perde çekince biz de ona ruhumuzu göndermiştik de, o ona gerçek bir insan olarak görünmüştü. Meryem 19/17”
Yoksa siz Kuran’ın gerçek bir insan olduğunu söylediği o insanın gerçek olduğuna inanmıyor musunuz?
Yoksa siz o gerçek insanın Yusuf’tan başka biri mi olduğunu düşünüyorsunuz?
Yoksa siz Meryem hakkında kötü sözler mi söylemek istiyorsunuz?
Yoksa siz melek kavramının bir görünmezlik anlayışı olduğunu hâlâ anlamıyor musunuz?
***
Sayın hakim! İzin verirseniz Kuran’dan yaptığım alıntılara devam etmek isterim.
“ Melekler şöyle demişlerdi, - Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelimeyle müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünya ve ahrette şanı yücedir, Allah’a yakın olanlardandır. Beşikte ve büyüdüğünde insanlarla konuşacak, salihlerden olduğunu söyleyecektir.
Meryem dedi ki, - Rabb’im benim nasıl çocuğum olur? Bana hiçbir insan dokunmadı ki! Allah cevap verdi, - Allah dilediğini yaratır. Bir şeyi dilediğinde sadece ol der, o da hemen oluverir. Âli İmran 3/45-47”
Evet Allah dilediğini yaratır ama nasıl yaratır? Allah aynı Kuran’da her şeyi kendi kanunları içinde belli bir ölçüye göre yarattığını ve Allah’ın kanunlarında herhangi bir değişiklik bulamayacağımızı söylemiyor mu?
“ Yalanladılar, kendi heves ve kuruntularına uydular. Oysa ki her iş ve oluş belli bir ölçüye ve düzene bağlanmıştır. Kamer 54/3”
“ Yedi göğü birbiriyle uyum içinde yaratan Odur. Rahmanın yaratışında herhangi bir uyuşmazlık ve çelişki göremezsin. Bir kez daha bak! Herhangi bir çelişki görüyor musun? Mülk 67/3”
Düşünün bakalım, madem ki yaratılışta her iş bir ölçüye bağlanmıştır ve madem ki olaylar arasında herhangi bir çelişki yoktur, İsa’nın babasız doğması yaratılış kanunlarıyla çelişkili değil mi?
Hayır, lütfen aklı yok eden mucizelere geri dönmeyin. Biliyorsanız söyleyin, bilmiyorsanız bilmiyorum deyin ve durup dinleyin.
Evet, Allah ol deyince de hemen oluverir ama, Allah’ın hemen kavramıyla bizim hemen kavramımız bir midir? Allah, bizim bir günümüzün Allah katında elli bin yıl olduğunu söylemiyor mu?
“Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler Ona. Mearic 70/4”
Hayır! Ayetleri Allah’ın yarattığı şu gerçek âlemden kopararak yorumlama hakkımız yoktur! Bakın Kuran, Haz. Meryem ve Haz. İsa hakkındaki bu çarpık anlayışımızı nasıl bir örnekle doğrultmaya çalışıyor,
“ Meryem oğlu İsa bir resulden başkası değildir. Annesi de doğru biriydi. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, nasıl açıklıyoruz ayetleri. Maide 5/75”
Devamında ise bakın ne diyor,
“ Bunu sana hikmet dolu Kuran’ın ayetleriyle okuyoruz. Muhakkak ki Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı ve insan ol dedi, artık o olur. Âli İmran 3/58-59”
Kuran’ın en büyük hikmeti gerçekleri anlatıyor olması değil midir? Eğer öyleyse, nedir İsa ile Âdem arasında saklanan bu hikmet?
İslam düşünürlerine göre bu hikmet, ikisinin de babasız yaratılmış olmalarıdır ve bana göre de bu tefsir doğrudur.
Tam bu sırada Hakim dayanamayıp araya giriyor;
- Evet ama, yanlış anlamadıysam ta başından beri İsa’nın gerçek bir babası olduğunu, hâttâ onun Yusuf olduğunu savunmuyor muydunuz?
- Çok doğru ve hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Çünkü ayetin söz ettiği şey sadece bir durum benzerliğidir ve babalarla hiç ilgisi yok. Burada şaşkınlığa düşmemize neden olan şey konuyu bireyselleştirmemiz, insani ideallerden koparmamızdır.
Sayın hakim! Hemen ifade edeyim ki hiç bilinmeyen yeni şeyler söylüyor değilim. Bu tartışma bin dört yüz yıl önce Son Peygamberle Hıristiyanlar arasında da yapılmıştır ve ispatı Kuran ve hadislerdedir. Delil olarak bunun da kayıtlara geçmesini talep ediyorum.
“ Necran, Mekke’ye yedi konak mesafede, aralarında Yahudilerin de bulunduğu büyük bir Hıristiyan şehridir. Şehrin kralı Ebu Nüvâs Yahudi idi. Önce Hıristiyanları Yahudiliğe davet etti. Kabul etmemeleri üzerine de, Buruc suresinin başında ifade edildiği gibi içinde ateş yanan uzun hendeklerde Hıristiyan halkı yaktı.
İbn-i Sad’ın söylediğine göre, bu hadiseden bir süre sonra Peygamber bir mektup göndererek Necran Hıristiyanlarını Medine’ye davet etti. Başkanları Abdülmesih Âkib, âlimleri Ebu’l Haris Alkame ve seyyid Eyhem de yanında olduğu halde on dört kişilik bir heyetle Mekke’ye geldi. Üzerlerinde gayet şık ipekli elbiseler vardı. Mescide girdiklerinde doğuya dönerek namaz kıldılar. Peygamber bunu hoş görmeyen bazı kimselere, - Kendi hallerine bırakınız, buyurdu. Ertesi gün ruhban kıyafetleri giymiş olarak geldiler ve Peygamber bunlara Kuran okuyarak İslam’a davet etti. Kabul etmemeleri üzerine derin tartışmalar oldu. Tartışmaların sonuç vermemesi üzerine Peygamber, - Hep birlikte Allah’ı şahit tutalım. Kim yalancıysa Allah’ın laneti onun üzerine olsun, dedi. Ancak onlar bunu kabul etmeyerek şöyle dediler, - Hayır! Dinimizden dönmeyeceğiz ve haraç ödeyeceğiz. Bize güvenilir bir adamını gönder.
İbn-i Sad’ın anlattığına göre, bin tanesi recep, bin tanesi sefer ayında olmak üzere iki bin tane elbise ve ayrıca her elbise için kırk dirhem para vereceklerdi.” 6
Peygamberin Necran heyetiyle yaptığı derin tartışmaların bugünkü tartışmalardan daha farklı olduğunu sanmayın. Tartışma konusu hep aynıdır. Allah, İsa ve Cebrail! Peki bu tartışmada Peygamberin tavrı nedir biliyor musunuz?
İşte bu tartışmadan sonra inen ayetler,
“ Gerçek Rabb’indendir, şu halde kuşkulu bir bilginin yanında olma! Gerçeğin bilgisi sana geldikten sonra gerçek konusunda seninle tartışana de ki, - Gelin oğullarımız ve kadınlarımızla birlikte kendimizi de ortaya koyup şöyle yemin edelim, Allah’ın laneti yalancıların üstüne olsun!
İşte bu muhakkak ki gerçeğin hikayesidir. Allah’tan başka ilah yoktur, O her şeye galip ve hakimdir. Eğer yüz çevirirlerse, kuşku yok ki Allah gerçeğe yüz çevirerek insanları aldatanları çok iyi bilir.
De ki, - Ey kitap ehli! Gelin hepimizin bildiği bir gerçekte buluşalım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı unutup da birbirimize Rablik etmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse şöyle deyin, - İyi bilin ki biz Müslümanlarız. Âli İmran 3/60-64”
“ Onlar kendileri gibi sizi de şaşırtmak istediler. Oysa onlar bunu yapmakla yine kendilerini aldatmış olurlar ama, bunun farkında bile değiller. Ey Kitap sahipleri! Gerçeği bilip durduğunuz halde, Allah’ın şu ayetlerini nasıl inkar edebiliyorsunuz? Bilip durduğunuz halde gerçeği nasıl saptırabiliyor, yalan yanlış uydurmalarla nasıl kirletebiliyorsunuz? Âli İmran 3/69-71”
Sayın hakim! Hangi söz çıplak materyalist gerçeği bundan daha güzel savunabilir?
Gördüğünüz gibi Allah Haz. İsa’nın babası olmayı kabul etmediği gibi, gerçeğe uymayan abuk sabuk anlayışları da kabul etmiyor.
“ İstiyorlar ki ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürsünler. Ama Allah, küfre batanlar hoş görmeseler de nurunu tamamlayacaktır. Saff 61/8”
Sıkıcı olmasın diye kısa kesiyorum. Merak edip okursanız, göreceksiniz surenin devamı daha da serttir.
Sayın hakim! Savunmanın ortaya koyduğu deliller ışığında, bu güne kadar gizlenmek istenen gerçek aydınlanmıştır.
Haz. İsa da, annesi Meryem de sadece sizin gibi bir insandılar. İsa’nın babası ise elbette ki Meryem’in eşi Yusuf’tur. Cebrail, Haz. Meryem’in anlayışında beliren Yusuf’tan başkası değildir.
Gözlerinin önündeki melekleri kendi körlükleri nedeniyle göremeyen bu anlayışsız insanlar sebebiyle, masum insanları ve gerçeği nasıl mahkum edersiniz? Asıl suçlu, kendi gözünün körlüğü nedeniyle meleklere önce kanat takan, sonra da görünmez yapan bu anlayış değil midir?
Sanık sandalyesinde olması gereken asıl suçlular davalı müvekkillerim değildir. Onlara inanan garip halk da değildir. İlk suçlular önce dindar geçinen kafir şeytanlar, sonra da davacı Bilim ve yandaşlarıdırlar. Dindar kafirlerin suçu nefislerine uyup gerçeği örtmek, Bilimin suçu ise din bilimini ihmal ederek halkı aydınlatmamaktır. Müvekkillerimin beraatını ve masumluklarının tescilini talep ederim.
Gerçeğin hakimi şaşkın, karar veremiyor. Kararı bir sonraki oturuma erteliyor. Anlaşıldı, kararı büyük jüri verecek. Halk jürisi!
Ben büyük jürinin Haktan ve gerçekten yana karar vereceğine inanıyorum.
***
Ancak hakim duruşma salonundan ayrılmadan önce kulağıma eğilip fısıldıyor,
- Sanki bana da sen haklıymışsın gibi geliyor ama, bil ki duruşmada söz ettiğin şu baba ve benzerlik meselesini hâlâ anlamış değilim. Aslında insanların şu babasızlık meselesine niye takıldıklarını da anlamış değilim. Herhalde bir nedeni vardır!
- Haklısınız, bunun bir nedeni var. Sizin ve davacı Bilimin de çok iyi bildiği gibi, babasız var olmak kavramı ilk defa Haz. İsa ile ortaya çıkmış değildir. İnsanlık tarihi taştan, ağaçtan veya hayvandan doğduğu anlatılan kutsal insan hikayeleriyle doludur. Böyle olunca açıktır ki, Allah hem İncil hem de Kuran’da, babasız yaratılmak deyimiyle başka bir şey anlatmak istemektedir. Allah bununla ne demek istediğini Kuran’ın Haz. İsa ile ilgili başka bir ayetinde açıklar. Dava konusuyla doğrudan ilgili, hâtta en önemli savunma delillerimizden biri olduğu halde gerekmediği için anlatmamıştım. İsterseniz kıyamet bahsinde size ayrıca anlatırım.


Mürit Kefer


Dip not Eser Yazar Yayınevi / Baskı yılı Cilt Sayfa
1 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1982 7 464
2 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 4 314
3 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Ahmed Naim Diyanet İşleri / 1981 2 936
4 Sünen-i İbn-i Mace Haydar Hatipoğlu Kahraman / 1982 9 75
5 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1981 12 189
6 Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Z.Zebidi - Kamil Miras Diyanet İşleri / 1983 10 379
Alıntı ile Cevapla
  #33  
Alt 18-10-2005, 21:01
saadetpink saadetpink isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 14 Dec 2004
Mesajlar: 69
Standart Bilimde ruhsal arayışlar...

Bu yazımı bir başka forumda yazmıştım;dinlerde ve kitaplarında mucize arıyanlara cevap olarak buraya da aynen yapıştırma gereği duydum....


20 Temmuz 1998 de Newsweek kapaktan büyük puntolarla, "bilimin Tanrı'yı bulduğunu" dünyaya ilan etti.Yazı; Kaliforniya, Berkeley'de ki Teoloji ve doğa Bilimleri merkezi'in de ( The Center for Theology and the Natural Sciences) düzenlenmiş bir konferansla ilgili idi.Konferansın konusu; "bilim ve ruhsal arayış" idi.Bilim adamları ve teologlar, bilimin ve dinin artık birbirine yakınlaştığı ve Tanrı'da karar kıldığı noktasında birleştiğini açıklıyorlardı.Güney Afrikalı kozmolog ve Kuveykır George Ellis şöyle diyordu:

" Tanrı'nın varlığını gösteren birçok veri var. Sorun; bu verileri nasıl değerlendireceğimizdir...."

Newsweek dergisinin yazısı şu görüşle noktalanıyordu:

"Modern bilimin başarılarının, dinle çeliştiği ve inancın altını oyduğu görülüyor. Ancak giderek artan sayıda bilim adamının savlarına göre, aynı başarılar ruhsallığı ve Tanrı'nın varlığını destekliyor."

Bilim yazarı Sharon Begley'e göre; "fizikçiler, evrenin yaşam ve bilince uygun şekilde yapıldığının, işaretlerine rastlanmaktadır. Büyük Patlama kozmolojisi, kuantum mekaniği ve kaos teoremi; hepsi dünyaya müdahele etmesi yönünde Tanrı'nın varlığına götürecektir."

Astronom Alan Sandage, konferans da, bir zamanlar inançsız biri olduğunu, ama bilimden yola çıkarak " dünyanın bilimin açıklayabildiğinden çok daha karmaşık olmasını gördükten sonra, doğaüstü varlığın olması gerektiğine.." işaret ediyordu.

Newyork Times' dan George Johnson, Sandege'nin dinleyicilerinin seçilmiş kişilerden oluşduğundan şikayetçi olduğunu, yazmıştı."Konuşmacıların çoğu koroya vaaz verir gibiydi.Programda Ateistler yoktu, sadece sağlam inançlılar vardı."Bir kaç hafta sonra ise; bir yorumunda;
"Dine inananlar, çizgiyi aşıp, bilimsel verileri, kendi teolojilerinin açığa çıkmış hakikatlerini desteklemek için yorumlamada, eskisine göre daha istekli görünüyorlar..." diyordu.

Wired adlı yüksek teknoji dergisinde ise;Gregg Easterbrook, modern bilimin "mucizevi bir yanının" olduğunu ve "ona doğaüstücülüğün giydirilmeğe çalışıldığını" söylüyordu.Fizikçileri, evrenin kökenini açıklamak için, "bilinmeyen fizik yasalarını ve din kadar inançsızlığıda (ateistliği..) askıya almaları gerektiği " yönünde çaba harcamakla, suçluyordu.

Gelelim evrenin yasalarında "Tanrı'yı arıyan" bilimadamlarının beslendikleri kaynaklara:
The Center for Theology and Naturel Sciences merkezi; bir araştırma ve öğrenim enstitüsüdür.Amacı;" çağdaş fizik, kozmoloji, teknoloji, çevre incelemeleri,evrim ve moleküler biyolojiyle Hıristiyan teolojisi ve ahlakı arasındaki ilişkiyi, araştırmaktır.( Bizde, bu enstitünün kötü kopyası; Adnan Hoca lakaplı, Harun Yahya takma isimli kişinin yönettiği ve yönlendirdiği, kuruluş.... Bilimsel dayanaklarını kopyaladıkları ve Hırıstiyanlık yerine islama adapte etmeye çalıştıkları veri kaynakları, işte bu ve benzer enstitüler ....)

The John Templeton Foundation adlı kurumun kısmen veya tamamen finanse ettiği artan sayıdaki organizasyonlardan biridir.
Uluslararası yatırımcı John Templeton'un 1987 de kurduğu bu kurum, yaklaşık 150 projeyi, incelemeleri, ödül programlarını ve dünya çapında yayınları desteklemektedir.Kurum her yıl, dinde ilerleme dalında Templeton ödülü vermektedir ; yaklaşık bir milyon dolar olan bu ödül; "nobel ödülünden" fazladır.Ve bu ödüller; "bilimle dinin nasıl uzlaştırılabileceği" üzerine yazılar yazmış olan fizikçilere ve diğer bilim adamlarına verilmiştir.

Templeton'un bu kurumu; inançlıların düzenlediği konferansları, yayınları ve araştırmaları desteklemek için ayırdığı büyük miktarda parayla birlikte felsefesinide yansıtmaktadır.
Amacı;
" Nihai amacı içinde insan potansiyelini ve evrenin manevi ve ruhsal boyutlarını dünya çapında araştırmayı ilerletecek ilmi kavrayışta yüksek standarta ulaşmak."

Templeton'dan bağış alanlar evrim gibi bilimsel teoremleri genelde doğrudan tartışmazlar ve bilimin temel naturalist metodolojisini değiştirmeye kalkışmadan, bunları geleneksel dini öğretilere uyuşturmaya çalışırlar. Bazı Templeton alimleri, yönlendirilmemiş evrimi, öğretilerine katabilmişler ve bilimi, dinle el-ele çalışarak toplumu geliştirmenin bir aracı olarak görmüşlerdir.
Alıntı ile Cevapla
  #34  
Alt 22-10-2005, 20:54
Mutezile - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Mutezile Mutezile isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 19 May 2005
Mesajlar: 2.806
Standart VAHABİ SAİD

“Benı nefsını kurtarmayı dusunen hodgam bır adam mı zannedıyorlar?Ben,cemıyyetın ımanını kurtarma yolunda dunyamı feda ettım,ahıretımı de….cunku bu sayede Sısale-ı Nur,hıc olmazsa bırkac yuz bın,yahut bırkac mılyon,belkı daha zıyade kısının ımanını kurtarmaya vesıle oldu.”

Kurt Saıd,mılyonlarca kısının ımanını kendı yazdıgını savladıgı(aslında Bahaılerden asrdıgı)Nur rısalelerı ıle kurtardıgını savlıyor.Kurt Saıd okuma yazması olmayan yarı delı bır Ingılız ajanıdır.Nur Rısalelerı denılen zırva da,Bahaılerın”Kıtab-un Nur”dan devsırme bır zırvalar yumagıdır.

Kurt Saıd’ın “Yenı Asya” ayınlarında cıkan “Emırdag Lahıkası”nın123.sayfasına baktıgımızda,Onu Islam dınını yozlastırmak ıcın kurulan Bahaılıgın nancını tasıdıgını goruyoruz.Kurt Saıd,kendı acıklamasına gore devlet tarafından sureklı zehırlenmektedır,bazı kaynakara gore bu yedı kez ıken bazı kaynaklara gore ıse on dokuz ve daha yukarılara kadar cıaktadır.Saıd bu zehırlenme sayılarını sallarken dınleyenlerın nabzından serbet almakta olmalı kı bır soyledıgını bır soyledıgı tutmamaktadır.Ancak söylemlerınde celısmeyen tek durum vardı kı o da endısını bu zehırlenmelerden,”Cevsen ve Evrad-ı Bahaıye” koruyurdu.
Sımdı Emırdag Lahıkasının 123. sayfasına bakalım:

“Kardeslerım,erak etmeyınız,Cevsen ve evrad-ı Bahaıye bu defa dahı o dehsetlı zehırın tehlıkesını galebe caldı,tehlıke devresı gectı fakat hastalık devam edıyor.”

Emırdag Lahıkasının 152.sayfasına gore,KS hastalanmıstır,sıfayı aradıgı yer ıse yıne “evrad-ı Bahaıye”dır.

“Bugunlerde rahatsızlık ıcın “evrad-ı Bahaıye”yı ezber degıl,ktaba bakarak okudum.Ahırınde ıhtıtam-ı bahaıye olan hatımesını bılmedıgımden,eskıden berı okumuyordum.”haydı bır defa bunu okuyayım dedım.Gordum kı:bır sahıfede ve uzun altı bucuk satırında,ondokuz defa “nur,nur,nur…”kelımelerı… kat’ı kanaatım geldı kı,Sah-ı Naksıbend,Gavs-ı Azam gıbı Rısale-ı Nur’u ve kutsı hızmetını kesfen musahede edıp taksırane haber vererek ona ısaret edıyor.Ben de yalnız o altı satırı ve bastakı satırı ve ahırdekı satırı ıle otuz senelık bahaıye vırdıme o meleklerın,nrların ıntısarına muvamenetlerı nıyetı ıle ılhak eyledım”

KS’ın yazdıgı Emırdag Lahıkasının 467.sayfasındakı sozlukte bulunan Evrad-ı Bahaıye”bolumune aktıgımızda su karsılıgı goruyoruz:
=19.yyda Iran da ortaya cıkan reformcu bır cereyanın vırdlerı,zıkırlerı.

Bu tanımlamalardan da anlasılacagı uzere Saıdı zehırlemelerden Bahaılerın zıkırlerı kurtardıgı gıbı,kendısı de bu sapık Bahaılıge katılmıs.Ve Bahaılerın sapık ınanclarını da devsırerek bır baska sapıklıga ımza atmıstır.
Alıntı ile Cevapla
  #35  
Alt 22-10-2005, 22:26
Tuzbaykucbars Tuzbaykucbars isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Oct 2005
Mesajlar: 166
Standart TÜRK IRKI = TÜRK MİLLETİ

Şimdiye kadar millet’in umumî bir tarifi yapılmamıştır. İçtimaiyat alimleri bu hususta bir şeyler gevelemişlerse de “içtimaiyat”ın ilim olduğunu iddia etmelerine rağmen ilmî bir millet tarifi yapamamışlardır. Bunun sebebi her milletin başka türlü olması ve bundan dolayı başka bir tarife muhtaç bulunmasıdır.

Almanlar milliyette ırkı temel sayıyorlarsa bunun sebebi bir Cermen ırkının var olması ve Alman milletinin kuruluşunda esas rolün Cermen ırkında bulunmasıdır. Fransızlar milliyetlerini inkar ediyorlarsa bu, onların başlangıcı bir tek ırka dayanmadığı içindir.

Bugün ya millet kelimesinin her millet için ayrı bir mana ifade ettiğini kabule yahut da millet dediğimiz birçok cemiyetlerin millet olmadığını söylemeğe mecburuz.

Millet için ırkı esas kabul edersek Fransızlarla Amerikalılar, dil ve kültürü kabul edersek Belçikalılarla İsviçreliler ve hatta Çinliler, vatanı kabul edersek Yahudiler bir millet değildir. O halde millet nedir? Burada önce şunu kabul etmeliyiz: Bizce yalnız Türk milleti vardır. Bunun için de yalnız onun tarifini yapmak lazımdır. Başkaları bu tarifin çerçevesine sığsa da sığmasa da ehemmiyeti yoktur. Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir. Yani Türküm diyecek olan adam Türk neslinden olmalıdır. Türk nesli de tarihten malûm ve meşhur olan Türklerdir. Sibiryanın buzlu bir bucağında yaşıyan bir Saka veya Litvanyanda yaşıyan bir Kıpçak Türk’tür. Sakanın dili bize pek aykırı gelebilir. Litvanyalı Kıpçak çoktandır öz dilini unutup Litvan diliyle konuşmuş olabilir. Fakat onlar kanca Türk oldukları için Türk’türler. Bunun için biz onlara bir yakınlık duyarız. Fakat yabancı kan taşıyan bir insan Türkçe’den başka dil bilmese bile, o Türk değildir. Bunu şöyle bir misalle izah edebiliriz: Memleketimizde epeyce zenci vardır. Bunların hepsi Türkçe konuşur. Bazılarının dili tam bir İstanbul şivesidir. Başka dil bilmezler. Kanun bakımından da Türk sayılırlar. Fakat onlar Türk müdür? Bir Türk köylüsü onun Türk olduğuna kat’iyen inandırılamaz. Hakikatte de onun Türk olduğunu iddia etmek gülünçtür. Zaten memlekette herkes bunlara Arap der, geçer. Türk kanına yabancılığı bakımından bir İngiliz, bir Yahudi, bir Çerkes, bir Arnavut, bir Kürt veya bir Lâzdan farkı olmayan zencilerin, sırf tabiat ona kara damga vurdu diye Türk olmadığı ittifakla kabul olunuyor da, dış şekilleri Türk’e benziyen başka yabancılar neden Türküm diyince Türk sayılıyor? Madem ki zencinin Türklüğünü kimse kabul etmiyor, o halde şekli Türk’e benziyen yabancı da Türk değildir. Mesele yalnız dış şekil meselesi olsaydı zenciyi Türk saymayıp ötekini saymak belki doğru olurdu. Fakat mesele bir iç meselesidir. Zenci, Türk’e olan sadakatinde ötekilerden, muhakkak ki, daha samimidir. Fakat mesele bir iç meselesi olduğu için Türk’e şeklen benziyenlerden daha çok sakınmak lazımdır. Malum ya: yılanın bile en tehlikelisi bulunduğu yerle aynı renkte olanıdır.

Türk’e düşman olanlar ve bunu açıkça söyliyenler Türkler için o kadar tehlikeli değildir. Asıl büyük tehlike Türkümsü olan yabancılardır. Bunlar iyi Türkçe konuştukları ve çok defa Türkçe’den başka dil bilmedikleri için Türk’ten ayırt edilemezler. Fakat kanlarının başka olduğunu ya bilir, ya da sezerler. Onun için bunlara Türkümsü diyorum. Bunlar dalkavuktur, yalancıdır. Yüze gülerler. Türklüğe zararlı fikirler bunlar arasında revaçtadır. Türk olmadıkları için ufak bir şahsi menfaat uğrunda Türk’e içten içe kötülük eden fikirlere ve teşkilatlara bağlanmaktan çekinmezler. Türkümsülerin, icabında Türk’e nasıl fenalık ettikleri hakkında yüzlerce misal söyleyebiliriz. Bunu tarihi delillerle de ispat etmek kolaydır: Balkan Savaşında Sırplara yenilmemizin sebebi Arnavutların ihaneti değil miydi? Selanik’teki 40 bin kişilik ordumuz neden mukavemet etmeden Yunanlılara teslim oldu? Çünkü o ordunun kumandanı olan Tahsin Paşa Arnavuttu. Halbuki Edirne’deki 12 bin kişilik ordumuz aylarca ve yüzümüzü ağartan bir kahramanlıkla dayandı. Çünkü Edirne Kumandanı Şükrü Paşa Türk’tü.

Abdullah Cevdet bu milletin iki sağlam dayanağı olan milliyet ve din mefhumlarını yıkmağa neden çalıştı? Çünkü o bir Kürt milliyetperveriydi. Türklüğü kürtlükle yıkmanın imkansız olduğunu anladığı için hars ve ilim yoluyla yıkmağa çalışıyordu. Rıza Tevfik memlekete niçin ihanet etti? Çünkü babası Arnavut anası Çerkes olan bir melezdi. Ali Kemal neden düşman için çalıştı? Çünkü dedesi ermeni dönmesiydi. Kurtuluş Savaşında ufak bir menfaat meselesi yüzünden çeteci Etem niçin Yunanlılarla birleşti? Çünkü Çerkesti. Ahmet Cevat neden mütareke yıllarında Türkçülüğün aleyhinde olduğu gazetelerde yazdı? Çünkü Giritli idi...

Buna dair misalleri biz daha yakın tarihten de alabiliriz. Kazım Kara Bekir Paşa’nın yetiştirdiği çocuklar arasında aslı ermeni olan birinin yüksek tahsilini bitirdikten sonra ihanet ettiğini hepimiz işittik. Üniversitedeki Yahudi dönmesi profesörlere “biz de Türk değiliz sizin gibi Yahudiyiz” dedikleri de bir emrivakidir. Gaziye suikast hazırlayan Ziya Hurşit lazdı. Gaziye bilfiil ateş etmek için de koca İzmir’de bula bula bir lazla bir gürcü bulmuşlardı.

Bütün bunları gördükten ve daha ufak nice misallerine şahit olduktan sonra insanın Türkümsülere inanması için ancak aptal olması lazımdır. Filvaki bu Türkümsüler her yerde mübalağa ile Türklük için bağırırlar. Fakat bu, bugün Türklüğün kuvvetli oluşundandır. Yarın ilk kara günümüzde onlar yine bize ihanet edeceklerdir. Onlara bunu yaptıran damarlarındaki kanın bozukluğudur. Binaenaleyh ihanetlerini tabii görmek lazımdır.

Birinci dil kurultayında Türklük lehinde palavra atanlar hemen hemen ekseriyetle Türkümsülerdir. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti diye bağırırken şivelerinden Arap veya Arnavut olduğu anlaşılan bu gösteriş kahramanları yanında hakiki Türkler daima sessiz kaldılar. Onun için bizce anlaşılmıştır ki Türk olmak için kanı Türk olmaktan başka çıkar yol yoktur ve olamaz da...

Yukarıda birçok Türklüğe ihanet misalleri saydık. “Sanki hakiki Türklerden ihanet eden yok mudur?” diye bir itiraz suali sorulabilir. Fakat bu pek zayıf bir itiraz olur. Çünkü her milletin içinde sütübozuklar bulunmakla beraber Türkiye’de Türk ve Türkümsülerin sayı nispetiyle ihanet edenlerin nispeti mukayese olunursa bu nispetin daima Türkler lehinde pek büyük bir fark göstereceği meydana çıkar.

Türkümsüler birkaç göbek ilerki babalarının Türk’ten başka bir şey olduğunu bilmeyip kendilerini öz Türk sansalar da yine Türk değillerdir. Çünkü Türklük yalnız manevi-ahlaki değil, aynı zamanda maddi (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir.

Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder. Binlerce yıllık tarihi hayatların milletlere verdiği bir terbiye vardır ki o öyle birkaç yılda ve hatta asırda elde edilemez. Asırlardan beri kılıç sallamış ve ömrünü er meydanında geçirmiş Türk milletinin bir çocuğu ile asırlardan beri sahtekarlık ve dolandırıcılıkla yaşamış Yahudi milletinin bir çocuğu nasıl müsavi olabilir? Aynı günde doğan bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğunu aynı terbiye müessesine alıp ikisine de yalnız esperanto dili öğretseler ve aynı şartlar altında aynı terbiyeyi verseler bile muhakkak ki Türk çocuğu yine yiğit, Yahudi yine korkak olacaktır. Türk çocuğu yine doğru, Yahudi yine sahtekâr yetişecektir.

Türk ordusunda en seçme ve kahraman unsur daima Kastamonu, Çankırı, Taşköprü, Tosya ve havalisinde yetişen neferlerdir. Niçin? Çünkü buradaki Türkler Orta Asya’dan nasıl geldilerse öyle kalmışlar, hiç karışmamışlardır. Savaş meydanlarında yüzde hesabıyla en çok şehit düşenler de bunlardır. Halbuki Kastamonu ve civarı köylüsü ne gösterişsiz mahluktur.

Demek ki Türk vatanı için kendisini harcıyan hep Türkler olduğu gibi en sakınmadan harcıyanlar da en karışmamış Türkler oluyor.

Türklükte dil meselesi kandan sonra gelir. Şüphesiz ki her Türk’ün dili Türkçe olmalıdır ve olacaktır. Fakat yabancı çokluklar arasında kalarak dilini kaybeden, lâkin Türk olduğunu unutmıyan bazı su katılmamış Türkler vardır ki yabancı dillerine bakarak bunları Türklükten çıkarmak doğru olmaz. Türkiye’nin doğu ve cenup sınırlarında Kürtçe veya Arapça ve Lehistanda Lehçe konuştuğu halde Türk olduğunu söyliyen ve tarihi menşelerince Türk soyundan gelen, antropoloji bakımından da mükemmel Türk olan insanlar hiç şüphesiz Türk’türler.

Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil’in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul Yahudisinin bize bir Kırgızdan daha yakın olması lazım gelirdi. Halbuki bütün kanunlara, siyasi ve içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgızı kardeş, Yahudiyi de köpek çıfıt olarak tanıyoruz. Çünkü Kırgızın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudinin ise bize düşmanlıkla yuğurulduğunu biliyor, seziyoruz.

Türk milliyetindeki dilek birliği üçüncü derecede değerli bir meseledir. Bazı zamanlarda bazı Türk zümrelerinde dilek aykırılığı olması onların bir tek millet olmalarına engel değildir. Bu dilek ayrılığı, çok defa, türlü Türk zümrelerinin başında bulunan başbuğların zorla yarattıkları yapmacık ve geçici bir nesnedir. Bugün türlü Türk zümreleri arasında dilek ayrılığı olsa bile, Türkler ya bunun güçsüzlük doğurduğunu görerek dileklerini birleştirecekler, yahut da içlerinden en kuvvetli zümre ötekilerini de zorla kendine bağlıyarak Türkleri tek dileğe doğru yürütecektir. Türk tarihinde bu daima böyle olagelmiştir. Nitekim Gazinin kudretli şahsiyeti Türk milletine bir dilek birliği kurmamış olsaydı muhakkak ki Türkiye’de türlü türlü zümreler bulunacaktı.

Türk milliyetinde menfaat birliği meselesi ise ağza bile alınamaz. “Aynı çanaktan yalıyanların bir millet olduğu” hakkındaki düşünceleri reddettikten sonra menfaat birliği solda sıfır kalır. Bir Kazakla bir Konyalının menfaatlerinde ne birlik vardır? Halbuki bunlar bir milletin çocuklarıdır. Bir Erzurumlu ile bir İzmirlinin menfaatleri arasında da bir iştirak yoktur. Her ne kadar bazı marksistler Kurtuluş Savaşını iktisadi bir hareket olarak izah etmek gibi Yahudice düşünüyorlarsa da Erzurumlu askerin İzmir için ölmesi kendi istihsal maddeleri ihraç iskelesi olan İzmir’i kaybetmek kaygısı dolayısıyla değildir. Bu tamamı ile duyguya ait bir meseledir; bir kan meselesidir.

Bundan başka, madem ki bütün Türkler birleşecektir, şu halde onların arasında uzak veya yakın bir menfaat birliği de kurulacak demektir. Zaten Türkler arasında bir de menfaat birliği vardı ki o da hepsinin aynı düşmanlar tarafından aynı tehlikelere maruz kalmış olmasıdır. Türk milletinin münevverleri sezmese bile hakikat şudur ki Türklere birleşerek birbirlerine dayanamazlarsa mutlaka yok olacaklardır. Çünkü kırk milyonluk Türk milleti küçük küçük parçalara bölünmüş ve her parça büyük, iştahlı, ileri teknikli ve yüksek harslı düşmanlar tarafından çevrilmiştir.

***

Şimdi, şu neticeye varıyoruz demektir:

Türk olmak için önce kanı Türk olmak lazımdır.
Ondan sonra dili Türk olmak lazımdır.
Ondan sonra dileği Türk olmak lazımdır.

Kanı Türk olan fertlerden bir Türk milleti bugünkü melez topluluktan, şüphe yok ki, kat kat kuvvetlidir. Bu, kanı Türk olan fertlerin dilleri de Türk olursa (başka bir ihtimale göre hepsi aynı ağızla konuşan Türkler olursa) o millet daha güçlü bir millet olur. Üstelik bir de bu milletin fertleri dilek birliğiyle birbirlerine bağlıysa, bu ülkücü (=mefkûrevi) bir millet demektir. Sayıca azlık bile olsa dünyanın en güçlü milletidir.
Alıntı ile Cevapla
  #36  
Alt 23-10-2005, 14:06
Tuzbaykucbars Tuzbaykucbars isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Oct 2005
Mesajlar: 166
Standart Insanlarin geldigi bölge

Kurani veya herhangi bir dini kitabda insanlarin Afrika kitasindan geldigini yazan varmi.
http://www.nytimes.com/library/natio...tics-race.html
Alıntı ile Cevapla
  #37  
Alt 01-11-2005, 22:18
aragonn
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart gercek bılgı

Münkirin her delili: 'Ben görünenden başkasından bahsetmem, inanmam !' sözüdür.
Hiç düşünmez ki, her nerede bir görünen varsa o , gizli hikmetlerden haber vermektedir.
Hasılı , ilacın faydasının içinde gizli olduğu gibi; her görünen şeyin de hikmeti içinde gizlidir. " (Mesnevi, IV/2900-2903)

................................

"Nefsini bilen Rabbini bilir" hükmünce ; asıl olan insanın nereden gelip, nereye gideceğini idrak etmesidir

..............................................
"Alim de nice binlerce ilim bilir ama, o zalim kendi nefsini bilmez.
Her cevherin hususiyetini bilir de , kendi cevherini bilmede eşek kesilir.
Seçkin ilmiyle caiz olanı, caiz olmayanı bilir ama ; kendisi cehlinde bunağın ta kendisidir, bunu bilmez.
Gerçi caizi, caiz olmayanı bildin ama nefsin acaba hangi vech üzere (nefsin caiz mi , değil mi ?)
Her meta'nın kıymetini bilirsin de , kendi kıymetinin bilmezsen ahmaksın.
Uğurlu , uğursuz yıldızları biliyorsun ama kendi uğurluluğunu veya uğursuzluğunu biliyor musun ?
Bütün ilimlerin aslı, canı bu. Mahşerde ne olacağını düşün .
Gerçi dinin usullerini bildin ama güzel olanı, kendi aslını da araştırıp bilmendir.
Onun aslına eriştin ama , asıl usul ; kendi aslını bilmektir. " (Mesnevi, III/2660-68
...............................................

Savaşa dair ne varsa ben orada yokum.
Sevgiye, barışa, kardeşliğe dair ne varsa ben oradayım.

Mevlana Celaleddin Rumi
Alıntı ile Cevapla
  #38  
Alt 05-11-2005, 01:36
merak merak isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 04 Nov 2005
Mesajlar: 26
Standart baska dunya yok ? ama...........

bu dunya var diyosunuz ozaman

farzedelim sen dogumadin bende daha dogumamisim ama ben yinede seninle konustum ve sana dogacagimiz dunyayi yani burayi anlattim inanirmisin ??
Alıntı ile Cevapla
  #39  
Alt 05-11-2005, 08:29
gameover gameover isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 19 Oct 2005
Mesajlar: 394
Standart acımasızca ruhumuzu katleden tanrı

tanrı iyidir,merhametlidir masallarını bırak,olaylara reel yaklaş.

sokak çocukları bana tanrının iyi olduğu fikrini vermiyor.

hergün trajik kazalarla can veren çocuklar ve diğerleri bana tanrının iyi olduğu fikrini vermiyor.

habersizce bu şerefsiz imtihana atılmamız tanrıdan iğrenmemi sağlıyor.

bana doğuştan bir mizaç veriyor ve bu mizaç çocukluğum boyunca çeşitli yetiştirme cahilliklerine kurban gidiyor.

eğer bana bir mizaç verdiyse mizacıma uygun yaşamam neden tanrı tarafından hor görülüyor.eğer cezalandıracaksa beni özgün kişiliğim yüzünden neden yaratır ki beni.

bana sorsaydın senin bu saçma ve kabasaba düzenin içine girmeyi kesinlikle istemezdim sevgili egoist tanrı.

beni kendi egonun kurbanı yaptığın için çok teşekkürler.
Alıntı ile Cevapla
  #40  
Alt 06-11-2005, 16:53
aragonn
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart bilimsel inciler

Arkadaslar aslında bu yazının bası için bazı forumlardan kımı arkadasların yazılarından hakaret içeren yazıları yazacaktım.ama sonra zaten herkes kendını bılıyor dıye vazgectım.zaten içinde bendende yazı vardı.bu bır nevi hem eleştiri hemde özeleştiriydi.
bu dünya tartısarak ve insanlar birbirine tahhammul ederek guzellesecek.ahlaksızlık ve karanlık her nerden gelırse gelsın anlamlarını degıstırmez.inanan arkadaslar aslında belkıde gercek hayatta hıç karsılasamayacakları bu ınsanlarla burada konusma sansına sahıpler.bu hem kendı ınanclarınızı dogru bır sekılde anlatmak acısından hem de kendınızı gelıstırmek acısından buyuk bır nımet.
daha oncekı yazılarımdada yazdıgım gıbı keşke sıvas olayları olmasaydı.yada bırılerı cıkıp ta ınsanları benım adıma oldurmeseydı(turan dursun,theo van gogh ve daha baskaları) burda daha farklı konuları farklı sekillerde konusuyor olabılırdık.veya bu sıtenın hacklenmeye calısılması.arkadaslar bunlar sadece acızlıktır ve savunulacak yada ıyı nıyetlı hıçbır yanı yoktur.zaten tarıhı ıncersek her kesımden ınsanların tahammusuzlukten dolayı susturulmaya calısıldıgını gorebılırız.bu tarihin tüm evrelerınde her kesımde malesef yasanmıstır.yanı diğer bir deyişle dinime küfreden müslüman olsa.tarıh kıtapları da, yakın tarıhımızde bunlarla doludur.sosyalızm de,kapıtalızm de ,dınler tarıhıde ... ve fikirler adına insanların katledılmesı çok buyuk bır trajedı.benim düsüncem yada ınancım dogru dıyorsun ama düsünsel olarak mücadele edemedıgın için yokedıyorsun.daha önceki yazılarımı okuyanlar bılır.ben atalarımın yada ırkımın gerektırdıgı sekılde yasamayı herzaman reddettım.inançlarına çok baglı bır aıleden gelmeme ragmen 18-25 yas arasındakı yıllarımı ateist olarak yasadım.sebeplerı belkı burdakı arkadaslarla benzesir veya kımı farklılıklar vardır ama bu yıllarım hep sorgulamakla gectı(burdan kastım okumak,arastırmak,düşünmek,mantık yürütmek).ama Allaha şükür kendı tabırımle yollar yıne tek dogruya cıktı.burda birazda imanlı arkadaslara seslenmek istıyorum lutfen fikirlerimizi biraz daha gerceklıkle besleyelım.eger inancınızdan emınsenız ve kafanızda bu tarz sorunları konusma ıhtıyacı varsa.yok eger konusma geregı duymuyorsanız benım ınancım bana yeter sorgulamam dıyorsanız konusanları rahatsız etmeyın.ve lutfen harun yahya gıbı ınsanların bılımsel yetersızlıklerıyle buraları doldurmayın

diger bılumum din karsıtı veya sorgulama donemındekı arkadaslardan da ıstegım lutfen bizleri anlayın ve kelimeri biraz daha dikkatli seçin.bu benim inancima zarar vermez ama inanın inancım gereği sizlerin yüklendiği günah ve son beni üzüyor.


yazmak istediğim bir diğer noktaysa bu uzun bir sürec.ben hiç birzaman bu veya karşı tarzdakı forumlarda insanların kısa bir üsrec içerisnde kımı gerceklerı kavrayarak hidayate erecegini düşünmüyorum.yanı bırsey yazdıktan sonra bak nasıl cevabı koydum anlayısından vazgecelım.aslında burda tartısmaya kalkıstıgımız konu bılımın tum dallarını kapsadıgı gıbı aynı duzeydede yorucu bır calısma gerektırıyor.

Allah bu yolda hepınızın yardımcısı olsun.
daha öncede dediğim gibi su an tatilde olmama ragmen bazen dayanamıyorum yazıyorum.ama eve döner dönmez sizlerle daha saglıklı yazısmaya devam edecem.

yazımı gereksız bulanlar olabılır.zamanınızı caldıgım için özür dilerim
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
allah, cinsellik, düşük, evrim, gematria, hata, kandil geceleri, kuranda çelişki, muhammed, neml 88 ayeti


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Evrensel Fikirler evrensel-insan Konu-dışı 115 09-10-2013 22:57

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 21:50 .