Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Konu-dışı

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #61  
Alt 31-03-2006, 12:15
m1991 m1991 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Aday Üye
 
Üyelik tarihi: 31 Mar 2006
Bulunduğu yer: izmir
Mesajlar: 3
Standart kuranı ayetlerini şifreyle yorumlayın

İDA METODU

Tarihleri belirlerken önce süre indiriliş numarası sonra süre diziliş numarası daha sonra ayet numarasının birler basamağını alarak belirliyoruz.
indiriliş sırası:39
diziliş sırası :07
ayet sırası :91

Elde ettiğimiz tarih 971'dır.Tarihlerin önündeki bin(1971) ve iki bin (2002)hiç kullanılmamıştır. Kuran-ı kerim de 1100-2099 yılları arasında yaşanmış,sistemin izin verdiği kadarıyla olaylara değiniyor.

SİMETRİ METODU

Koortınatı belirlemek için Ömer Celakıl;ın fark ettiği simetri formülünü aynı verileri aynı teknikde kullanıyoruz.Kuran-ı kerimin tek bir sistemi kullandığını belirtiyorum. Koortınatı belirlerken bilinen sayıların simetriğini buldukdan sonra sondan başlayarak yazıyoruz.Bulduğumuz koortınat olayın yaşandığı tarihte o ülkenin toprağında geçmekde olan enlem veya boylam oluyor.

ilk sayı+son sayı=sonuç/2 merkez sayı formülünü uyguluyoruz.
Son sayı ile ilk sayıyı topladığımızda tek sayı çıkarsa o zaman son sayı tekse alınır bir eklenir sayı çift sayı yapılır.Örnek olarak 71+1=72 olur.

Merkez sayının bulunması sistemi;
İlk sayı+son sayı=sonuç/2 merkez sayı
Merkez sayının solundaki sayıyı bulmak sistemi;
merkez sayı-bilinen sayı=sonuç-merkez sayı=aranan sayı
Merkez sayının sağındaki sayıyı bulmak sistemi;
merkez sayı-bilinen sayı=sonuç+merkez sayı=aranan sayı

ÜÇ OLAY

Ayetleri çözümlerken üç olayın yani tarih,olay ve koortınattın birbirini tamamlaması gerekmektedir.Örnek olarak Nosratamus;un ölüm yılına baktığımızda;
Tarih =1566
Kuran =55-6-96
Simetriği =6-47-51-55-96
Koortınatı =17

Ayet=Şafağı yarıp sabahı ortaya çıkaran o;dur.Geceyi dinlenme zamanı yaptı;Güneş;i ve Ay;ı hesap aracı işte budur ölçülendirmesi o Aziz;in o Alim;in

Olay=Nostaramus 1566 yılında ölmüştür.Geleceği okuma yöntemi olarak meditasyon ve astroloji kullanıyordu.Gece sabahlara kadar yıldız hesapları yapardı.Nostaramus bilginin kaynağıydı tarih, tıp,coğrafya ve astronomi biliyordu.
Nostaramus ölüm yılını incelediğimizde tarih ve olay tutuyor ama 17 koortınatı İtalya;da geçmekdedir.O yıl 17 koortınatının geçtiği topraklar benim araştırmalarıma göre Fransa;nın olmadığından geçersiz sayıyorum.Çünkü tarih,olay ve koortınat birbirini tamamlamıyorlar.



http://ozansirfay.sitemynet.com/osir/ daha fazla bilgi bulabilirsiniz.
Alıntı ile Cevapla
  #62  
Alt 03-05-2006, 20:45
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart ERKEK KADINI NİYE ÖRTTÜ?

ERKEK KADINI NİYE ÖRTTÜ ?

Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN

Türkiye'de örtünme dendiğinde akla İran gelir. Ben iki yıldır İran Devletinin Petrol danışmanlığını yaptığımdan sıkça gidip geliyorum. Kara çarşaf giyimli kadınlarda yüz bütünüyle açıktır. Şifon takan kadınlarda ise saçın yarısı açıktır. Kadın yüzü boyalıdır.

Kapanma mollaların yönetimi ellerine geçirmeleri, İslam Cumhuriyeti kurmalarından sonra başlamıştır.

Bu güne dek, uçağa kapalı olarak binen İranlı bir kadının bile Türkiye'ye indiğinde örtüsünü taktığını görmedim. İranlı kadınlar örtünme baskısından tiksiniyor. Türkiye'de ise, inancı siyasi çıkarlarına aracı yapan Erbakan'ın çaktığı kıvılcımla erkekler kadınları kapatmaya başladı. AKP'nin yönetime gelmesiyle özellikle genç kızlar arasında sıkma baş, yaşlılarda kara örtü
oldukça yaygınlaştı.

İranlı kadınlar kaygıyla soruyorlar "Türk kadınlarına ne oluyor? Bizi güç kullanarak "mollalar" kapatıyor. Siz özgür, ayrıca laiksiniz. Sizin kadınlarınız niye kapanıyor? ". Kapanan kadın değil, kapatan erkek. Arabistan'da, Afganistan'da, İslam Cumhuriyetlerinde sürekli
erkeğin dayatması ile kadın kapanıyor. Yine erkeğin çengeline takıldı kadın, kadınlarımız.


Sümer Bilimci Muazzez İlmiye Çığ'ın anlatımıyla erkeğin kadın üzerine baskısı Sümerler'de yazının bulunmasıyla, o dönemin tapınak rahiplerinin erkekler çıkarına yasalar koymasıyla başladı. Önceleri kadın, Tanrı'nın özelliklerini taşıyan toprak gibi yaratıcı, koruyucu, kutsal görülürken, sonraları dinler aracılığı ile, bu özellik erkeğe aktarılarak, kadın yalnızca erkeğin yaratıcı dölünü taşıyan bir araca dönüştürüldü. Kutsal kitaplarda kadının erkeğe hizmet için yaratıldığı anlatılarak kadın tutsak edildi.

Tarıma saban gibi toprak işleyen işgeçler girince bunları kullanan erkek; ürünü, toprak mülkiyetini eline geçirdi. Kadın, beslenen konuma getirildi.

Yasalarda erkekler öne çıkarıldı, yönetimde, seçme ile seçilmede kadın yok sayıldı. Kadın alış verişten uzak tutuldu, akça (para) erkek eline geçti, toprak da. Erkek bununla yetinmedi: işi sağlama bağlamak için, kutsal kitapların Tanrı'ca indirildiğini, bunun bir Tanrı buyruğu olduğunu
söyleyerek kadının karşı durmasını engelledi. Örtünme, kadının "ikincilliğini" savunan bir Tanrılı beş büyük inançdaki tümü erkek olan "Tanrının Elçilerince" uygulamaya sokuldu. Bunlar; Yahudilik, Budizm, Konfüçyüsçülük, Hıristiyanlık ile Müslümanlıktı. Tümü de birbirini izler
biçimde kadını erkeğin yardımcısı olarak tanımladı. Artık Tanrı adına, kadın için erkek konuşuyor, erkek karar veriyordu. Tanrı ise "baba" takma adıyla erkekleştirildi. Doğal olarak kadın "ikinciliğe" düştü. Oysa erkeği de, dişiyi de yaratan Tanrı gibi "kadındı".


Süre içinde erkek kadını öyle bir oyuncak konumuna sokmuştur ki, Heredot'a göre, Babil'de her kadının evlenmeden önce tapınakta bir erkekle yatması gerekmektedir. Böylece, tapınaklar sözde kendini Tanrıya adayan fahişeliğin yapıldığı geneleve dönüşmüştür, erkekler için. Bu gelenek sonra Asur'lara geçmiş, bu günki Türkiye'de tapınaktan çıkıp geneleve dönüşmüştür.

Muazzez İlmiye Çığ 'a göre Sümer'de kadınların evlenmesinde bekaret aranıyordu. Sümer kadını evlendiğinde önceden delinmiş ise, kocasından boşanırken ortak edinçlerin yalnızca yarısını alabiliyordu. Bu gelenek bugün Katoliklerce sürdürülmektedir.

Kendi vücudunu Tanrı adına Tapınaklarda erkeklere adayan kadınların diğerlerinden ayrılmaları için dışarıya çıktıklarında başlarını örtmeleri gerekirdi. DÖ 1600 yıllarında bir Asur kağanının koyduğu yasa ile iş bu kez örtünme kapsamına, bütün evli ile dul kadınlar alınmış, kızlar ile
sokak fahişelerine başını açma yasağı getirilmiştir.

Sevişmeye tapınma ile kutsallık anlamı yüklenmiştir. Bu gelenek Babil'liler, sonra Asur'lular yoluyla Filistin'liler, oradan da İsrail'e geçmiştir. Sonra da tümü Orta Doğu'da doğan bir Tanrılı dinlere geçmiştir.

"Peçe" İslamiyetten önce Ortodoks Doğu Roma'da (Constantinopolis'te) kullanılmıştır. Bugün bile Ege Adalarında kapkara peçelerin içinde dolaşan "Rum Ortodoks" kadınları vardır. Sonra bu gelenek Hıristiyanlıktan İslamiyete bulaşmıştır.

Hıristiyan rahibelerinin tepeden tırnağa kapalı olması da eski Sümer, Asur fahişe geleneğinin izleridir.

İşte böyle. Ne İran'ın, ne de Arabistan'ın bir Atatürk'ü yoktu. Atatürk eski Sümer ile Asur geleneklerinden İslamiyet'e yansıyan kapanma geleneğini kaldırdı. Kadını, erkeğe hizmet eden bir varlıktan çıkarıp, erkeğin koşullarını üleşen uygar bir konuma getirdi. Erkeğin dayatmaları ile
kadınlarımız yine tutsaklaştırılıyor.

Yasa koyucular, din bilginleri susuyor. Siyasiler, gericiler at koşturuyor.. Cumhuriyetle kazanılmış olan eşitlik yitiriliyor.. Bu bir oyun değil bir gerçek.
Baskıyla kapanmaya karşı, aydın kadınlarımızın sessiz kalmalarını
anlayamıyorum. Bu sessizlik sürerse yarın siz de kapanacaksınız, aynı İran'daki gibi.
Dönüşü olmayan bir yoldayız.


Gericilik; demokrasinin hoş görüşünü kullanarak özgürlüğü kapanına alıyor...
Alıntı ile Cevapla
  #63  
Alt 30-05-2006, 22:50
ŞİA ŞİA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 22 May 2006
Mesajlar: 73
Standart Hz.Ali (a.s.)'ın Osman b.Huneyf'e gönderdiği emirname

Sonra Huneyfoğlu, Basralılardan bir bölüm, duyduk ki seni düğüne çağırmış; sen de hemen gitmişsin. Renk-renk yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağrılmayan, zenginleri dâvet edilen bir topluluğun dâvetine icâbet edesin. Dişlediğin yemeğe bir bak, haram helâl olduğunda şüphen olursa at o yemeği ağzından; helâl olduğunu iyice bilirsen birazcık ye.[28]

Bil ki her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı bir imâmı vardır. Gene bil ki sizin imâmınız, dünyasında köhne bir elbiseyle iki parça ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim, sizin buna gücünüz yetmez; yetmez ama çekinip gayret ederek, temiz olmaya, doğru yola gitmeye gayret göstererek yardım eden bu yolda bana; gücünüz yettiği kadar yolumda olun. Andolsun Allah'a ki ben dünyanızdan ne bir gümüş, ne bir altın toplayıp biriktirdim ne şu çok ganimetlerden bir mal yığdım, ne de üstümdeki yıpranmış elbiseden başka bir elbise aldım.

Evet, gökyüzünün gölgelendirdiği şu dünya yüzünden, elimizde bir Fedek vardır; ona da toplumun bir kısmı haris oldu, bir kısmı cömertlik etti; Allah ne de güzel hükmedicidir. Ben ne yapayım Fedek'i, yahut ondan başka bir yeri ki bu nefsin konağı, yarın mezardır; onun karanlığında eseri bile kalmaz, haberi bile yiter gider, duyulmaz. O mezarı açan, elleriyle genişletse bile taş, kerpiç düşer, yığılır, toprak dökülür dapdaracık bir hâle getirir. Şimdiden nefsimi takva ile riyâzete alıştırayım ki en büyük korku gününde eminliğe erişsin; mahşerin kaygan yerinden sürçmesin.

Dilesem ben de yağlar ballar bulurum; buğday ekmeğinin hâlisini yerim; ipek elbise giyinirim; fakat nefsimin dileğinin bana üst olması beni lezzetli yemekler yemeye çekmesi mümkün mü hiç? Ben nasıl doya-doya yemek yiyebilirim ki Hicaz'da, yahut Yemâme'de belki yoksullar vardır; günler geçmiştir ki tokluk nedir, görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim ki çevremde aç karınlar, yanmış, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır. Nitekim deyen de demiştir:

Sen karnı tok olarak yatmadasın;

Çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu dert yeter sana.[29]

Râzı olur muyum ki bana Emir'ül-Mü'minin desinler de sonra ben, zamanın sıkıntılarında onlara ortak olmayayım, yahut da darlıkta, yaşayış sıkıntısında onlara muktedâ sayılmayayım? Derdi günü, güzelim otları otlamaktan başka bir şey olmayan bağlı, yahut süprüntülerde yiyecek bulup yemekten başka bir şey düşünmeyen, sâhibinin maksadından haberi bile olmayan bir hayvan *değilim, o çeşit yaratılmadım ki ben. Yahut da işsiz-güçsüz terk edileyim, yahut asılsız lâflarla uğraşayım, yahut sapıklık ipini çekeyim, yahut da şaşkınlık yoluna düşeyim; bunun için yaratılmadım ben.

Sanki görüyorum, diyeniniz diyor ki: Ebu-Tâliboğlu'nun yediği buysa, akranlarıyla savaşa yiğitlerle harbe gücü yetmez, zayıflar, elden ayaktan düşer. Oysa ki bilin; sahralardaki ağaç daha kuvvetlidir; güzelim bağlarda, bahçelerde biten ağaçlarınsa gücü azdır. Ovalarda biten otlar, daha kuvvetli yanar, közü daha geç söner. Biz Rasûlullah'la bir kökten bitmiş iki ağacız; onun kolunun pâzısıyım ben.[30] Vallahi Arap birleşse de benimle savaşa kalksa, yüz çevirmem, fırsat çağlarında boyunlarını kırarın onların. Şu ters adamdan, şu baş aşağı bedenden yeryüzünü temizlemeye uğraşıyorum; böylece de ekin, aralarındaki taştan, topaçtan kurtulsa diyorum.[31]

Semerin sırtına, yuların boynuna ey dünyâ; senin tırnaklarından kurtuldum, tuzaklarından çıktım, yollarından çekildim ben. Nerede oyunlarınla aldattığın, güldürdüğün milletler, nerede süslerinle, ziynetlerinle kandırdığın ümmetler? İşte şuracıkta onlar, kabirlere rehin olmuşlar, lahitlere girip yatmışlar. Vallahi görünür bir kişi olsaydın, tutulur bir cisme bürünseydin, olmayacak isteklerle aldattığın, sonra onları kandırıp helâk çukuruna attığın kullar, telef vâdîsine fırlattığın, belâ vartalarına uğrattığın padişahlar için sana Allah'ın hadlerini icrâ ederdim; onları öyle bir yere yolladın ki oraya ne gidenden bir haber var, ne oradan gelen var. Heyhât; ne de uzaktır senin belâ yerlerine, mihnet vâdilerine, o kaygan yola ayak basıp da düşmemek; ucu bucağı, dibi boyu bulunmayan denizlerine düşüp de boğulmamak; kim senin torundan tuzağından kurtulduysa odur başarıya eren, doğru yolu bulan. Senden kurtulup esenliğe erişen kişinin yatağı durağı dar da olsa ne var? Onca dünyâ, bir günceğizdir; can verdi mi, rahata erer. Uzak ol benden, vallahi ben seni kendime râmetmeden sen râmedersin beni; senin gemini hiç salıvermem; çünkü dilediğin yere çekersin beni. Allah izin verirse der de and içerim Allah'a;[32] nefsimi, bir kuru ekmek parçası bulunca onu yeter bulup sevinecek, onu yiyip şükredecek bir hâle getiririm; gözlerimi suyu çekilmiş, nemi kalmamış bir kaynak haline getirinceye dek de gözyaşları dökerim. Otlayan hayvan, otlayıp karnını doyurur da yan üstü mü yatar? Koyun sürüsü, yayılıp doyar da uyuyacağı yere mi gider? Ali de azığını yer de uykuya mı dalar? Bunca yıldan sonra ovada otlakta otlayan, yazıda yayılan hayvanlara dönerse gözleri aydın olsun.
Alıntı ile Cevapla
  #64  
Alt 05-06-2006, 16:19
godtabikivar
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart ALLAHIN VARLIĞINA DELİLLER

Günümüzde ilkokul çağındaki bir çocuk için bile sıradan sayılabilecek bir takım bilimsel bilgiler, düşünce tarihi boyunca insanlığın en kompleks problemlerini oluşturmuştur. Tarih boyunca evren ve insanın evrendeki yeri hakkında bir çok iddiada bulunulmuş ve bu konuda çok çeşitli kabuller ortaya konmuştur.

Eski çağlardan beri gökyüzü ve gök olayları, insanların dikkatini çekmiştir. İlkçağ insanı, gökyüzünü incelemek ve evrendeki olaylar üzerinde bilimsel çalışmalar yapmak için gerekli olanaklara yeterince sahip değildi. Yaşamını çok zor koşullar altında sürdürdüğünden, güvenli ve rahat bir yaşam için öncelikle hayatı zorlaştıran doğa olaylarını anlamak ve onları kontrol etmek zorundaydı. İlk dönemlerden beri insanların gök bilimleriyle ilgilenmesi bu nedenledir. Kısaca ifade etmek gerekirse, astronomi bilimi, yalnızca soyut bilim ve gerçeği öğrenme isteğinden değil, daha çok sosyal gereksinimlerden doğdu.
Babillilerde, Eski Mısır’da, Eski Çin ve Hint uygarlıklarında daha çok günlük ihtiyaçlara yönelik matematik ve astronomi çalışmalarına rastlanmaktadır. Eski Yunan’da Aristo, dünyanın sabit merkez olduğunu; bütün gezegenlerin, yıldızların, Güneş’in ve Ay’ın, dünyanın çevresinde döndüklerini savunuyordu. Ona göre yıldızların ham maddesi ve dünyanın ham maddesi birbirlerinden tamamen farklıydı. Yıldızlar ezelî bir yakıtla yakılmışlardı. Bunlar hem ezelî, hem de ebediydi. Oysa dünya, kusurlu ve eksikti, yıldızlar gibi mükemmel değildi. Daha sonra Batlamyus, Aristo’dan aldığı mirası kullanarak ortaya dünya merkezli astronomik bir model *koydu. Bu modele göre Güneş, Ay ve gezegenler dünyanın etrafında dönüyordu. Batlamyus’un dünya merkezli evren modeli 1500 yılı aşkın bir süre Hıristiyan Kilisesi tarafından da kutsal kitaba uygun olan bir evren görüşü olarak benimsenmişti.
Alıntı ile Cevapla
  #65  
Alt 06-06-2006, 11:01
ŞİA ŞİA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 22 May 2006
Mesajlar: 73
Standart Ali (a.s.)'ın Malik-i Eşter'e yazmış olduğu ahitname.

Ali (a.s.) canlı Kur’an idi.Sizler dini, İslam’ı, Kuran’ı Ali’den öğrenin.Uydurulmuş rivayetlere bakarak İslam’a çamur atmayın.Ali (a.s.)'ın Ateistler hakkında ki görüşünü ise özellikle büyük yazdım.İslam'ı eleştirecekseniz burdan eleştirin.Çünkü biz diyoruz ki Ali yaşayan Kur'an'dı.Eğer Ali'de kusur varsa demek ki İslam'da kusur vardır.


Rahmân ve Rahim Allah adıyla.


Bu, Allah'ın kulu Emir'ül-Müminin Ali'nin, vergisini toplamak, düşmanlarıyla savaşmak, halkını düzene sokmak, şehirlerini onarmak için Hâris'ül-Eşteroğlu Mâlik'i Mısır'a vâli tayin ettiği zaman ona verdiği emir-nâmedir.
Ona, Allah'tan çekinmesini, kullukta bulunmayı seçmesini, kitabında, farzlarına, sünnetlerine dâir emredilenleri yerine getirmesini buyurur; çünkü hiçbir kişi yoktur ki Allah'ın emrettiği şeylere uymasın da kutlu olsun, mutluluk bulsun; onlara uymayan da yoktur ki âsî olmasın, kötülüğe düşmesin. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah kalbiyle, eliyle, diliyle yardım etmesini buyurur; çünkü adı ululandıkça ululansın. Allah dînine yardım edene yardım edeceğini, onu üstün tutana üstünlük vereceğini vaad etmiştir.[1] İsteklere düşünce nefsiyle savaşmasını, onun serkeşliğini giderip zaptetmesini emreder; çünkü "nefis, gerçekten de kötülüğü pek emredicidir. Ancak Allah'ın acıdığı kişi kurtulur ondan." (Yûsuf, 53).


Sonra şunu bil ki ey Mâlik, seni öyle bir yere yollamaktayım ki senden önce oradan adaletle hükmeden, zulümle hüküm yürüten nice devletler gelip geçmiştir. Sen kendinden önceki buyruk sahiplerinin yaptıklarını nasıl görüyor, seyrediyorsan halk da senin yaptığın işleri, senin gibi görecek, seyredecek. Sen onlar hakkında neler diyorsan halk da senin hakkında o çeşit sözler söyleyecek. Allah kullarının dillerine neler ilhâm eder de onları söyletirse, temiz kişiler, o sözlerle gerçeği anlarlar, hükümde bulunurlar.


Kendine temiz işleri zâhire edin, en fazla sevdiğin azık, sence bu olsun. Hevâ ve hevesine hâkim ol, sana helâl olmayan şeyleri yapma; nefsini bunlara meylettirme; nefsini kötülükten alıkoymak, sevdiğin, yahut nefret ettiğin şeylerde ona hakim olmak, ona insafla muâmelede bulun-maktır. Halka merhametle muâmeleyi kendine âdet et; onları sevmeyi, onlara lütfetmeyi huy edin. Onlara karşı yiyeceklerini, içeceklerini ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme.
.[2] Onlar sürçebilirler, kusur ederler; bilerek, yahut yanılarak ellerinden bâzı şeyler çıkabilir.Çünkü halk iki sınıftır: Bir kısmı dinde kardeştir sana, öbür kısmı yaratılışta eştir sanaSenin yaptıklarını Allah'ın bağışlamasını nasıl seviyor, istiyorsan sen de onları bağışla; kusurlarından geç.[3] Çünkü senin mevkiin onlardan üstür; seni bu işe memûr edenin mevkii senin mevkiiden üstün; Allah'sa vâli tayin edenden de üstün; onların işlerini senin emrine vermiş, onlarla seni sınanmaya uğratmış, Allah'la savaşmaya kalkışma sakın; onun azâbından kurtulmana çâre yok; bağışlamasına, merhametine aldırış etmememe de imkân yok.
Halkın kusurlarını bağışlayınca nedâmete düşme; onlara cezâ verince de sevinme; seni yoldan çıkaracak öfkeye kapılıp ceza vermekte tez davranma. Ben onlara buyruk verenim, emrime uyulması gerek demeye kalkışma; çünkü bu gönle gurur verir; dini gevşetir, nimeti bozar gider. Gönlüne böyle bir düşünce geldi mi, gücünün, kuvvetinin üstünde olan Allah'ın gücünü, kuvvetini düşün, onun kudretine karşı aczini gör; bu, baş kaldıran, serkeşlik eden nefsini yatıştırır, kibrini, gururunu giderir, yitip giden aklını başına getirir. Sakın Allah'ın azametiyle boy ölçüşmeye, onun kudretine kendi gücünü kuvvetini benzetmeye girişme; çünkü Allah, her zorbayı hor-hakir eder; her baş çekeni, ululananı alçaltır gider.[4]
Allah'a karşı da insaflı ol, insanlara, ehline ayâline, adamlarından buyruğuna uyanlardan hoşlandıklarına karşı da insafla muâmelede bulun; böyle yapmazsan bil ki zulmetmiş olursun. Allah kullarına zulmedenin düşmanıysa Allah'tır, Allah'la düşmanlığa girişenin delilini Allah batıl kılar, zulümden geçinceye, tövbe edinceye dek de o kişi Allah'la savaşmış olur. Allah'ın nimetlerini bozan, zâil eden, azâbının çarçabuk çatmasına sebep olan şeyler içinde zulümden daha güçlüsü yoktur. Çünkü Allah mazlûmların duâlarını duyar; zâlimlere de çağı gelince azâbını yollar.[5]
Halkın vâliye en ağır gelen sınıfı belâ çağında ona en az yardım eden, adaletten hoşlanmayan, isteklerinde direndikçe direnen, kendilerine ihsanda bulunulduğu zaman en az şükreden, ihsanda bulunulmayınca özrü güç kabûl eyleyen, zamânenin çetinliklerine az dayanan, ileri gelenleridir. Dînin direği olan Müslümanların topluluğuna sebep bulunan, düşmana karşı duranlarıysa halk tabakasıdır; onları sevmelisin; onlara meyletmelisin.
İnsanların ayıplarını görüp gözeten, onları açıp söyleyen kişiler sana en uzak kişiler olsun. Onları kendine yaklaştırma. Çünkü insanlarda ayıp olabilir; vâliyse bunları örtmeye en fazla hakkı olan kişidir. Onların bilmediğin ayıplarını açmaya, öğrenmeye kalkışma; sence bilinenleri, iyiliğe, temizliğe yormaya bak; bilmediklerin hakkındaysa Allah hükmeder. Ayıpları elinden geldikçe ört; buyruğuna uyanların ayıplarını örtmeyi sevdikçe, bu huyla huylandıkça Allah da senin ayıplarını örter, bağışlar.[6]
Halka karşı duyduğun kîni bırak, her suça ceza vermeye kalkma; sence doğru olmayan şeyleri bilmezlikten gel. Halkın kötülüğünü söyleyenlerin sözleri hemencecik gerçek bulma; çünkü halkın kötülüğünü söyleyen kovucu, öğütçülere benzese bile garez sâhibidir.[7]
Nekes kişiyle meşverette bulunma; seni üstünlükten alıkor, ihsandan *men eder, yoksulluğu gösterir sana, seni yoksulluğa sevk eyler. Korkakla danışma; işlerde zaafa düşürür, yapacağın şeyden seni alıkor. Haris kişiyle de danışma; zulümle mal yığmayı güzel gösterir sana. Nekeslik, korkaklık, hırs, ayrı ayrı huylardır ama bunların hepsi birden Allah'a kötü zan meydana getirmede birleşir.
Vezirlerinin en kötüsü, senden önce, kişilere vezirlik edenlerdir; suçta onlarla birlik olanlardır. Bunların yerine reyleri onlar kadar isâbetli geçkin olan, fakat onlar gibi zâlime zulmünde yardımcı, suçluya suçunda ortak olmayan hayırlı kişiler bulabilirsin. Bunların yükü sana daha hafiftir; yardımları sana daha güzeldir; sana besledikleri sevgi daha gerçektir; senden başkalarıyla ülfetleri daha azdır. Yalnızken de bunlarla düş kalk, meclislerinde de bunları bulundur.
Sonra acı bile olsa sana gerçeği söyleyen, Allah'ın dostlarında bulunmasını hoş görmediğin şeylerde sana az müsâade eden kişileri seç; onların sözleri seni gerçeğe götürür, haksızlıktan geri kor. Takvâ ehliyle gerçek kişilerle dost ol; onların seni fazla övmelerine, yapmadığın işleri yapmış göstererek övünmene *sebep olmalarına müsâade etme; çünkü fazla övülme, insanı kibre götürür, faziletten düşürür.
İyilik edenle kötülükte bulunanı, katında bir görme sakın, çünkü onları bir görüş, iyilik edenleri iyilikten vaz geçirir; kötülük edenleri kötülüğe alıştırır; bunlara karşı lâyık oldukları muâmeleyi yap.
Bil ki vâlinin, halka lütufta, ihsanda bulunmasından, işlerini kolaylaştırmasından başka halkın emniyetini celbedecek bir şey olamaz. Onlara lütfeder, aralarında adaletle muâmelede bulunur, işlerini kolaylaştırırsan evvelce yüreklerinde uyanmış bir nefret varsa yok olur, yerini emniyet ve sevi duygusu tutar. Onlara öylesine muâmele et ki, halk senin hakkında güzel bir zanna sâhip olsun. Gerçekten de iyi ve güzel zan, senin ağır yükünü hafifletir; o yükü senin sırtından alır. Şunu da bil ki senin hakkında iyi fikir güden, idârenden memnun olandır, kötü fikir taşıyanda idârenden memnun olmayandır.
Bu ümmetin ileri gelenlerinin, büyüklerinin güttükleri yolu yordamı, halkın alışıp yaptığı, böylece de birbirleriyle uzlaştığı, işlerinin düzene girdiği şeyleri eksiltme. Koyanların ecre, sevâba nâil oldukları eski yolu yordamı bırakıp onlara zarar verecek, yeni âdetler, yeni yollar icâd etmeye girişme; onlardan eksilttiklerinin vebâli sanadır.
İdaren altındaki şehirlerin düzene girmesi, halkın huzûra kavuşması için dâima bilginlerle görüş, bu hususta düşünceli kişilerle danış.
Bil ki halk sınıflara ayrılmıştır. O sınıfların bir kısmı öbür kısmının düzene girmesiyle düzelir, huzûra erer; bir kısmının öbür kısmından müstağni kalmasına imkân yoktur.
Bu sınıflardan biri, Allah ordusudur, askerlerdir; biri umûmi ve hususi işleri düzene sokan kâtiplerdir; biri adaletle hükmeden kadılardır; biri insafla, yumuşaklıkla kullar arasında hükmeden, beytülmal işlerini gören kişilerdir,biri Müslümanların amânına girmiş olan ve cizye veren Kitâp ehlidir, vergi veren Müslümanlardır; biri alış verişle uğraşanlar ve sanat ehli olanlarıdır; bir de ihtiyaç sâhibi olan yok yoksul kişilerdir ki bunlar, bu sınıfların en aşağı tabakasıdır. Bunların hepsinin de adlı adınca Allah katında payı vardır; Kitabında, yahut Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun Peygamberinin sünnetinde haddi konmuş, farzı bildirilmiştir ki bu ahidde, katımızda korunmaktadır.
Askerler, Allah'ın izniyle halkın sığınaklarıdır, vâlilerin ziynetleridir; dînin üstünlüğü, eminlik esenlik yolları onlarla korunur; halk ancak onlarla kalkınır, huzûra kavuşur. Askerler Allah'ın emriyle alınan vergiyle beslenebilirler; düşmanlarına karşı o sâyede güç kuvvet sâhibi olurlar; düzene girmeleri ancak o vergiye dayanılarak olur; neye ihtiyaçları varsa onunla düzene sokulur.
Sonra bu iki sınıf, ancak üçüncü sınıfla, kadılar, zekât ve vergi memurları ve kâtiplerle nizâma girer. Onlar halkın işlerini düzene sokarlar; faydalı şeyleri toplarlar ; ileri gidenlerin de, aşağı olanların da işleri onların sâyesinde emniyete kavuşur.
Bütün bu sınıfların ayakta durmaları, tâcirlerle, sanatkârlarla mümkündür. Onlar halkın muhtaç olduğu şeyleri toparlar; çarşılara, pazarlara dökerler, böylece başka sınıfların yapamayacağı şeyleri yaparlar.
Sonra ihtiyâcı olan, yokluk içinde bulunan, aşağı tabaka gelir. Bunları görüp gözetmek, bunlara yardım etmek gerektir. Allah katında bu sınıfların hepsinin de genişliği vardır, hepsinin de yeri vardır; ihtiyaçlarının giderilmesi, hallerinin düzene sokulması icâb eder. Bu da vâlinin vazifesidir. Vâlinin, Allah'ın emirlerini gereği gibi yapar, halkın düzenine çalışır, çabalarken Allah'tan yardım dilemesi, hakka riâyet etmesi, bu işler kendisine hafif gelsin, ağır gelsin dayanması gerektir.
Orduna sence Allah için, Rasûlü için ve İmâmı için en fazla öğüt verenlerinden, emanet ve iffet bakımından en temiz olanlarından, hilimde en üstün bulunanlarından kumandanlar seç. Bunları, öfkelendiği zaman öfkesini yenen, cezâ vermekten acele etmeyen, özrü kabûl eden, zayıfları esirgeyen, kuvvetlilere karşı gevşemeyen kişilerden seçip tayin et; bunlar ne zora başvuranlardan olsun, ne zaafa düşenlerden.
Sonra toplumun soy-boy *bakımından şereflilerinden, temiz ev bark sâhibi olanlarından, geçmişlerinde iyilik bulunanlarından, savaşlarda yiğit davrananlarından, cömertlerinden asker al. Çünkü bunlarda yücelik, büyüklük huyları toplanmıştır. İyiliğin, adamlığın dalları budaklarıdır bunlar. Sonra da babaların oğullarını görüp gözetmesi, esirgemesi gibi onların işlerini gör gözet, araştır; onlara ettiğin iyilik ve ihsan gözünde büyümesin; onlara verdiğin şey az bile olsa aşağı görünmesin sana. Çünkü bu ihsan, sana öğüt vermelerine, seni iyi bilmelerine, tanımalarına vesiledir. Onların büyük işlerini göreceğim diye küçük ehemmiyetsiz işlerinde ihmâl gösterme. Az bir lütfün bile bir yerde işe yarar, ondan faydalanırlar; çoğunun da yeri var; ondan da müstağnî kalamazlar. Askerine en çok yardım edenleri kendilerine istihkaklarını, erzaklarını tam olarak verenleri, yurdu korumak için şehirlerde kalanlarla savaşa gidenlerin ailelerinin ihtiyaçlarını giderenleri, kumandanlarının sence en itibar görenleri olmalı; onlara öylesine muâmelede bulunmalısın ki düşmanla savaşta hepsinin de derdi, fikri bir olsun. Onları esirgemen, kalplerinin sana meyletmesine sebep olur.
Vâlilerin gözlerini aydınlatan işlerin en üstünü şehirlerde, dosdoğru olarak adaleti yaymak, halk arasında sevginin belirmesine sebep olmaktır. Onların sevgileri de, ancak gönüllerinin huzûra ermesiyle mümkün olur. Öğütlerinin doğruluğu ancak vâlilerinin hizmet müddetinin sona ermemesini istemeleriyle, idâresi kendilerine ağır gelmemesiyle, bir ayak önce gitmesini dilememeleriyle imkân bulur. Halkın dileklerini yerine getir, iyilerini öv, çektikleri zahmetleri say dök; çünkü güzel huylarını fazla anış, onların yiğitliklerini artırır; onları sevindirir. Allah dilerse iyilikte geri kalanları da o yola sevk eder, iyileştirir.
Sonra herkesin, sınanan, bilinen derecesini tanı; birinin çektiği zahmeti başkasına mal etme; onun yerine başkasını övme; herkese noksansız olarak hakkını ver; herkesin hakkını tanı. Birisinin büyük oluşu yaptığı, başardığı iş küçük bir işse, büyük görmene, gene birinin yaptığı iş büyükse, fakat kendisi düşkünse o işi küçük görmene sebep olmasın.
Büyük ve çetin işlerde, sana şüpheli görünen hususlarda Allah'a ve Rasûlü'ne başvurur. Yüce Allah irşâd etmeyi takdir buyurduğu topluma "Ey inananlar, Allah'a Peygamber'e ve içinizden emredecek kudret ve liyakate sâhip olanlara itâat edin. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bir şeyde ihtilâfa düştünüz mü o hususta, Allah'a ve Peygamber'e müracaat edin" buyurmuştur (Nisâ, 59). Allah'a baş vurmak, onun Kitabının muhkem emrine uymak, Rasûle başvurmak da onun reyde aykırılığı mucib olmayan apaçık sünnetine tâbi olmaktır.[8]
Halka hüküm verecek kişileri, sence idâresine memur olduğun kişilerin en üstünlerinden seç. Öyle ki işler onları daraltmasın, birbirlerine hasım olanlar, onlara üst gelmesin, ayakları sürçüp yanlış bir işe düşmesinler; bilmezken sonra bilip, anlamazken sonra anlayıp hakkı yerine getirmediklerine nâdim olmasınlar; kendilerini zanna kaptırmasınlar, azacık bir anlayışla hükmün sonunu araştırmaktan kalmasınlar; şüpheli işlerde hüküm verirken düşünsünler, dayansınlar; apaçık delillere uysunlar; hasmın mürâcaati onları sıkmasın, gönüllerini daraltmasın; işleri iyice açıp yayıp anlayışta en sabırlı kişiler, hak meydana çıkınca da en kesin hükmü verenler olsunlar; övülmede ileri gidiş onları kibre sevk etmesin; aldatışa kapılmasınlar; bu çeşit kişiler de pek azdır.[9] Sonra onların hükümlerinden de haberdâr olmaya fazlasıyla çalış; hâkimin geçimini fazlasıyla temin et; halka ihtiyâcını azalt. Sana yakın olanlara karşı küçük görünmemeleri, halkın dedikodusundan emin olmaları, hîleye kapılmamaları için onlara, katında yüksek bir mevki sağla. Bilhassa buna çok dikkat et; çünkü bu din, kötü kişilerin ellerine tutsak düştü; onunla hevâ ve havese uyuldu; onunla dünyâ dilenir oldu.
Sonra vergi ve zekât memurlarına dikkat et. Onları sınadıktan sonra tayin et; onları şahsî bir meyille ve rasgele tayin etme; çünkü bu iki şey cevir ve hıyânet kollarının bir araya toplanmasına sebep olur. Bunları temiz âilelerden, İslâm'a eskiden girmiş olanlardan tecrübe ve utanç sahibi kişilerden seç; çünkü onlar, ahlâkça en üstün namusça en doğru, garezlerden en kurtulmuş, tamahları en az, işlerin sonuçlarını dikkatte en fazla gayretli kişilerdir. Sonra da onların rızıklarını bol bol ver. Çünkü bu nefislerini düzeltmeye kuvvet verir onlara. Müslümanların elleri altında bulunan malları yemekten alıkor onları. Aynı zamanda, emrine uymazlar, emanetine hıyânette bulunurlarsa bu, onların aleyhine de delil olur sana. Sonra işlerini teftiş et, onlara gerçek ve vefâlı gözcüler gönder; hâllerini, işlerini görüp, anlayıp sana bildirsinler. Çünkü onların haberleri olmadan senin onlardan haberdar olman, onların emin bir sûrette iş görmelerine, halka yumuşaklıkla muâmele etmelerine sebep olur. Onların içinde zâlimlere yardım edenler varsa onlardan korun. Onlardan biri, vazifesinde hıyânet eder de gözcülerin verdikleri haber onun aleyhinde olur, hepsinin de verdiği haber aynı bulunursa bu tanık olarak yeter sana. Artık ona bedenî cezâyı verebilir, yaptığına karşılık onu suçlu tutar, onu aşağılık bir derkeye düşürür, onu hıyânet dağıyla dağlar, töhmet zincirini boynuna takarsın.
Vergi işini de araştır, memurlarını ahvâlini düzene koy, çünkü vergi işinin ve vergi memurlarının düzene girmesi, onlardan başkalarının da düzene girmesi demektir. Onlardan başkaları ancak onların düzeniyle düzene girebilir. Çünkü insanların hepsi de verginin ve vergi memurlarının ehlidir, ayâlidir. Ancak vergi toplamaktan ziyâde memleketin kalkınmasına dikkat etmelisin; çünkü vergi memleket kalkındıkça toplanabilir. Memleket kalkınmadıkça mâmur bir hâle gelmedikçe vergi isteyen, şehirleri yıkar gider, kullarıysa helâk eder; öyle bir buyruk sâhibinin işi, idâresi pek az bir müddet sürür. Vergi verenler, verginin ağırlığından, yahut vergi verecekleri şeylere bir âfet geldiğinden, yahut içecekleri, sulayacakları suyun kesildiğinden, yahut bir bendin yıkılıp arâzîyi su bastığından, toprağın kaydığından, yahut da mahsûlün mahvolduğundan şikâyet ederlerse hallerini düzene sokacak bir derecede vergilerini azaltman gerektir. Bu sana güç gelmeli. Çünkü bu yardımla, bu kolaylık göstermenle halk refâha kavuşur, ülke de mâmur olur; bu takdirde senin idâren bezenir; ayrıca da halkı adaletle idâre ettiğin için onların saygısını, sevgisini kazanmış olursun; refahlarına hizmet ettiğin, adaletle muâmelede bulunduğun, onları kuvvetlendirdiğin için gerekince bu kuvvete de dayanabilirsin; onları esirgeyişin, haklarında adaletle muâmele edişin, onlara yumuşak davranışın da buna sebep olur. Öyle bir ân olur, öyle bir çağ gelir çatar ki onlara baş vurman gerekir; onlar da dileğini seve seve kabûl ederler; istediğini yerine getirirler; çünkü ülkede vücuda gelen mâmurluk ve servet, onlara yükleyeceğin yükü çekmelerine kuvvet verir.
Bir yarin harâp olması oradaki halkın yoksul düşmesin-den ileri gelir; oradaki halkın yoksulluğuysa vâlilerin, kendilerine mal yığmalarından, vâlilikte kalacaklarına emin olmamalarından, ibret alınacak şeylerden az ibret almalarındandır.
Sonra kâtiplerini de teftiş et; onların da hallerine dikkat et; işlerine, onların hayırlılarını tayin et. Düşmanlara karşı kullanacağın düzenleri, gizli tuttuğun şeyleri, kendini büyük gören, bu yüzden de topluluğun önünde sana karşı durmaya cür'et eden kişilere değil, temiz ve iyi huylu olanlarına yazdır. Memurlarından gelen mektupları sana sunmakta gaflet etmemeleri, senden aldıkları emri, aldıkları gibi bildirmeleri, bir ahde gireceğin vakit şartları gevşek, zayıf bırakmamaları, gerekirse o ahdi bozmakta aciz göstermemeleri, şartları ona göre koşmaları, işleri başarırken de hadlerini bilmeleri gerektir. Kendi haddini bilmeyen kişi başkasının haddini hiç bilmez.
Sonra onları, kendi anlayışına güvenerek, onlara meyline uyup haklarında iyi bir zan besleyerek tâyîn etme; çünkü insanlar, yapmacıklara baş vurarak, güzel hizmetler göstererek kendilerini vâliye iyi tanıtırlar; oysa ki yapmacık hareketlerin ötesinde ne öğüt vermeyi bilirler, ne emanete riâyet etmeyi. Senden önceki temiz kişilerin seçtikleri kişilere bak, sen de onları seç, halka en güzel muâmelede bulunmalarını, en fazla emanete riâyetle tanınmış olanlarını iş başına getir; bu, Allah'a karşı özü doğru olduğunu, işlerine memur olduğun kişilere de hayırlı bulunduğunu ispât eder.
Her işin başına en büyüğü kendine üç gelmeyecek, işlerin çokluğu, onu şaşırtmayacak kişileri geçir. Kâtiplerinden birinde bir ayıp görür de aldırmazsan o ayıpla da sen ayıplanırsın, sonra cevap da veremezsin.
Bir de tâcirleri, sanat ve zanaat erbâbını tavsiye ederim sana; onlara karşı hayırlı ol. Onların bir kısmı oturdukları yerlerde ticaretle meşgul olur. Bir kısmıysa bir yerden bir yere gider, mal götürüp getirir; bir başka bölüğü de halkın muhtâç olduğu şeyleri ellerinin emekleriyle hazırlar. bunlara hayırla muâmelede bulun; çünkü onlar faydalı kişilerdir. Gereken şeyleri uzun yollar aşarak, beller geçerek, ülkendeki karalarda, denizlerde, düzlüklerde, dağlıklarda gezerek alırlar, getirirler; oysa halkın o şeylerin bulunduğu yerlere gitmesine ne imkân vardır, ne de gücü yeter. Onlar düzene bağlıdırlar, isyanlarından korkulmaz; barış adamlarıdır, gailelerinden ürkülmez. Bulunduğun yerde de onların işlerini gör gözet, uzak, yakın şehirlerde de hâllerini izle, dikkat et, bir zulme uğratma onları. Ama şunu da bil ki, bütün bunlarla beraber, bunların çoğunda aşırı bir hırs, kötü bir nekeslik, bencillik, faydalı şeyleri gizleyip, saklayıp azalınca değerinden fazla satma gayreti, menfaat düşkünlüğü vardır; ellerinde bulunanları bildikleri gibi satmak isterler; buysa halkın zararına sebep olduğu gibi vâlilere de buna göz yummak ayıptır, noksandır. İhtikârı men et; çünkü Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun Rasûlullah da men etmiştir. Alış veriş, güzel sûrette, adalet terazilerine uygun olarak, bir narh konarak yapılsın; iki taraf da, satan da zarar etmesin, alan da. Sen ihtikârı nehyettikten sonra onu yapmaya kalkışan olursa cezâlandır, fakat cezada pek de ileri gitme.[10]
Sonra Allah için, Allah için aşağı tabakayı gör gözet. Onlar başvuracakları bir düzen bulamayan, yok yoksul, muhtaç, darlıkla bunalmış, dertlere karmış, kazançtan âciz kalmış kişilerdir. Bu sınıf içinde dilenenler olduğu gibi bir şey umup bekleyenler, fakat kimseden bir şey istemeyenler de vardır,[11] Onların hakkına dâir Allah'ın sana emrettiği şeyi Allah için olsun, koru. Onlara, memur olduğun beytülmâlden, her şehirde, Müslümanların ganimet olarak elde ettikleri ve devlete ait olan arâzînin gelirinden, ekininden bir pay ayır. Bulunduğun şehirde, o şehre yakın yerlerde olanlarıyla uzaklarda bulunanları aynı hükme tâbidir; onların her biri hakkına riâyet etmeni ister. Nimetler içinde bulunuşun, ehemmiyetli işlere dalışın, onları unutturmasın sana; ehemmiyetli işlere bakman, küçük sayılan işlere bakmayışına bir mâzeret olamaz; böyle bir özürde kabûl olunamaz. Unutturmasın sana onları ehemmiyetli işlere dalman; yüzünü çevirme onlardan. Onların gözlere hor görünenlerini, insanlar tarafından aşağı sayılanlarını, fakat sana gelip hâllerini anlatamayanlarını sen ara, bul. Onları bulmak, hâllerini sorup anlamak için Allah'tan korkan, ona karşı ululanmayan güvendiğin kişiler yolla; onların hâllerini sana bildirsinler. Sonra haklarında öylesine harekette bulun ki Allah'a ulaştığın gün onlar hakkında özürler getirmeye kalkışmayasın. Çünkü bunlar, halk içinde başkalarından daha fazla insafa lâyık kişilerdir. Bütün bu sınıfların haklarını vermeye gayret et, bilmeyerek hakkına riâyet etmediklerin için de Allah'tan bağışlanmanı dile.
Yetimlerden, kocalmış kişilerden bir düzene baş vuramayanları, kimseden bir şey dilemeyenleri gör gözet. Bu, vâlilere ağır bir yüktür. Fakat hakkın hepsi de ağırdır. Ancak Allah, hayırlı bir sonuca varmalarını isteyip ona dayananlara, vaad ettiğini gerçek bilip inananlara o yükü hafifletir.
Zamanın bir kısmını ihtiyaç sahiplerine hasret, onların hepsini huzuruna al, otur, onlarla görüş. O mecliste seni yaratan Allah'a karşı gönül alçaklığını takın. Askerinden, yardımcılarından, koruyucularından, zaptiye erkânından hiç kimse onları korkutmasın; onlara mâni olmasın, onlar da seninle yüzyüze korkmadan, çekinmeden konuşsunlar. Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın bir yerde değil, birçok yerde "Zayıfın kokup çekinerek, dili dolaşarak söz söylemeye çalıştığı, fakat kuvvetliden hakkını alamadığı toplum ne temizliğe ulaşır, ne kutluluğa kavuşur" buyurduğunu duymuşumdur; onların sert konuşmalarına, söz söylerken ağır lâflar edenlerine tahammül et; daralmayı, onlarla görüşmekten çekinip utanmayı bırak da Allah bu yüzden sana rahmetlerini yaysın; ona itâatin yüzünden sevaplar versin. İhsanda bulunduğun zaman minnet yükleyerek verme ki, verdiğin, alana sinsin; vermediğin zaman da güzellikle özürler getirerek verme ki almayan, hiç olmazsa sevinsin.[12]
Bâzı işler de vardır ki bizzat senin yapman gerektir. Bunların biri, kâtiplerinin yazmakta aciz gösterdikleri hususlarda memurlarına senin cevap vermendir. Biri de halkın ihtiyacı sana hangi gün arzedilirse hemen o gün o ihtiyaçları gidermendir ki bu, olabilir ki yardımcılarını sıkar; vaktinde yapmazlar bu işi. Her günün işini o gün gör. Çünkü her gün yapılacak bir iş vardır.
Vakitlerinin en üstününü, en fazlasını seninle Allah arasındaki kulluğa hasret. Fakat halka sarf ettiğin vakitlerin de hepsi, işlerde niyetin temiz oldu mu, halk bu yüzden esenliğe erişti mi Allah'a ait olur, ona kulluk sayılır.[13]
Allah için dînini hâlis kılan farzlara bilhassa dikkat et. Gecende gündüzünde bedenî ibâdetlerini onlarla Allah'a yaklaşmak kastıyla kusur etmeden, riyâya düşmeden nasıl gerekse o çeşit yerine getir. Halka namaz kıldırdığın zaman namazı uzatıp onları usandırmadan, tez, fakat erkânını yitirmeden kıldır; çünkü halk içinde hasta olan vardır, işi-gücü olan vardır. Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun, bene Yemen'e gönderdiği zaman Rasûlullah'a, onlara nasıl namaz kıldırayım diye sordum. En zayıfının kıldığı namaz gibi kıldır, inananlara karşı merhametli davran buyurdular.[14]
Bütün bunlardan sonra derim ki: Buyruğunun altında bulunanlara uzun müddet görünmez olma; çünkü vâlilerin halka görünmemeleri darlıktan bir kısımdır; halkı sıkar; vâlilerin idâre işlerinde az bilgili olduklarına delâlet eder. Onlara görünmemek, onların birçok şeyleri öğrenmelerine de engel olur; onlarca büyük şeyler küçük görünür, küçük şeylerse gözlerinde büyür; güzel ve iyi, çirkin görünür onlara; çirkinse güzelliğe bürünür; hakla batıl birbirine karışır gider. Vâli de bir insandır ancak; halkla görüşmedikçe onların hâllerini bilemez. Kendisinden gizli kalanları göremez. Gerçeğin apaçık alâmetleri yoktur ki bunlarla doğru, yalandan ayrılsın. Sen iki kişiden birisin ancak: Birisi mutlâka hakkı yerine getirir, herkese hakkını verir; gereken hakkı verdikten, iyi iş gördükten sonra neden gizleneceksin? Öbürü, vermemeyi, hakkı edâ etmemeyi âdet edinmiştir; halk senden ümit kestikten sonra hemencecik el çeker senden, ne diye onlara görünmeyeceksin? Oysa ki halkın sana zahmet vermeyen şikâyetlerinin çoğu, ya bir zulme uğradığındandır, yahut muâmelede insaf ve adalet isteğindendir.
Sonra vâlinin bâzı adamları da bulunabilir ki onlar, kendi reyleriyle hareket ederler; zulümde bulunurlar; insafları azdır; muâmelelerinde adaleti gözetmezler; bütün bunların sebeplerini kesip ortadan kaldırarak şerlerini insanlardan gider. Yakınlarına, yanında bulunanlara arâzi verme ki bâzı yerleri, bâzı tarlaları elde etmek tamahına düşmesinler; aksi halde oradaki köye zarar gelir; bu işin, bir ırmaktan su almak ihtiyâcında bulunanlara zararı dokunur; o sudan faydalanmak, o yerden fayda sağlamak isteyenlere arâziye sâhip çıkanlar zulmederler; *bunun faydası başkasına düşer, vebâliyse vâlinin boynuna yüklenir; oralardan, verdiğin kişiler faydalanırlar, ayıbıysa dünyâda da sana düşer, âhirette de sana.[15] Yakın olsun, uzak olsun, kime gerekse hakkını ver; bu hususta sabırlı ol, ecrini Allah'tan iste; akraban ve yakın adamların bile olsa haktan ayrılma; işin sonunu düşün; isterse sana ağır gelsin bu iş, hayırlı olduğu sence mâlûmsa yapmaktan çekinme; hakkını yerine getir. Halk bir işte zulüm var zannına düşer, sana hayıflanırsa aslını anlatarak, özürler getirerek zanlarını değiştir; bu sûretle sen adaletle iş görmüş olursun, buyruğun altındakilere de yumuşaklıkla muâmele etmiş bulunursun. Özür getirmekle sen hakka riâyet eder, murâdına erersin, halk da doğruyu anlar, işin aslını bilir.
Düşmanın, seninle barışmak isterse reddetme. Barışta Allah'ın rızası var, orduna huzur ve istirahat ver, sen de sıkıntılarından kurtulmuş olursun; şehirlerinse eminliğe kavuşmuş olur.[16] Ama barıştıktan sonra düşmanından sakın da sıkın; çünkü çok kere düşman yaklaşır, gafil olmanı bekler. Şu halde ihtiyatla hareket et, bu hususta iyi bir zanna düşmeyi töhmet altına al. Seninle düşmanının arasını bir bağla bağladın, onunla bir muâhedeye vardın, yahut da ona aman elbisesini giydirdin mi ahdine vefâ et; verdiğin amana riâyet et; nefsini, ona verdiğin söze, ahde kalkan yap. Çünkü dilekleri birbirine aykırı, reyleri darmadağın ve çeşit çeşit olduğu hâlde insanların Allah'ın farz ettiği şeylerde hepsi de ahde vefâ etmeyi ululadıkları gibi ululadıkları bir farz yoktur. Hattâ Müslümanlar şöyle dursun, müşrikler bile bunu gerekli saymışlar, buna riâyet etmişler, ahitte, amanda durmamanın ne zararlar vereceğini bilmişlerdir. Verdiğin amana gadretme; ahdini bozma, hıyânette bulunarak düşmanını aldatma, çünkü Allah'a karşı böyle bir cür'ette bulunan, çok kötü, çok ziyankâr bir bilgisizdir ancak. Allah, ahdini, amanını kulları arasında bir rahmet olarak yaymıştır ki o, bir emniyettir, herkes orda esenleşir; bir haremdir, herkes ona sığınır; bölük bölük herkes onun civârına koşar gider. Onu bozmak, ona hıyânet etmek, ona hîle katmak olamaz. Bahânelerle bozulacak ahde girme, pekiştirdikten sonra yorumlara güvenme; Allah adına verdiğin ahdi bozmaya, haksız olarak ondan dönmeye kalkışma; genişlemesi umulan, sonunda üstünlük bekleyen darlığa dayanman, günahından korkacağın gadirden hayırlıdır; bozarsan Allah'ın gazabı gelip çatar sana; ne dünyada berhudar olursun, ne âhiretinde.
Sakın haksız olarak kan dökmekten, çünkü azâba sebep olan, suç bakımından ondan daha büyük bulunan, nimetin zevâline, devletin yitmesine sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur ki haksız olarak kan dökmekle kıyaslanabilsin. Kan dökenlerin hesâbını kıyâmet gününde bizzat noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah görecek, azaplarını o verecektir.[17] Harâm olarak kan dökmekle gücünü kuvvetini çoğaltmaya kalkışma; çünkü bu gücü kuvveti zayıflatır, hatta yok eder gider. Bilerek kan dökme husûsunda ne Allah katında bir özrün kabûl edilir, ne benim katımda. Çünkü cezâsı kısastır bunun. Yanlışlıkla kamçın, yahut kılıcın, yahut da elin bir kötülüğe sebep olursa, kudretine güvenip ululanarak, öldürülen kişinin velilerine, onun diyetini vermekten kaçınma.
Kendini beğenmekten, seni ululuğa sevk eden şeylere uyup güvenmekten, övülmeyi istemekten çekin; çünkü bunlar, ihsan sâhiplerinin ihsanlarını yok etmek, ecirlerini mahveylemek için Şeytanın göz attığı fırsata yol açan şeylerdir.
İdârene tâbi olanlara ihsanda bulununca da onları *minnet altında bırakmaya, ihsanını başlarına kakmaya kalkışma. Yaptığını çok görmekten de çekin. Vaadedince ve vaadinden dönme. Başa kakmak, ihsanı yok eder; yapılan iyiliği çok görmek, büyük saymak, gerçeğin ışığını söndürür; vaatten dönüş, Allah'ın gazabını, halkın nefretini mucib olur; Yüce Allah, "Allah katında en beğenilmeyen şey yapmayacağınız şeyi söylemenizdir" buyurur.(Saf, 3)
Zamânı gelmeden işlerde aceleye düşme. Yapmak imkânı olunca da o işte ihmâl etme; doğruluğu sence belli olmayan işe girişme, ama doğruluğu açıkça belli olan işi de savsaklama. Her işi yerinde yap, her işi yerinde işle.
Herkesle bir ve eşit olduğun şeylerde kendi payını çoğaltmaya kalkışma; herkesin gözettiği şeylerde gaflete düşme; çünkü sen, başkalarına da örneksin. Az bir zaman sonra işleri örten perdeler açılır, mazlûmun hakkı da senden alınır.[18]
Öfkeni yen, kendine sâhip ol. Elini, dilini gözet. Bütün bu hâllerde hemencecik cezâ vermekten çekin; cezâyı geriye at, öfken yatışıncaya dek elini, dilini gözet. Bu söylediklerimi âhireti anarak, Rabbine ulaşacağına inanarak derdini, gussanı çoğaltmadıkça da yapamazsın.
Sana, senden önce, adaletle hüküm sürenleri, yahut üstün yol yordamları, Allah'ın salâtı o'na ve soyuna olsun, Peygamberimizin eserini, yahut da Allah Kitabındaki farzları anmak, bizim bunları anıp düşünerek nasıl hareket ettiğimizi görmek, bu ahit-nâmemden sana verdiğim buyruklara uymaya kendini zorlamak gerektir; nefsine uymak husûsunda bir gevşeklik göstermemen için bu kadar delil gösterdim sana.
Ve ben, benim ve senin, kulların en güzel anışlarına iyi ve yerinde övüşlerine mazhar olmamızı, şehirlerde iyi ve güzel eserler bırakmamızı, nimetin,hakkımızda tam ve olgun olarak, lütuf ve ihsanın kat kat fazlasıyla verilmesini, benim de, senin de ömrümüzün kutlulukla ve şehit olarak tamamlanmasını Allah'ın bol ve sayısız rahmetine, pek büyük kudretine, her dilenen şeyi lütfedip vermesine sığınarak niyâz etmekteyim ve biz, gerçekten Allah'ın rızasını istemekteyiz. Selâm Rasûlullah'a; Allah'ın salâtı ve selâmı o'na ve *tertemiz soyuna olsun.[19]
34
Alıntı ile Cevapla
  #66  
Alt 19-06-2006, 20:24
ŞİA ŞİA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 22 May 2006
Mesajlar: 73
Standart Hazreti Muhammed (sallahu aleyhi ve alihi vesellem)

Ali (a.s.), Peygamberin eli ile büyütülen, ömrü boyunca peygamberden ayrılmayan, peygamberi yıkayan, defneden, peygamber için canını satan, savaşların en şiddetli hallerinde dahi peygamberin yanından bir an olsun ayrılmayan, peygamberin kardeşi olarak nitelenen, Allah'ın arslanıdır. Ali şu manada der ki, ben bir *yavru *devenin, annesini takip ettiği gibi peygamberi takip ettim. Peygamberi Ali'den daha iyi kim tanır? Turan Dursun'mu tanır, yoksa bu sitede Peygamber adına yazı yazan şahıslar mı? Peygamberi Ali'den başka kim hakkıyla tanır.Her insan bilir ki, bir kişiyi en iyi, ailesi bilir.Evin içindekileri, evin dışındakiler değil, evin içindekiler bilir.O halde Peygamberi, turan dursun'dan veya diğerlerinden değil, Ali (a.s.)'dan tanıyın.

Ali (a.s.) buyuruyor ki:

Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla huylan; çünkü O'nda uyulacak huylar, yaslanacak kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah'a en sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, O'nun izini izleyen kişidir.

O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en zayıfıydı bedence; karnı en açıydı yemek bakımından. Dünya ona arzedildi, O kabûl etmedi bile. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın buğzettiği şeyi bildi, ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiç bir ayıp olmasa da yalnız Allah'ın Rasûlünün buğzettiğini sevsek, Allah'ın ve Râsûlünün küçülttüğünü büyültsek, Allah'a karşı durmak, Allah'ın emrinden çıkmak için bu yeter bize.

Yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakka-bısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı; eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı.

Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu görmek ister, ne adının anılmasını diler. Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışken; Rasûlullah, dostlarıyla beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence.

Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle görmesi gerek: Allah Muhammed'e (s.a.a) bu çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti, yoksa onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu Allah'a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse bilinmesi gerektir ki dünyayı O'nun için yayıp döşediği halde O'na ve O'na en yakın olanlara, dünyayı hor hakir göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan kişinin de O'nun izini izlemesi, O'nun konduğu yere konması gerekir, yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.

Gerçekten de Allah, Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, kıyâmete bir delil, cennete müjdeci, azaptan korkutucu olarak gönderdi; O'ysa dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; âhirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üstüne koymadan yolunu tuttu, Rabbinin dâvetine icâbet etti. Allah bize ne büyük bir lütufta bulunmuştur ki Onu bize muktedâ olarak gönder-miştir; O'nun izini izlemekteyiz; yolunda gitmekteyiz.

Andolsun Allah'a ki şu yünden dokunmuş abamı kendim yamadım; yamattığım kişiden utandım artık; çünkü bana bu kadar yamadan sonra hâlâ mı giyeceksin, atmayacak mısın artık bunu dedi. Ben de, uzaklaş benden dedim ona; sabah olup gün ışıyınca halk, gece yol alanları över.[2]
Alıntı ile Cevapla
  #67  
Alt 06-08-2006, 16:29
hazretikömürcü hazretikömürcü isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 31 Jul 2006
Bulunduğu yer: İzmir
Mesajlar: 100
hazretikömürcü - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart Din ve Üretim

Tüketimi de artırır. Hacca giden hacılarımız milyonlarca milyonları Arap kumlarına gömdüklerinin ne kadar farkındadırlar. Onları götürüp getiren araçların yıpranması, havayı kirletmesi, gürültüleri, oksijen gazı tüketmeleri, yolculuk yapanların hiçbir şey yapmadan üretimsiz oluşları v.b..
Şuna emin olun ki, Araplar, Türkler’in çok az malını tüketiyorlar. Türkler’in kalkınmasını istemiyorlar mı? Halbuki biz onlara, hacılarımız aracılığıyla hatırı sayılır paralar veriyoruz. Hiç olmazsa bunlarla alamazlar mı? Acaba Arabistan’da ve Türkiye’deki ‘din kardeşler’ bunun bilincinde midirler? Sanmıyorum.

Bir Anadolu köyü düşünün. Bu köyde bir çocuk düşüp yaralandı. Köyde hastane, ambulans, doktoru boş verin, araç yok. Bir at arabası ile baba çocuğunu kasabanın doktoruna zor yetiştirir. Kapıda, ‘NAMAZDAYIM BEKLEYİN! yazısı var. Çocuk kan kaybediyor. *Baba, hasat zamanıdır ve işini yarım bırakmıştır. *Bu iş kaybının ülke ekonomisine zararını, aileye zararını da boş verelim. Nasıl olsa rızkı Allah veriyor. Çocuğun yerinde olmayı da boş verin, *babanın yerinde olunuz: Çocuk kucağınızda, acı çekiyor. Kapıdaki yazıyı bir kez daha okuyunuz. * Yorumu size bırakıyorum.

Bu gün tüm dünyadaki tapınakların (tarihsel değerleri olanlar dışında) kapladıkları alanları bir düşünün, bu alanlarda meyve, sebze yetiştirildiğini düşünelim. Bunlara harcanan emekleri de boş verelim. Bunların içinde hiçbir üretimde bulunmayanların kaybettikleri zamanın hesabını yapmıyorum.
hazretikömürcü
Alıntı ile Cevapla
  #68  
Alt 06-08-2006, 18:20
hazretikömürcü hazretikömürcü isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 31 Jul 2006
Bulunduğu yer: İzmir
Mesajlar: 100
hazretikömürcü - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart Kabile Anayasaları

KUTSAL KİTAPLAR (KABİLE ANAYASALARI)

Bir insan kutsal bilinin kitapları okurken; bunlar gerçekten Tanrı tarafından gönderilen, yazılan, kalan ve korunması garanti altına alınmış olup, olmadığına inanmanın yanında; bir de ya bu kitaplar bizim gibi insanlar tarafından yazılmış, inanılmış olabileceğini de hesaba katmamız gerekir. Bu mutlaka böyle olmalıdır. Yok, eğer biz, bu kitapları okurken bu kuşkularımız olmazsa; Tanrı bizden şu şekilde hesap soramaz mı; ‘ey kulum, ben kitap gönderseydim, bir kere bu benim kitabım; insanların kitapları gibi olmazdı. Taşlara, derilere v.b gibi dünyada olan şeylere değil; benim yarattığım, dünyada olmayan, elmastan daha değerli, daha sert ve sizin çözemeyeceğiniz bir madde üzerinde sürekli ışık verebilecek yazılarım olurdu. Ve bu yazılarda bizlere yol gösterecek birçok bilimsel yazılar olduğu gibi, gelecekten de bilgiler içerir, hiçbir çelişki ve tutarsızlık bulunmazdı. Ve bütün kullar benim olduğu için, kullarım arasında en küçük bir ayrım yapmadan, herkesin anlayabileceği bir dille, her kuluma da mutlaka bir kitap gönderirdim. “Ben size boşuna mı akıl verdim, siz bunları nasıl düşünemezsiniz?” dese biz ne yanıt verebiliriz?
Bizim konularımızın neredeyse tamamı kutsal kitaplar, -daha doğrusu, kutsal bilinen kitaplar- ve yaşamın –bilimsel yaşamın- bize anlattıklarının bir karşılaştırması veya yorumudur.
Göreceksiniz ki bizim din profesörlerimizin en basit bir ayrıntıyı bile fark edemeyecek kadar akılları kördür. Bunu izleyen satırlarda siz de fark edeceksiniz. Öylesine kördürler ki; bırakın önünde okudukları kitabı, yarını bile göremezler. Nedeni ise oldukça basit: Tüm ömürlerini kutsal kitaplarda mucize arayarak geçirmişlerdir. Ne yazık ki; en küçük ve işe yarayacak bir şey bulamamışlardır. ‘Peki, neden profesörlük yapmaya devam ediyorlar?’ Diye sorarsanız; onun da yanıtı basit: Para kazanıyorlar ve profesörlük unvanıyla yaşıyorlar. Ne yazık ki onların cennetlerinde para ve unvan geçmez.
Tanrı sözlerinin yazıldığı kitaplar kutsaldır. Tanrı sözlerinde tutarsızlık, çelişki, hakaret ve benzeri gibi sözler bulunamaz. *Eğer, bunlardan bir tek tane bile olursa; böyle bir kitabın hiçbir kutsallığı kalmaz, kalamaz. Kuran Nisa “Hala Kuran’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı” Tanrı bu ayetinde, her şeyi bildiği halde soru sormasından başka; kitabında çelişkiler (tutarsızlıklar) bulabileceğimizi bize açıkça bildiriyor. Demek ki geriye, bizim bu çelişkileri bulmamız kalıyor. Ayrıca Muhammed. 24. ayetinde de, “Onlar Kuran’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” diye de bizim, beynimizle değil de, kalplerimizle düşündüğümüzü anlatıyor. Demek ki; ayetlerini kesinlikle anlamamızı istiyor. Bizler bu kitapları; tarafsız, akılcı gözle okumalıyız. Eğer okumazsak, Tanrı bizlerden hesap sorar. Tanrı bu kitaplarında bizlere bir şeyler anlatsın diye göndermiştir. *Bu kutsal kitaplar gelecekle ilgili bilgiler de içermelidir. Başka bir deyişle; uzak veya yakın gelecekteki olayları da bizlere bildirmiş olmalıdır. Bu böyle olunca da, mutlaka bizim anlayabileceğimi şekilde ve dilde olmalı. Yok, eğer, anlattıkları bizim anlayamayacağımız şekilde, yanlış anlayabileceğimiz biçimde veya bir bulmaca çözer gibi ise bunun hiçbir anlamı da olmaz, olamaz. Herhangi bir ayetini biz anlayamaz veya yanlış anlarsak; Tanrı bize anlatmak istediğin anlatamaz. Böyle bir ayetin de hiçbir anlamı yoktur.
Tanrı kitapları diye okuduğumuz ve saygı duyduğumuz kitaplar; o zamanların kabile anayasalarıdır. Kabileyi yönetenlerin yazılı olarak kitaplaştırdıklarıdır. Kendi sözlerini Tanrı sözleriymiş gibi; yönettikleri (ve sömürdükleri) kabileleri, zamanla Allah kitaplarıymış gibi bu zaman kadar gelmiştir. Bu nedenle hiçbir kutsal kitap bilimsel bir bilgi içermez. Ve içeremez; çünkü o zamanların aristokratları tarafından kaleme alınmıştır ve o zamanın bilgileriyle ve yazım hatalarıyla doludur. Bunları izleyen sayfalarımızda örnekleriyle göreceğiz. Özellikle Tevrat ve Kuran; talan, ganimet, rüşvet, katliam, köle, kadın, boşanma, kabile ve kabile aile ilişkileri, zekat altında vergiler, tapınma v.b örneklerle doludur. Kabileyi yönetmek için o zamanın şartlarına göre neler yapılması gerektiğine ilişkin yazılar vardır. Bütün bu olgular olurken, insanların din değiştirmeleri için yeterli nedenleri vardı. Muhammed zamanında da halk yeni bir arayış içerisindedir. Başlangıçta merak ve her şeyden daha da önemlisi; insanlar arasındaki eşitlikten, haktan ve adaletten bahsederken taraftar toplaması kolaydı. Sonra bu din ile birlikte eski geleneklerinin birçoğunu da sürdürüyorlardı. Zaten köklü değişiklikler içerseydi, daha ilk başlardan yadsınırdı. Kabileyi yöneten aristokrat lider de bunları biliyordu. Çünkü kendisi de bu toplumun bir parçasıydı. Kendi toplumunu tanıyordu. Aristokrat liderler zenginleştikçe, iyice dindar oldular. Gelirlerinin ana kaynağı din olunca, kendilerini peygamber ilan ettiler. Çıkar yüzünden taraftarlar topladılar ve anayasalarını yazdılar. İşte günümüze gelen bu kutsal kitaplar böyle yazıldı. Hatta kral peygamberler, firavunlar böyledir. Böylece bu yeni dinin kuralları zamanla alışkanlık halini aldı. Kutsandı, eleştirilmesi yasaklandı v.b. Günümüzdeyse biz, bütün bunları bilmeden; salt büyütenlerimiz ve yetiştirenlerimiz inanıyorlar diye inanıyoruz.
İncil ise, aristokrat kesimin anayasası olmadığı için, ekonomiyle ilgilenmez ve bu nedenle şiddet içermez. Bu nedenle çok uzun zaman sonra devlet dini olarak resmileşmiştir. İlk zamanlarda, ezilen tabakanın negatif gereksinmelerini karşıladığından taraftar edinmiştir. Liderleri İsa, da nerdeyse topluma iyi bir örnek oluşturduğundan, zamanla çoğalmıştır. Zamanla bu dinin din adamları ekonomiye el atınca ve ekonomik olarak güçlendikçe yaptırımlara da başlar. Öyle ki, krallara borç verecek ve kralları aforoz edecek, Engizisyon adında dinsel mahkemeler kurup, yargılamalara kadar v.b. İlk ortaya çıktığında siyasal olmayan bu din, daha sonra siyasallaşmış ve Haçlı Seferleri’ne başlamıştır. Ekonomi, siyaseti doğurduğundan, bu dinin adamları da siyasallaştılar. Böylece İsevilik denen Hıristiyanlık da bozulmuş ve başlangıcındaki gerçek amacından çıkmıştır. Kısacası, yozlaşmayan din yoktur.
Tevrat ve Kuran’da ‘savaş’ sözcüğü, ‘barış’tan daha fazla geçer. Anayasalar toplumu değil, toplumlar anayasayı yönetir.
Bu kutsal bilinen kitapların kabile anayasaları olduğunu kanıtlayacağım. Kaynak olarak da yine bu kutsal bilinen kitaplardan yararlanacağım. Örnekler, kitap boyunca geçmekle birlikte birkaç örnek verelim
Alıntı ile Cevapla
  #69  
Alt 06-08-2006, 19:12
hazretikömürcü hazretikömürcü isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 31 Jul 2006
Bulunduğu yer: İzmir
Mesajlar: 100
hazretikömürcü - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart Musa, Tanrı, Muhammed ve Namaz

Namaz, Araplar Müslüman olmadan önceki geleneklerinde, günde iki kez kılarlardı.
Kuran’da kesin olarak zamanı saptanmayan namazın öyküsü de oldukça ilginçtir. Güya; Allah, Muhammed’e namaz emrini vermek için, Cebrail’i göndererek huzuruna çağırır. Muhammed, Burak adında at ile eşek arası bir hayvana binerek Cebrail ile yola çıkar. Gök yedi kattır ve her katta da kat bekçileri olan melekler vardır. Göğün birinci katına geldiklerinde kat bekçisi melek, Cebrail’e; “yanındaki kimdir, nereye gidiyorsun?” diye sorar. Cebrail de; “Allah’ın emri ile Muhammed’i yanına götürüyorum” der. Melek; “niye?” diye sorar. Cebrail de; “Allah, namazı öğretecek”. Der. Böyle olunca melek ne yapsın, Allah’ın emri, üstelik Cebrail’in yanında, izin verir. Diğer katlarda da aynı olaylar tekrarlanır.
Gerçekteyse bugün Amerikalılar, Ruslar, Japonlar, Çinliler ve göreceksiniz ki, en son Müslümanlar olmak şartıyla dünyanın bütün milletleri, Allah’ın emri, Cebrail’in yol göstericiliği ve diğer dinlerden olanlar vın diye uzaya nasıl çıkıyor. Bunlara Allah’ın izni ve gök bekçileri vız geliyor.
Her neyse, Allah, Muhammed’e; “günde 50 kez namaz kıldıracaksın!” diye emir verir. Emri alan Muhammed geri gelir. Daha göğün yedinci ve en üst katında Musa ile karşılaşır. Musa; Muhammed’e sorar: “Hayrola Muhammed, Allah sana ne emir verdi?” Muhammed de; “halkıma namazı emretti” der. Musa; “günde kaç kez?” diye sorar. Muhammed de; “günde 50 kez” diye yanıtlar. Musa; “günde elli kez çok, senin halkın (kabilen) bunu yerine getiremez. Git Allah ile pazarlık yap, bu sayıyı düşürt” der. Muhammed, Musa’yı haklı görür ve Allah’ın huzuruna gider. Pazarlık ile 40’a indirir. Dönüşte tekrar Musa ile karşılaşan Muhammed, Musa’dan “ bu da çok, senin halkın bunu yapamaz. Git, tekrar Allah ile pazarlık yap!” der. Bu böylece, pazarlıkla günde 5 kez namaza kadar indirilir. Dönüşte tekrar Musa; “bu da çok” der ama Muhammed; “artık bir daha pazarlık yapamam. Bu emri halkıma ileteceğim” der. İşte, Kuran’da sayısı belirtilmeyen namazın öyküsü bu…
Şimdi gelin hep birlikte bu olayı yorumlayalım. Bu olayı anlatan 7.yüzyıl Arap aklı bakın ki Allah’ı ve Muhammed’i ne kadar zor durumda bırakıyor:
Allah’ın gelişmiş bir teknolojisi olmadığı için; yularları zümrütten olan, at ile eşek arası bir hayvana bindirerek, Cebrail’in yol göstermesi ile huzuruna çağırıyor. Günde 50 kez namazı halkına emrediyor. Yolda Musa olmasa Araplar ve bu dine inananlar yanmış olacak. Bu arada bu süper akıllı Musa’ya her beş kez namaz kılarlarken dua etmeyi sakın unutmasınlar. Çünkü Musa (Moşe) sayesinde elliden beşe indirilmiştir.
Sanki Tanrı ve Muhammed, günde elli kez namazı halkının yapamayacağını Musa kadar bilememişler. Ve böylece de onun aklıyla Allah ile pazarlık yapıyorlar. Demek ki; Tanı ile pazarlık yapılabiliyor.
Namaz yönü (kıble) önceleri Kudüs’e doğru iken, sonradan Kabe’ye döndürüldüğünü birçok namaz kılanımız ne yazık ki bilmemektedir. Ayrıca, namazın Kuran’da ne şekilde kılınacağına ilişkin hiçbir kural da yoktur. Korku namazını bilmezsek de olur.
Namazı; köpek, eşek, kadın bozar. Yani; namaz kılanın önünden bu saydıklarımız geçerse, namaz bozulur.
Dikkat ediniz: Eşek bozuyor. At bozmaz. Peki, ya katır geçerse ne olur? Bence; namazın yarısı bozulup, diğer yarısının da sağlam kalması gerekir. Namazı kadının bozması da oldukça ilgi çekici… Neden bir erkek geçince bozulmamasını da saymıyoruz.
3-Oruç tutmak. Bu madde de yine herkes tarafından yapılabileceğini kabullenelim ancak; uzaya gidenler, İnuitler, kutuplarda yaşayanlar, bir de çok fakir olup, fitre veremeyenler hariç. Oruç bozulursa; onarımcısı da yoktur. Orucun bozulması; bir aletin bozulmasından veya bir yemeğin bozulması gibi de değildir. Yani, bozulmanın anlamı açıklanmıyor.
4-Zekat vermek.
Bunu yalnızca zenginlik verilen kullarımız yapar. Garibanlar boynunu bükerek bu zengin kulların avuçlarına bakarlar. Bu onur kırıcı davranış karşısında Tanrı’nın bir bildiği vardır herhalde.
Zekat genellikle kendi malvarlığının kırkta birinin fakirlere verilmesi demektir. Başlangıçta bu kırkta bir oranı herkesi bağlasa da yine de toplumsal eşitsizliği gizlemeye yetmemektedir. Konuyu biraz açarsak, zenginin, orta halli bir zenginden aynı oranda zekat verse de ondan daha az zekat vermiş olur. Kırk bin koyunu olan orta halli bir zenginden bin adet koyun zekat verilse de, seksen bin koyunu olan diğer zengin iki bin koyunu zekat verse de ellerinde kendilerine kalan koyunların oranları aynı değildir...
Alıntı ile Cevapla
  #70  
Alt 06-08-2006, 19:17
hazretikömürcü hazretikömürcü isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 31 Jul 2006
Bulunduğu yer: İzmir
Mesajlar: 100
hazretikömürcü - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart Kim Haklı

İki Hindu, biri biriyle konuşuyor: Birisi, diğerine, ‘bu Müslümanlar ne kadar akılsız, olmayan bir Tanrı’ya tapıyorlar. Bak bizim Tanrı’mız inek, hiç olmazsa onu görüyoruz’. Şimdi de Türkiye’de ki iki kişinin konuşmasını dinleyelim: ‘Bu Hindular ne kadar akılsız, bir ineğe tapıyorlar. İnek, hayvan. Hayvana tapılır mı? Bak bizim Tanrı’mızı biz göremiyoruz’.
Sizce bunların hangisi haklı?
Fetişizm denen toteme tapmalar. Ki, bence en az zararlı din budur.
Animizm denen canlıların ruhlarının asla ölmeyeceğini, fakat başka canlılarda yeniden yaşayacağına inanan dinler, bazı sorulara yanıt bulmaya mı çalışmıştır?
Bir gün adamın biri, bir köpeğe tekme atarken; bir adam: ‘Ola, ola yapma! O köpekte senin babanın ruhu var’ diyor.
Bu dünya geçici ve yalan dünya diyenler, bir an önce gerçek dünyaya gitmek için daha ne bekliyorlar? Üstelik o gerçek dünyanın nimetlerinden başka orada, peygamberleri yok mu? Neden bir an önce O’na kavuşmuyorlar? Yoksa o gerçek diye bildikleri dünyalarıyla ilgili şüpheleri mi var? O gerçek dünyalarına inananlar daha ne bekliyorlar?
Sayfalara dağılmış olarak ve özellikle de Kuran’dan alınan ayetlerde de görüleceği gibi; Araplar’ın Tanrısı da tıpkı Araplar gibidir. Onlar gibi olmadık şeylere yeminler eder, talanları kutsar, kararsız, çelişkili ve özellikle de Muhammed’den sonra daha acımasızdır. Bunların nedeni de; Tanrı’yı insanlar yaratırken, kendi toplumsal yapılarına göre şekillendirmelerindendir. Tavukların Tanrısı olsaydı, tavuk şeklinde olurdu. Neden insanların Tanrısı insan şeklinde olmasın ki? Böylece, Araplar’ın Tanrısı da, Araplar, daha doğrusu Arap toplumu gibi olmalıydı…
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Etiket
allah, cinsellik, düşük, evrim, gematria, hata, kandil geceleri, kuranda çelişki, muhammed, neml 88 ayeti


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevaplar Son Mesaj
Evrensel Fikirler evrensel-insan Konu-dışı 115 09-10-2013 22:57

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 00:01 .