Arkadaşlar, aylardır Fazıl Say'ın yargılanmasını hakkında konuşuyoruz ama neden yargılandığı hakkında konuşmuyoruz. Ben Fazıl Say'ın neden yargılandığını ve hakkında 1.5 yıl hapis cezası istendiğini çözdüm.
Peki Fazıl Say hakkında neden 1.5 yıl hapis cezası isteniyor?
Sorunun cevabı son derece açık. Gündemi ama şöyle en azından 15 yıllık bir gündemi biraz olsun takip eden insanlar bu sorunun cevabını bilir ya da bu soruyu çözer.
Fazıl Say'ın müzdarip olduğu olay daha önceden Recep Tayyip Erdoğan'ın başına gelmişti. Hürriyet gazetesinde o zamanlar yazarlık yapan (ki şimdilerde HaberTürk'te yazan) Murat Bardakçı, 22 Eylül 2002'de "
Şiiri böyle montajlamışlar" adlı bir makale yazmıştı. Makale diyorum, çünkü bu yazıyı bir köşe yazısında ayıran yön, metnin içinde tarihi bilgilerinin olmasıdır.
Hatırlarsanız, Tayyip Erdoğan 1997'nin 6 Aralık'ında Siirt'te ‘‘süngülü’’ ve ‘‘miğferli’’ bir şiir okumuştu ama hakkında dava açılınca, şiirin Ziya Gökalp'e ait olduğunu söylemiş ancak savunması kabul edilmemiş ve 10 ay hapse mahkûm olmuştu. Ona göre, TAYYİP Erdoğan'ın başbakanlık hayali (!), bu şiir yüzünden suya düşmüş. Fakat aradan 15 yıl geçince takke düştü, kel göründü. Ya da şöyle düşünebilirsiniz; 20 Eylül 1996 Aydınlık dergisinin kapağının
"Abramovitz, Erbakan'ın yerine Tayip Erdoğan'ı Başbakanlığa hazırlıyor" şeklinde olduğunu gözönüne alırsanız, her şey anlaşılmış olur ve Murat Bardakçı'nın da belirttiği gibi, hakkikaten de TAYYİP Erdoğan'ın başbakanlık hayalinin bu şiir yüzünden suya düşmüş olduğu sonucuna varabilirsiniz.
AMERİKA'NIN İRADESİ
17 Şubat 1997 tarihinde Doğu Perinçek, Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu'na; "Amerika'nın Tayip Erdoğan'ı Başbakan, Abdullah Gül'ü ise Dışişleri bakanı yapmayı düşündüğünü" söyledi.
Doğu Perinçek bu tespitleri yaptığı zaman Tayyip Erdoğan daha milletvekili bile değildi.
Ve aynen öyle oldu. Tayip Erdoğan Başbakan, Abdullah Gül ise Dışişleri Bakanı.
Bu mudur milli irade? Amerika karar veriyor. İstediği Başbakan, istediğini Dışişleri Bakanı oluyor.
Çok açıktır. Bu milli irade değil, Amerika'nın iradesidir.
Artık her neyse, bu şiir yüzünden TAYYİP Erdoğan'ın başbakanlık hayali 1996'da olmasa da 2002 Kasımı'nda gerçekleşti. Yalnızca, 6 yıllık bir sapma olmuş.
Sonrasını biliyorsunuz, okuduğu ve mahkûm olduğu bu şiir yüzünden Tayyip Erdoğan'ın seçimlere girmesine izin verilmedi ve Türkiye'nin siyaset gündemi bir anda değişti. Fakat diğer taraftan, TAYYİP Erdoğan olayın ilk günlerinden itibaren
"Şiir, Ziya Gökalp'e aittir" demiş ve bir Ziya Gökalp tartışması başlatmışsa da, şiirin hakikaten ona mı, yoksa bir başka birisine mi ait olduğu uzun uzun konuşulmuş ama böylesine karışıklık yaratan maceralı şiirin kime ait olduğu konusunda kesin bir karar verilememiştir.
Murat Bardakçı bu şiirin kökenini merak etti, araştırdı ve ortaya son derece garip ve montajı andıran bir durum çıktı.
Ona göre, Tayyip Erdoğan'ın okuduğu şiir 4 kupleden, yani her biri 5'şer satırlık 4 bölümden meydana geliyordu. Ama 4 olması gereken ilk kuple sadece 4 satırdı ve kafiyesi şiirin diğer bölümleriyle tutmuyordu.
KİTAPLARINDA YOK!
Murat Bardakçı yalnızca bu keşifle yetinmedi ve YSK'nın 21 Eylül 1997'de Erdoğan'ın seçimlere giremeyeceği kararını açıklamasından sonra,
‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ sözleriyle başlayan bu şiirin ilk defa nerede yayınlandığını araştırdı ama bulamadı. Tayyip Erdoğan'ın avukatları ise, mahkemeye tek bir kaynak göstermişlerdi: Türk Standardlar Enstitüsü'nün 1994'te çıkarttığı
‘‘Türk ve Türklük’’ isimli kitap.
Murat Bardakçı o gün, bu yazıyı yazmadan önce, Tayyip Erdoğan'ın yargılanması sırasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Vural Savaş ile konuştu ve
‘‘Minareler süngü, kubbeler miğfer’’ şiirinin kime ait olduğu konusunda o günlerde bir araştırma yapılıp yapılmadığını sordu.
Vural Savaş da kaynak olarak sadece Türk Standartlar Enstitüsü'nün yayınını gördüğünü söyledi.
İşte bütün gariplik de buradaydı: ‘‘MHP'nin kalesi’’ olarak bilinen Türk Standartlar Enstitüsü'nün yayınında yeralan dörtlüğün altında Ziya Gökalp'in adı bulunuyor ama bu mısralar Ziya Gökalp'in kendi kitaplarında ve onunla ilgili bibliyografyaların hiçbirinde rastlanmıyordu.
HOCALAR GÖRMEMİŞLER!
Murat Bardakçı bundan sonra Yeni Türk Edebiyatı'nın duayen hocalarından olan Prof. Dr. İnci Enginün'e danıştı ve İnci Hanım da Ziya Gökalp'e atfedilen şiirin kaynağını uzun uzun araştırdı ama onun da vardığı sonuç aynıydı:
"Şiir, Ziya Gökalp'in eserlerinde yoktu ve Ziya Gökalp hakkındaki tek ve en önemli bibliyografyanın sahibi ve benim de lise yıllarımda edebiyat hocam olan rahmetli Fevziye Abdullah Tansel'in yayınında da yer almıyordu."
Ama ortada başka bir gariplik vardı. Şiir tartışmalarının yaşandığı ve Erdoğan'ın yargılandığı günlerde Fazilet Partisi'nin Genel Başkanı olan bugünün Saadet Partisi'nin lideri Recai Kutan, 1998 Eylül'ünde basına şiirin tam metnini dağıtmıştı.
Kutan’ın dağıttığı metin de bir acayipti:
‘‘Tam metin’’ olduğu söylenen şiirin ikinci kuplesinden sonrası hakikaten Ziya Gökalp'e aitti, onun
‘‘Asker Duası’’ isimli şiirinden alınmıştı ama miğferli ve süngülü bölüm, Ziya Gökalp'in şiirinde yeralmıyordu. Yani minareden, süngüden ve miğferden bahseden mısralar ‘‘Asker Duası’’nın başına daha sonra monte edilmişti!
Fazıl Say'ın başına gelen de aynı şey!
Fazıl Say'ın yaptığı şey de Tayyip Erdoğan'ın yaptığından farklı değil. Çünkü Fazıl Say'ın Twitterı'ndan 12. yüzyılda yaşamış Ömer Hayyam'dan yazdığı dörtlük de aynı şekilde montajlanmış ve dinsel kışkırtma haline sokulmuştu.
Bilirsiniz, Ömer Hayyam şiirlerini dörtlükler halinde kısa ama vurucu ifadelerle yazardı. Onun yazdığı şiirler "
Rubaiyat (Dörtlükle)" adlı eserde toplandı. Bu kitapta Ömer Hayyam'ın 1000 civarında şiirinin olduğu söylenilir ama tabii ki hepsi ona değil. Örneğin "
HAYYÂM’IN TÜRKÇE’YE ÇEVRİLMİŞ RUBAİLERİ İÇİNDE BAŞKA ŞAİRLERE AİT RUBAİLER (Yahya Kemal ile Sabahattin EyÜBOĞLU Çevrileri)" adlı tez çalışmasında bazı dörtlük örneklerini görebilirsiniz.
Nitekim, Murat Bardakçı, bu sefer HaberTürk'teki köşesinden 10.04.2012'de yazdığı "
Hayyam'ın 'Kerhane'li Tek Bir Satırı Bile Yoktur!" yazıyla bu şiirin de montajlanmış olduğunu söyledi. Ona göre, Fazıl Say'ın Twitterı'ndan yazdığı,
"Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet-i âlâ meyhane midir?
Her kuluna iki huri vereceğim diyorsun,
Cennet-i âlâ kerhane midir?",
Ömer Hayyam'dan Dörtlükler
dörtlüğü Ömer Hayyam'a ait değil, bir internet geyiğine aitmiş. Bu internet geyiği oturmuş, Ömer Hayyam tadında dincileri yeren bir dörtlük attırmış. Bu internet geyiğinin kim olduğunu bilmiyoruz ama, onun yazdığı bu dörtlük pek çok kaynakta, hatta kaynak okul kitaplarında bile geçer. Bu durumda Fazıl Say'ın bir edebiyatçı, hele hele bir Ömer Hayyam uzmanı edebiyat tarihçisi olmadığı gözönüne alınırsa, Fazıl Say'ın bu dörtlüğü twitterı'nda yazarken Ömer Hayyam'a ait olup olmadığını bilmesi mümkün görülmemektedir.
Fakat 18 Ekim 2012'de görülen davada, Sanatçı Fazıl Say'ın "dini değerlere hakaret" gibi akıldışı gerekçe öne sürülerek, davanın esasının Ömer Hayyam'a ait olduğu söylenilen yukarıdaki dörtlüğün oluşturduğu söylendi. Öyle, çünkü duruşmada Fazıl Say'ın yüzüne karşı Ömer Hayyam'ın dizeleri "özür" dilenerek okunması ve davacılar ve avukatların Fazıl Say'a saydırması yani hakaret etmesi, bu davanın Fazıl Say'ın twitterdan Ömer Hayyam'a ait olduğu iddia edilen yukarıdaki dörtlük yüzünden olduğunu gösterir. Fazıl Say ise, "Bu sataşma ve iftiradır" diyerek tepki gösterdi ama duruşma 18 Şubat'a ertelendi.
Zaten davanın bu yüzden açıldığı SOL gazetesinde 1 gün sonra çıkan,
"
Hakaret değil utanç davası" adlı haberinde çok açık bir şekilde okunabiliyordu. SOL'un haberine göre dava tamamen bu tema üzerine oturtulmuş idi ve SOL da bunu resmin sol tarafında,
"Fazıl Say'ın Twitter platformunda 'alıntıladığı' Ömer Hayyam dizeleri ile ilgili yargılanmasına bugün başlandı. Bu dava sadece Türkiye mahkemelerinin uluslararası bir sanatçıyı yargıladığı için değil, tarihsel bir edebi ve politik kişilik olan Ömer Hayyam'a ait dizelerin yayınlanması nedeniyle utanç davası olarak görülüyor."
şeklinde açık etmiş ve haberini bu tema üzerinde işlemişti.
SOL dava günü de "
Fazıl Say davası: Say'a hakaret edildi, Hayyam'ın dizeleri 'özürle' okundu" haberiyle mahkemenin açıkladığı ara kararı şu şekilde verdi:
* Davacı Ali Emre Bukağılı ve Orkun Şimşek’in katılan olarak kabullerine,
* Katılan vekillerin vekaletnamelerindeki eksiklikleri giderdikten sonra vekillikleri hususunda karar verilmesine,
* Avukat Meltem Akyol, Efkan Bolaç ve Taylan Tanay’ın sanık müdafii olarak kabullerine,
Sanık müdafi olarak katılan ancak yetki belgesi ve vekaletname sunmayan avukatlara yetki belgesi veya vekaletname ibraz etmeleri için süre verilmesine,
* Müşteki tarafın sanığın tweet atıldığı tarihte takipçileri olup olmadığı hususunda varsa belgelerin sunulması için süre verilmesine,
* Sanık müdafiinin talebinin kabulu ile sanığın duruşmalardan bağışık tutulmasına,
* Duruşmanın 18 Şubat 2013 günü saat 10:00’da görülmesine karar verildi.”
Bu karara göre 4. maddeden Fazıl Say'ın Ömer Hayyam'a ait dörtlüğü twitterdan attığı tarihte takipçileri olup olmadığının tespiti yapılmak istenmiş ve varsa, belgeleriyle birlikte sunulması için süre verilmiş olduğunu öğreniyoruz.
Anlaşılan o ki, ne Tayyip Erdoğan'ın ne de Fazıl Say'ın okuduğu şiirler yüzünden mahkemelik herhangi bir suçları yoktur. Çünkü her şeyden önce, her ikisinin de uzmanlık alanlarına girmeyen ama pek çok kitapta ve internet kaynağında yer alan şiir/dörlükleri okuması, mahkemenin belirlediği/belirleyeceği bilirkişi raporlarına göre bir suç değildir. Bu, şiir ya da dörtlük ister haklı kışkırtsın isterse kışkırtmasın, medeni tüm ülkelerin hukukunda böyledir. Ama bizim ülkemizde hukuk işlemez, güç işler, daha doğrusu, ABD destekli bir operasyon yapılırsa, hukukta suç olmayan böyle şeyler suç kapsamına rahatlıkla sokulabilmektedir. Nitekim, 1997'de Tayyip Erdoğan okuduğu şiirin Ziya Gökalp'e ait olduğunu söylemesine rağmen dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olan Vural Savaş bu şiirin kime ait olduğu hakkında bir bilirkişi araştırması yapılmasına bakmadan kararını vermiş. Bu yönde yapılan uyarılara da kulaklarını tıkamış ve sanki ABD destekli bir operasyonun bir parçası gibi çalışmış.
Ulan, ABD destekli bu ilk operasyon aradan 10 yıl geçtikten sonra hala anlaşılmadıysa, ne zaman anlaşılacak? Bu, bal gibi de bir operasyondur. Hem de ABD destekli. Doğu Perinçek, 17 Şubat 1997 tarihinde Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu'na; "Amerika'nın Tayip Erdoğan'ı Başbakan, Abdullah Gül'ü ise Dışişleri bakanı yapmayı düşündüğünü" söyledi.
Oysa Doğu Perinçek bu tespitleri yaptığı zaman Tayyip Erdoğan daha milletvekili bile değildi. Ancak ABD'nin ilk olarak başlattığı bu operasyonla sonuç bu yönde gerçekleşti: Tayip Erdoğan Başbakan, Abdullah Gül ise Dışişleri Bakanı.
Doğu Perinçek, bu ilk operasyon altında 3 Kasım 2002'de yapılan
Genel Seçim Sonuçları'nı değerlendirirken şöyle diyordu:
"Çok açıktır. Bu milli irade değil, Amerika'nın iradesidir."
Hiç unutmam; Doğu Perinçek'in Ulusal Kanal'da o günkü değerlendirmesini dinlerken şöyle konuşuyordu:
"Bu ne biçim iş: Tayyip Erdoğan milletvekili seçilemiyor, Genel Başkan değil. Ulusun iradesi dumura uğruyor!"
İlginçtir; Ulusal Kanal'da ara sıra Doğu Perinçek'in bu konuşması izlerken, özellikle bu sözü gülümsememe neden olur. Karikatür gibi bir şey!
Sadede gelirsem (ki aslında sadede gelesim yoktu ama metin uzun olacağı ve sizin de sıkılacağınızı düşündüğüm için yazıyı burada kısa kesiyorum), aynı davada biri CIA destekli operasyonla 1996'da değil ama 2002'de çok daha güçlü bir şekilde iktidara gelirken, diğeri 1.5 yıl hapiste yattığıyla kalacak. Çünkü bu davaların ilkinde, her ne kadar CIA'nın Türkiye'deki ilk operasyonu da olsa, bir ceza verildiği için ikincisinde de sözü edilen ceza verilecektir. Bu durumda Fazıl Say'a 1.5 yıl saydıracaklar anlaşılan!
Bilin bakalım, CIA'nin 1997'de Türkiye'de iktidar değişikliği için yaptığı bu ilk operasyon tarihte daha önceden olmuş muydu?
Ben size araştırıp yorulmamanız için tarihte eşine az rastlanır böyle bir olayın olduğunu, delilleriyle birlikte, veriyorum.
Bakın bakalım, bir benzerlik görebilecek misiniz?
Birahane Darbesi ve "Kavgam (Mein Kampf)"
Benito Mussolini'nin "Roma yürüyüşü"nden esinlenerek 9 Kasım 1923'te Münih'te hükümeti devirmek için teşebbüslerde (ki tarihte bu olaya
"Birahane darbesi" deniliyor) bulunmuş ve ordu ve polisin desteklerini almayınca Erich Ludendorff'u lideri olarak göstermiştir. Fakat darbe Bavyera hükûmeti tarafından bastırılmış ve bunun üzerine 5 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve Landsberg Hapishanesi'ne girmiştir. Ancak 20 Ekim 1924'de tahliye edilmiştir.
Adolf Hitler 1924'te tutuklu olduğu Landsberg Hapishanesi'nden ayrılırken görülüyor (Bkz. Hitler Landsberg Hapishanesi'nde) Bu kare "Hitler: The Rise of Evil" aynen, orijinaline çok yakın bir şekilde kullanıldı. IMDB'de bu filmin reytingi 7.2 olarak gösterilmiş ama bana göre 10.0 dır. Ne ilginçtir ki, Hitler ile Tayyip Erdoğan arasındaki benzerlikler bu filmde sayılamayacak kadar çoktur. Bu filmi seyretmeyeni döverim. Yani bu film tekrar tekrar izlenesi ve AKP'nin kodlarını çözebilmek için gerekli kodları barındıran bir filmdir. İşte bu yüzden size bu filmi hararetli bir şekilde seyretmenizi istiyorum. Bana göre bu film ne kadar Oscar ödülü varsa, hepsini toplayacak kapasitede bir filmdir. Bu konuda ne IMBD'nin, ne de bir başkasının fikrini kabul etmiyorum.
Hapisteyken
"Mein Kampf (Kavgam)" isimli bir kitapta fikirlerini yazdırdı. Bu kitap, partinin bundan sonraki faaliyetlerine yön verdi. 1924 ve 1929 yılları arasında partisi başarısız oldu. Ancak Dünya Ekonomik Krizinden sonra daha fazla oy kazanabildi (1929). 1930 seçimlerinde yüzde 18 oy ile SPD'den sonra ikinci büyük parti oldu. Hitler'in oyları Katoliklerden daha fazla Protestanlardan, şehirlerden daha fazla kırsal bölge ve kasabalardan, işçilerden daha fazla orta ve üst kesimden geldi.
Uyarı: Neva ya da diğer moderatörlerden biri bu mesajımı silmesin. Çünkü en nihayetinde bu mesajımla SOL'un
"Halka yalan söylemek suçtur" sloganının gereğini yerine getiriyorum. Yani burada kimseyi incitmeden, yalnızca gerçekleri yazdım. Gerisi sizin bileceğiniz iştir.