Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > İbrahimi Dinler > İslam

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 23-04-2007, 15:21
Aliminyum Aliminyum isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 14 Jul 2005
Mesajlar: 661
Standart DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

İnsanın Tabiat İle Diyaloğunda Akıl, Bilim ve Dinin Etkileşimi Üzerine

İnsanın faaliyetlerinden olan bilim, çok değişik perspektiflerden ele alınıp incelenebilir. Evreni anlamaya çalışan bilimin bizzat kendisinin mercek altına alınıp incelenmesine yönelik araştırmalar ("metabilim"), insanın bilimle ve tabiatla diyaloğunda yeni ufuklar açmaktadır. Bilim belli bir sosyo-kültürel çevrede yapıldığı için, bilim insanının yaşadığı sosyo-kültürel çevre, belli ölçüde, bilimin nasıl ve ne şekilde yapılacağını belirler. Bazı bilim insanlarının yetiştikleri çevre ve aldıkları eğitim, onların evreni ve içindekileri nasıl algıladıklarını etkilemekte ve bilimin bulgularını yorumlamada, büyük ölçüde aldıkları eğitimin etkisinde kalmaktadırlar.

Tarihteki Bilim-Din İlişkisini Algılamada Farklı Paradigmaların ve Bakış Açılarının Rolü
Bilim, insanlığın ve uygarlığın ortak mirası iken ve her uygarlık belli düzeylerde onun gelişimine (veya gerilemesine) katkıda bulunmuşken, belli bir uygarlığın katkısının ön plâna çıkarılması ve diğerlerinin gözardı edilmesi, belli sosyo-kültürel çevreden gelen bilim insanlarında çok sık görülen bir durumdur. Bilimin kaynağında ve tarihinde, hem tevhid hem de paganist anlayışa sahip toplumlar ve uygarlıklar vardır. Eski Yunan medeniyeti yanında eski Mezopotamya medeniyeti de bilime katkıda bulunmuştur. İnsanlık tarihi boyunca tevhid inancına sahip toplumlar ile çok tanrılı inanca sahip toplumlar aynı ve/veya farklı coğrafyalarda birlikte yaşamışlar ve insanın tabiatla diyaloğuna katkıda bulunmuşlardır. Tarihî gerçek böyle iken, siz bu fotografın sadece belli karelerini alıp, bilimi çok tanrılı eski Yunan'la başlatıp, İbrahimî toplulukların katkılarını gözardı edip, Ortaçağ Avrupası'na ve Rönesans'a sıçrayabilir, sonra da Aydınlanma ve Sanayi Devrimi'yle günümüze kadar gelip, bilim tarihini özetleyebilirsiniz. Ortaçağ'da Müslümanların gerek Avrasya'da gerekse İspanya Endülüsü'nde yaptığı katkıları çok kısa geçip, daha çok, bu toplumlarda bilimin gelişmesini engelleyen düşünce akımlarını ve zihniyetini ön plâna çıkarabilirsiniz. Böylece zihinlerde Müslümanların gerici olduğunu ve dinin ilerlemeye, kalkınmaya, çağdaşlaşmaya mani olduğu izlenimini kolayca oluşturabilirsiniz.

Meselâ doğal afetler (deprem, sel baskınları gibi) karşısında insanoğlunun tepkilerini 'ilkel ve medenî insanın tepkileri' başlığı altında özetlerken, ilkel insanın daha çok bu afetlerde bir tanrısal gücün rol oynadığına inandığını ve tabiatın ve tanrıların gazabı olarak bu felâketleri yorumladığını vurgularsınız. Çağdaş ve medenî bilim insanının ise, bu felâketlerin fiziko-kimyasal nedenleri olduğunu düşündüğünü ve bu nedenleri anlamaya ve onları kontrol etmeye önem verdiğini, vurgularsınız. Burada felâketlerin ve doğa olaylarının nedenlerinin sadece fizikî olduğu belirtilirken, metafizikî nedenlerin hayal mahsulü olduğu söylenir. Gerçekte ise bütün fizikî olayların veya felâketlerin hem fizik hem de metafizik nedenleri olduğu, bunların birbirleriyle çelişme yerine birbirlerini tamamladığı, bilimin önceliğinin olayların fizikî nedenlerini anlamak iken dinin önceliğinin, bu olayların metafizikî nedenlerini ve hikmetlerini anlamak olduğu hakikatı ise gözardı edilir.

Siz insanlığın bilim mirasının tarihî hikâyesini ya çok tanrılı eski Yunan kültürü eksenli yaparsınız ya da İbrahimî dinlerin tevhid eksenli kültürü ışığında bilim ve dinin birbirini tamamladığı tezine göre oluşturursunuz. Çok tanrılı eski Yunan kültürü eksenli kurguda ise sürekli bilim ve dinin karşı karşıya geldiği izlenimini doğuran sorulara ve çatışmacı paradigmaya öncelik verilir. Meselâ: "Herşeyi Tanrı mı bilir, yoksa insanlar da birşeyler bilebilir mi?", "Aklı kullanarak mı bilgiye ulaşılır yoksa vahiy de bize kesin ve doğru bilgiyi verir mi?", "Otorite, bilimde ve onu temsil eden kişi ve kurumlarda mı yoksa dinde ve onu temsil eden kişi ve kurumlarda mıdır?" gibi iki kutuplu sorular, hep doğasında çatışmanın ve zıtlaşmanın olduğu sorulardır. Halbuki bu iki şıklı soruların iki şıklı cevabının yanında üç şıklı cevabı olduğunu da belirten semavî dinler vardır. Açarsak, bazı şeyleri sadece Tanrı bilebilir, bazı şeyleri insanlar da bilebilir, bazı bilgiler aklı kullanarak bazıları iman edilerek, bazıları deney ve gözlem yapılarak elde edilir. Otorite bazı alanlarda bilimde, bazılarında dindedir. Ama ne yazık ki, çoğu zaman insanlar bu üçüncü şıktaki uzlaşmacı ve diyaloğa açık cevabı göremeyip, zıtlaşmaya ve çatışmaya götürücü şıklar etrafında toplanmaktadırlar.

İşin insan boyutuna bakarsak, insan zihninde aklın hem iman eden boyutu hem de eleştiren, sorgulayan boyutu vardır. İnsan, evreni ve içindekileri sorgulayan ve eleştiren akılla doğru şekilde anlayabilirken, iman eden aklıyla da hayatın anlamını ve hikmetini çözümlemektedir. Bir başka ifadeyle de eleştirel akıl, eşyanın nesnel fayda boyutunu çözümlerken, iman eden akıl da varlığın anlam ve hikmet boyutunu idrak eder. Aklın her iki boyutunu sağlıklı şekilde kullanabilen fertler ve gruplar, tarih boyunca, aklının tek boyutunu kullanan insanlarla birlikte var olmuşlardır. Ancak bazı bilim adamları öyle genellemeler yapmaktadırlar ki, onlara göre Yunan kültürü eleştirel aklı (eleştirilme saygı ve onur anlamına gelir) temsil ederken, Ortadoğu kültürü iman eden aklı (eleştirme bir saygısızlık ifadesi) temsil eder.1 Bu bağlamda Yunan düşüncesi ve onun etkisinde gelişen modern bilim eleştirel akla dayanır ve iman eden aklı kovar, gayrimeşru kabul eder. Bunu yaparken de en az 4-5 asır, her iki aklı kullanan ve sentez edip birarada yaşamasını sağlayan İslâm medeniyetini ve onun bu sentezci gücüyle bilime yaptığı katkıları ya basit görür veya gözardı eder. Sonuçta kendi zihninde eleştirel aklı temsil eden bilimle, iman eden aklı temsil eden dini çarpıştırır ve birbirinin düşmanı ilân eder. Sonra da bütün tarihî olayları bu gözlükle algılamaya ve yorumlamaya başlar.

Meselâ bu tip eğitimden geçen bilim insanları, deprem olayını ya Tanrı'ya ya da doğa olaylarına bağlar. "Deprem hem yeraltında birtakım jeofizik ve kimyasal olaylara bağlı olarak gelişen bir tabiat olayıdır, hem de İlâhî bir olaydır" şeklinde tanımlanan sentezci üçüncü şıkkı düşünemez. Deprem dahil her hâdise, Yaratıcı'nın kudreti ve izniyle cereyan eder. Çünkü Tanrı bu evrende kudretini sebepleri perde yaparak gizlemiştir ve herşeyi nedensellik ilkesine göre yaratıp düzenlemektedir. Bu bağlamda biz olayların hem nedensellik, hem de İlâhî ve metafizik boyutunu birlikte ele alıp incelemeliyiz. Bu iki farklı boyut, birbirinin zıttı değil tamamlayıcısıdır. Hattâ İslâm'da sebeplere riayet ve nedensellik ilkesine göre düşünüp tedbir almak, fiilî duadır. İnsan hem sözlü hem de fiilî dua yapmakla gerçek kulluğunu yerine getirebilir. Hâl böyle iken, bazı bilim adamlarının, ısrarlı şekilde dikotomik cevap ve çözümlerde ısrar etmeleri, bulanık mantığı, gri tonları ve cevapları yok saymaları, insanın eğitim sırasında ne kadar derin bir şekilde koşullandırıldığını gösterir.

Bir başka açıdan siz bilimi "ne?" ve "nasıl?" sorularına cevap arayan bir faaliyet olarak tanımlarken "niçin?" sorularına (anlam arayan ahlâkî ve etik kaygı) cevap aramayı ikinci veya üçüncü plâna atarsınız. Bilimi bu şekilde bölümlemek ve ayrıştırmak, onu çok boyutluluktan tek boyuta indirgemektir. Sonuçta etik kaygıları ve anlamı olmayan kontrolsüz bilimin nasıl bir tehlike oluşturabileceğini gözardı etmiş olursunuz. Hattâ tarihteki insanları yine bu ikili kategorize etme mantığına göre, kesin, tartışılmaz, mutlak bilgiyi ve hakikatı arayan insanlar (Eflatun-Sokrat-Aristo çizgisi) ve kesin olmayan, göreceli, gözlem ve deneyle yanlışlanabilir, uzay-zaman ölçeğine bağlı olarak doğruluğu değişen bilgiyi arayan insanlar (İyonya geleneği, Galileo, Newton, Kant vb) şeklinde kolayca gruplayabilirsiniz. Ama bunu yaptığınızda, coşkulu ve anlamlı bir hayat için her iki tür bilgiyi arayan ve edinen ve bunları sağlıklı şekilde yönetebilen insanları ve grupları da inkâr etmiş olursunuz. İnsan fıtratının gereksinimi olan inanma ve kesin doğru güvenilir bilgi edinme ihtiyacını da yok kabul etmiş olursunuz. Gerçekte insanlar kesin ve emin bilgi vaadeden ve onları yaşama bağlayan bir otorite ararlar. Bu otorite Tanrı, aile, büyü, eleştirel akla dayalı bilim veya iman eden akla dayalı bilim olabilir. Tarih içerisinde bu otoriteler her zaman olmuştur ama her dönemde biri daha çok ön plâna çıkmıştır.

Müslümanlar beş asır bilim (akıl) ve din (vahiy) otoritesini sağlıklı şekilde bir arada kullanarak, hem Yunan bilim mirasını zenginleştirerek geleceğe taşımışlar hem de bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ne bilim ne de din, birey ve toplum hayatında birbirinin hukukuna saldırıda bulunmamış ve karşılıklı alan tanımlamalarına uyarak herkes kendi alanındaki güzellikleri insanlığa sunmuştur.

İslâm toplumlarının milâdî 13. asırdan sonra tabiî bilimlerdeki durgunlukları, Müslüman toplumlardaki eleştirel aklın, gözleme ve deneye dayalı nedenselliğin horlanması ve iman eden akla daha çok vurgu yapılmasına bağlanır. Hattâ İmam Gazali gibi İslâm âlimleri, insanları şirkten korumak için çok derin analizler yapmışlar ve eleştiren, sorgulayan aklın zaaflarını ve eksikliklerini çok iyi ortaya koymuşlardır. Zaman içinde ise bunun negatif etkisi, eleştirel ve sorgulayan aklı, kötü ve çirkin görme ve ondan uzak kalma olmuştur. Bu ise, evreni ve doğadaki göreceli doğruları ve gerçekliği çözümlemede çok güçlü bir metot olan eleştirel aklı kullanan yenilikçi ve güç üretici bilimin giderek yok olmasına yol açmıştır. İşin özü, sebeple sonucun birlikte ve birbirine yakın olması olarak bilinen "iktiran" ve nedensellik meselesine getirilen farklı yorumlardı. İslâm literatüründeki iktiran meselesi, olaya yol açan sebebin görünen sebep mi (doğal, gözlenebilir ve ölçülebilir) yoksa görünmeyen İlâhî güç mü olduğu sorusu etrafında yapılan tartışmalara ışık tutar. Tabiî olaylar, nedensellik mekanizmasına göre işleyen belli kanunlara göre mi ortaya çıkıyor, yoksa bütün tabiî olaylar ve herşey doğrudan Tanrı'nın eseri mi? Biz olayların nesnel yararlılığını hangi tanıma göre daha kolay çözümleyebiliriz. Bu ikili yaklaşımı, üçüncü bir yaklaşımla uzlaşmacı bir tarzda da aşmak mümkündür. Yani her ikisi de aynı anda olayların oluşumunda etkindir. Ama gücün ilk kaynağı İlâhî otoritedir. Çünkü evren akılla bilinebilir ve çözümlenebilir bir matrikste yaratılmıştır. Evrenin gerçekleri ve doğruları büyük ölçüde insanın bilme melekeleri açısından izafî olup, nedensellik mekanizmasına göre keşfedilebilir. Ama evrenin anlamı ve genel matriksinin hedefi, ancak vahyî bilgiyle ve iman eden akılla bilinebilir. Allah'tan bağımsız olarak kendi kendine işleyen bir nedensellik mekanizması hakikatte yoktur. İktiran özelliğinden dolayı varmış gibi gözükür. Ancak eşyanın nesnel faydalılığını ortaya çıkarmada, İlâhî gücü zikretmeden de sadece nedensellik mekanizmalarını kullanmak yeterli olabilmektedir. Ama hakikatte, hiçbir şey O'nun kudretinden ve ilminden habersiz hareket etmemektedir. Bu İlâhî güç, yüzbinlerce sebebi kendine perde yaptığı için, biz akılla sadece sebeplerin işleyiş şekillerini anlayabiliyoruz. Olayların sebep-sonuç ilişkilerini çözümleyebildiğimizde, eşyayı ve varlıkları kendimize hizmetçi kılabiliyoruz. Tabiî olayların sebeplerle oluşturulmuş matriksini, eleştirel akılla çözümlerken, iman eden akılla da bunların hikmetlerini, anlamlarını vahyî bilgiden öğreniyoruz. Gerçekte aklın (zihnin) fonksiyonu, eleştirel boyutunu Allah'ın eserlerini anlama ve çözümlemede kullanmak, iman eden boyutunu da gönül dünyasının veya vicdanının değerlerini ve zenginliklerini yakalamada ve korumada kullanmaktır.

İslâm dünyasında 14. asırdan itibaren iman eden akıl, giderek zihinlerde hakim olmaya başlarken, Batı dünyasında tam tersine iman eden akıldan sorgulayan ve eleştiren akla doğru bir kayış başlamıştı. Zaman içinde Rönesans ve Aydınlanma'yla güçlenen eleştirel akıl, evrenin ve doğanın sırlarını deney ve gözlem eşliğinde çözümlemeye başlamıştı. Sanayi Devrimi, keşif ve icatlar çağı, eleştirel aklın insanlar tarafından yoğun olarak kullanıldığı çağdır. Büyük coğrafî keşifler Avrupa'da derin bir uyanmaya yol açtı. Batı insanı güç ve zenginlik kazandıran bilginin insanın dışındaki dünyada olduğunu fark etti. İnsanın bilgi edinmedeki kılavuzu da, iman eden ve otoriteye teslim olan akıldan, deneye ve gözleme itibar eden eleştirel akla doğru kaymaya başlamıştı. Batı'da Kopernik, Galileo, Kepler, Newton, Kant bu dönüşüme katkıda bulunan bilim adamlarından sadece bir kaçıdır. Bu dönüşüme katkıda bulunan insanlar, iman eden aklın, eleştirel akılla zenginleştirilip, desteklenmesini sağlayan dindar kişilerdi. Sadece doğup büyüdükleri inanç ve kültür ortamında, aklın eleştirel ve sorgulayıcı boyutuna bir meşru çalışma alanı sağlamaya çalışıyorlardı. Kant Saf Aklın Eleştirisi (1780) isimli kitabında insanın düşünmesini sağlayan a priori (öncül) bilginin varlığının gerekliliğini ispatlıyordu. Daha sonraki gelişmelerde bu dönüşüm ve dengeleme hareketi, kontrolden çıktı. Eleştirel aklın bağrında gelişmekte olan bilimin, dine benzer şekilde insana kesin yanılmaz ve mutlak bilgiyi sağlayabileceğine inanılmaya başlandı. Bilimde deterministik, pozitivistik yaklaşımlar ön plâna geçti. İman eden aklın gerekliliği sorgulanmaya başlandı. İman eden aklın çalışma alanı gayrimeşru kabul edildi. Toplumda aklın çalışma alanına ait otorite paylaşılma yerine, bilimsel otorite dinî otoritenin yerine geçti. Eleştirel aklın hakimiyet alanını çoğaltmak ve iman eden aklın belirtilerinin kamudan ve sosyal yaşamdan uzaklaştırılması için yönetimde lâiklik ve sekülerlik modelleri geliştirildi. Ama ne yazık ki, birçok ülkede eleştirel aklın garantörü olan lâiklik, hem serbest düşüncenin ve eleştirel aklın, hem de iman eden aklın meşru çalışma alanlarının yok edilmesinde kullanılan bir araca dönüştürülmüştür. Bu bağlamda "hayatta en gerçek kılavuz, bilimdir, fendir" ilkesi ışığında yolculuk yapmak çok tehlikeli veya çok faydalı da olabilir. Çünkü kılavuz aldığınız fen ve bilim anlayışının içeriği ve çerçevesi çok önemlidir. Sorgulayıcı, eleştirel aklın kucağında, deney ve gözlemle beslenen bilim politikaları rehberliğinde yapılan bilim ve fen mi insana yol göstericidir? Yoksa nakilciliğe, taklitçiliğe dayanan, bilim ve bilim adamının sorgulanmadan bir otorite olarak tabulaştırıldığı ve "bilim veya bilim kilisesi böyle söylüyor" şablonuna sığınıldığı bir ortamda, bilim politikaları olmaksızın yapılan bir fen ve bilim anlayışı mı insana daha çok doğru kılavuzluk yapar?

Ülkemizde ise, iman eden akıl tarafından kuşatılan ve savunulan lâiklik anlayışı, bilim dünyasında dogmatik, kesinci yaklaşımlarla bilimin aktarılmasını ve yapılmasını teşvik etmiş ve eleştirel-sorgulayıcı akıl ve yaklaşımlar, otorite tarafından baskılanmıştır. Pratikte, üniversitelerdeki bilim insanları iman eden akılla otoriteye sadakat çerçevesinde yapılan bilim ve onun savunucuları bilim insanları ve eleştirel akıl ve sorgulamaya dayalı bilim ve onun savunucuları şeklinde ikiye bölünmüşlerdir. 20. yüzyılın ilk yarısında ise, Einstein görecelilik kuramını ortaya atarak, bilimin elde ettiği bilginin mutlak değil, göreceli olduğunu vurguladı. Heisenberg ise deterministik anlayışın belli uzay-zaman ölçeğinde geçerli olduğunu, kuantum düzeyinde belirsizlik prensibinin varlığına dikkati çekti. Bilim felsefecisi Karl Popper ise, herşeyi mutlak ve kesin olarak açıklayan teorilerin hiçbir şeyi açıklayamayacağını belirtti. Ayrıca bilimsel bir hipotez ve teorinin yanlışlanabilirlik özelliğine sahip olması gerektiğini, bilimin doğrulara ulaşmaktan ziyade doğrulara giderek daha çok yaklaşan önermeler ve teorilerden oluştuğunu vurguladı. İnsan düşüncesinin yanılabilirliğine dikkati çekti. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise, insanın deney-gözlem ve eleştirel akılla, mutlak, nihai, kesin, yanılmaz bilgiye ulaşamayacağı fark edildi. Bilimin elde ettiği doğruların, eleştirel akılla, sorgulama yoluyla, deney ve gözlemle test edildiği sürece, geçerliliğini koruyabileceğinin farkına varıldı. İçinde yaşanılan dinamik evrenin göreceli, uzay-zamana bağımlı doğrularını, ancak eleştirel düşünme ve sorgulama yoluyla kavranabileceği fark edildi. İman eden aklın da en az eleştirel akıl kadar insan için gerekli olduğunun farkına varıldı.

Türk Toplumunda Eleştirel Düşünme
Türk toplumunda nedensellik ilkesine göre işleyen eleştirel düşüncenin bir toplumsal refleks hâline dönüşememesinin bir çok nedeni vardır. Bunların ilk başta geleni, Türkiye inanç ve kültürüyle uyumlu kendine özgü Rönesans'ını, Aydınlanma'sını ve Sanayi Devrimi'ni, maalesef istenilen ölçüde gerçekleştirememiş olmasıdır. Yukarıdan aşağıya doğru yapılmak istenen değişim projeleri de halkın katılımını, inanç ve kültürünü gözardı ettiğinden, toplumda sağlıksız bölünmeler ve kopmalar yaşanmıştır. Türk insanı, dünyevî işlerde birinci derecede kullanması gereken sorgulayıcı, eleştirel aklını kullanma becerisini yeterli düzeyde kazanamamıştır. Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu şey, hem dünyevî hem de uhrevî meselelerde, hem sorgulayıcı ve mucit, hem de analitik ve sentezci düşünce yapısına sahip bilim adamlarıdır. Bugün Türkiye'de yaşanan sıkıntıların temelinde de bu sentezin yapılamayışı sonucunda, ya dinden uzaklaşan ya da bilimden uzaklaşan insan gruplarının açmazları yatmaktadır. Bu sıkıntının aşılabilmesi için, M.F. Gülen'in eserlerinde işlenen ve prototipi sunulan "yeni insan veya yeryüzü mirasçıları" gibi çağa uygun sentezlerin pratikte işleyen modelleri geliştirilebilir.2 Sonuçta, sağlıklı ve dengeli bir optimizasyon, bilimin Allah'ı bulmak için, öncelikle sorgulayan, eleştiren ve tahkiki bilgiyi araştıran aklı kullanarak evreni incelemesi, çözümlemesi, iman eden ve teslimiyetçi aklı, yolculuğun sonunda, yani eserden Müessir'e, sanattan Sanatkâr'a geçerken devreye sokmasıdır.o
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 23-04-2007, 16:22
sodomo-- sodomo-- isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 11 Mar 2006
Mesajlar: 1.767
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

"İman eden akıl" ve" eleştirel akıl" diye iki ayrı akıl yoktur. Birileri sürekli gerçekte peygamber olmayan birisini peygambermiş gibi bizlere yutturmaya çalışıyor ve bizlerde "eleştirel akıl" süzgeçinden geçirerek o kişinin peygamber olmadığını ispatlıyoruz. Eğer eleştirel akıl olmaz ise insan beyni yol geçen hanına döner ve korumasız kalır aynı bağışıklık sistemi yok olan birisinin
hastalıklara açık olması gibi. İyi ya, her önüne gelen insanın peygamberlik iddiasını sorgusuz sualsiz kabule edelim, ne güzel ya... Neredeyse her mahallede bir mehdi var siz kabul ediyor musunuz hepsinin mehdiliğini?

Burada derdimiz "felsefe" değil. Burada derdimiz daha somut. Muhammed ve Kuran. Bilimle de işimiz yok, o işe kimyagerler, fizyologlar, böcek bilimcileri vb. bakıyor.

Tezleriniz temelden yanlış. Temel çürük siz üzerine bina yapmaya kalkıyorsunuz.

Eleştirel aklın hakimiyet alanını çoğaltmak ve iman eden aklın belirtilerinin kamudan ve sosyal yaşamdan uzaklaştırılması için yönetimde lâiklik ve sekülerlik modelleri geliştirildi.

Bak www.islamiyetgerçekleri.org mahkeme kararı ile kapatıldı. Ama Diyanet, İmam hatip, kuran kursları, tarikat eğitimi, İlahiyat fakülteleri ile islam kendi fikirlerini her yere yayıyor. Binlerce, yüzbinlerce yayın, kitap, dergi, Cd, tv programı, internet sitesi ile heryerde varsınız.
Ama anti-şeriat sitelerine göz yumulmuyor hem de belgeli-bilgili çalışmalar yapılmış olmasına rağmen oralarda. Üstelik hergün onlarca tehdit alıyorum kendi blogumda "kafanızı keseriz" diyorlar.

Şimdi söyle bakayım kim mazlum ve kim baskı altında?
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 23-04-2007, 16:35
Aliminyum Aliminyum isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 14 Jul 2005
Mesajlar: 661
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

sevgili sodomo---
İman eden akıl ve eleştirel akıl diye iki ayrı akıldan bahsedilmiyor. Aklın hem iman etme hem de eleştirme gibi 2 boyutundan bahsediliyor. Öncelikle ikisi arasındaki farkı anlamalıyız.

Bizim Peygamber olarak iman ettiğimiz kişiyi eleştirel akıl süzgecinden geçirerek peygamber olmadığını ispat etme iddianız da bir imandır. Yani bu sizin inancınızdır. Bunu böyle yaptığınıza inanıyorsunuz. Halbuki ortada sizin tarafınızdan meydana getirilmiş bir ispat falan yok.

Sorgusuz sualsiz iman diye birşey yok. Kuran'da "akıl" kelimesi hiçbir yerde isim olarak kullanılmaz daima fiil olarak zikredilir. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Yardımcı olayım. Bu; işlemeyen aklın, eleştirmeyen, düşünmeyen, sorgulamayan aklın Allah katında muteber olmadığını gösterir.

Zamanında bu ülkede İslam'a ve Müslümanlara karşı ne tür baskılar yapıldığını bilmiyor olamazsın. Ayrıca bahsettiğin site de açık, ne zaman kapandı bilmiyorum. Bu yazıyı yazarken bakıyım dedim açıktı yani.

Bir fikri çürütmek gibi bir şeye kalkışıyorsan daha iyi yorumlar getirmelisin.
Saygılar.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 23-04-2007, 17:17
sodomo-- sodomo-- isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 11 Mar 2006
Mesajlar: 1.767
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

Bizim Peygamber olarak iman ettiğimiz kişiyi eleştirel akıl süzgecinden geçirerek peygamber olmadığını ispat etme iddianız da bir imandır. Yani bu sizin inancınızdır. Bunu böyle yaptığınıza inanıyorsunuz. Halbuki ortada sizin tarafınızdan meydana getirilmiş bir ispat falan yok.

Sevgili Aliminyum ispatladık güzel kardeşim. Hem de fazlasıyla ispatladık. Üstelik bizimki bir inanç değil tamamıyla akli kurallara bağlı kalarak elde ettiğimiz bir sonuç çıkarmadır. Yani öncelikle sizlerin yapmadığı gibi konuya Â*"şüphe" ile baktık ve sonra da araştırdık ve bütün veriler bizi Muhammed'in peygamber olmadığına götürdü. Sizin de öncelikle "şüphe" ile karşılamanız gerekiyor sonrada araştırmanız. Ama sizde "şüphe" bile şeytani özellik olarak algılanıyor. Hal böyle olunca sizlerinki "inanç" oluyor. Kusura bakma ama sizin yaptığınız aklı devre dışı bırakmak. Aklın iman etme diye bir özlliği de mevcut değildir. Kant'da da böyle bir şey yoktur ama Kant'ı tartışmak oldukça yersiz olur. Kaldı ki, bizler burada Allah'ın varlığı-yokluğu tartışması bile yapmıyoruz felsefi olarak çünkü bu bile apayrı bir konudur söz konusu olan Muhammed olunca. Ben genellikle "Allah vardır" iddiasını önsel olarak kabul edip ondan sonra "acaba Muhammed Allah'ın peygamberi olabilir mi" iddiasını tartıştım hep. Haa, Allah'ın varlığına inanmıyorum o başka bir konu ama en azından bu varsayımın doğruluğu üzerinden ilelerdim yani "Allah yok o yüzden Muhammed 'de peygamber değildir" gibi bir mantık üzerinden eleştiri getirmedim.

İnanç dediğin şey ise işte ispat gerektirmeden kabul edilen şeydir. Allah'a inanırsın ama onu ispatlayamazsın. Ben de diyorum ki, inanmanın bir sakıncası yok o da insani bir yöndür tarih boyunca insanlar hep inançlı oldular kimi zaman atalarına, kimi zaman doğaya kimi zaman putlara kimi zaman adı Allah olan bir kelimeye hep inanageldiler ve senin inanman da benim eleştirdiğim bir şey değil, o da olabilir, doğaldır lakin Muhammed'in peygamberliği inanç değil ispat gerektirir. Â*Konumuz Allah değil Muhammed bunu unutmayalım. Yoksa Kant onu demiş bunu demiş bunlar sorun değil. Muhammed'i peygamber olarak kabul ettiğin anda aklını devre dışı bırakmışsındır zaten. Bak Allah için demiyorum bunu Muhammed için diyorum dikkat et.

Zamanında bu ülkede İslam'a ve Müslümanlara karşı ne tür baskılar yapıldığını bilmiyor olamazsın.

Ne tür baskılar yapıldı Aliminyum kardeşim? Eğer tarikat şeyhlerine yapılan baskılardan bahsediyorsan okey. Ama müslümanlara ne tür baskılar yapıldı güzel kardeşim? Eğer ezanın Türkçeleştirilmesi diyorsan o zaten olması gereken bir şeydi aynen savunurum hiç sorunum yok. Başka ne tür baskılar yapıldı? Kaldıki günüzümde baskı yok ama sen günümüzde de baskı varmış gibi anlattın...

Bir fikri çürütmek gibi bir şeye kalkışıyorsan daha iyi yorumlar getirmelisin

Getiririm getirdim de, zamanında çok felsefi tartışmalar yaptım bu forumlarda ama ağır kalıyor bu forumlar için soyut düşünce o yüzden ben daha somut, pratik, güncel konularda düşünmeye çalışıyorum ve o yüzden Muhammed'e odaklandım. Muhammed için öne çıkartacağın bir fikrin var mı? Mesela ben Muhammed'de "kişilik bölünmesi" olduğunu düşünüyorum. Sence de Muhammed'in kişiliklerinden birisi Allah olabilir miydi? Biraz şüphe etme sırası sizde zannımca
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 23-04-2007, 17:48
Aliminyum Aliminyum isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 14 Jul 2005
Mesajlar: 661
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

sodomo---
İspat dediğin şeylerin tümünün kabul edilmiş yargılardan yola çıkarak oluşturulmuş değer ölçütleri olduğunu iddia ediyorum. Bu her zaman böyleydi. İnkarcıların hemen hepsinde böyledir.

Eğer iddialarında o kadar ısrarcıysan gel seninle bir anlaşma yapak.
Benim Peygamber olarak kendisine aklımı ve kalbimi kullanarak iman ettiğim zat ile senin aklını kullanarak inkar ettiğin Zat hakkında karşılıklı delillerimizi ortaya koyalım. Ama şuna dikkat edelim ki senin de "aklî kurallar" (ne demekse? Herhalde klasik mantığın ilkelerinden bahsediyorsun) dediğin kurallara bağlı kalalım. Kaynakların doğruluğunu, yorumlarımızdaki akla sadakati de dikkate alarak yapalım bunu. Vaktim oldukça cevap vermeye çalışacağım. Senin bu konudaki argümanlarını bekliyorum.

Ayrıca;
Bu ülkede bilhassa Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Müslüman halk üzerindeki baskı ve zulümler hakkında istediğin kadar hatta istemediğin kadar delil ve örnek sunabilirim. Ezanın Türkçe okunmasından Kuran öğreniminin yasaklanmasına, şapka giymediği için idam edilenlerden asılsız suçlamalarla zindanlarda çürütülmeye çalışılan nice masum insanların varlığı bir gerçektir.

Tekrar ayrıca;
Zamanında yeterince şüphe ettiğimi düşünüyorum. 3-4 yılım şüphe, inançsızlık, vesvese, araştırma, acabalarla geçti. Evet zamanında kendime ateist diyebilirdim ya da agnostik ya da septist her neyse. Karşındaki insanların hepsini aynı kefeye koyma.
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 23-04-2007, 18:18
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

Yazıyı okudum. Geleneksel İslami anlayışa göre akla daha fazla önem verilmeye çalışılmış. Tabiki imanı elden bırakmadan. Birbirini bütünleyen ikili oldukları vurgulanmaya çalışılmış.

Eleştirel akla önem verilmesi güzel. Ancak şuna vurguyu yapmak zorundayım ki, İslam dünyasında *eleştirel aklın veya başka bir deyimle bilimsel düşüncenin böylesine önem kazanması, kendi özünden kaynaklanan bir yaklaşım değil, batının her alanda ilerlemesi sonrasında İslam dünyasındaki bazı kesimlerin kendilerini sorgulmasının sonucunda olmuştır.

Son yüzyıllarda bilimsel düşüncenin insan hayatına kattığı o kadar çok olumlu şey var ki artık bilimsel düşüncenin önemi inkar edilemez. İşte bu durumda bazı İslami kesimler, İslamın özünde revizyona giderek aklın, sekülarizmin önemine vurguyu artırmışlar ve hayatlarına sokmuşlardır. Oysa islamın özünde sekülarizm yoktur. Tam tersine bu dünyanın faniliği, öteki dünyanın sonsuz hayatı ayet ve hadislerde özellikle vurgulanır.

İslam bu dünyayı redetmez, bilimi redetmez ancak öncelik sıralaması içinde ahirete yönelik etkinlikleri birinci sıraya seküler etkinlikleri ikinci sıraya koyar. Bu durum ayet ve hadislerde çok barizdir. Hatta İslamın özü budur diyebilirim kendi adıma.

Bilimde "iman" diye bir terim yoktur. "İman" dinsel bir terimdir. Bilimde, felsefede, psikolojide, "inanç" diye bir terim vardır. İnanç ise ikiye ayrılır:

1)Bilimsel inanç: Örneğin "Bir gün Mars'a insan gönderileceğine inanıyorum"

2) Doğmatik inanç: Örneğin "Vahiyleri Cebrail adlı melek getirir. Bir hadise göre 600 kanadı vardır."

İslami terminolojide matah bir şey gibi gösterilen "iman" aslında bilimde doğmatik inanç dediğimiz inanç şeklidir. Sıklıkla aklın kendini aciz hissettiği durumlarda, bir iddiaya koşulsuz boyun eğmekten öte anlam taşımaz.
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 23-04-2007, 20:18
aldostu aldostu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 04 Jan 2006
Mesajlar: 707
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

Aluminyum hoşgeldin.
Sitenin akılcı müslümanlarından.
Mutezilenin tatlı belası..
Mutezile yok, ama Sodomo yeterli,
tatlı atışmalar için.

Vartorun güzel bir sözü var: "Iman, ask gibidir,gozleri koreltir,beyni muhurler."
Ben bu sözü çok güzel, fakat eksik buluyorum;
başına iman'dan sonra"kesin inkar"ı da eklemek kaydıyla.

Dikkat et Sodomo her iki guruptan da değil.
Onun için vuracağı yumruklar epey sağlamdır.
Boşluğa çakmayı da iyi bilir.
Yumruğu sallarken aman dikkatli ol,boşa düşme..

Sen, Hiram,Muhammet tanıdığım tartışmalarını sevdiğim inançlılardansınız.
Tartışmalarınız aşırıya,kaçmazsa, kişisel dalaşmalara dönüşmezse,
zevkli oluyor.

Herkes aynı şeye inanmak zorunda değil,bütün iddialaşmalara rağmen.
Hoşgörü ve kültür burada devreye giriyor zaten.

"Gerçekte *ise *bütün *fizikî *olayların *veya *felâketlerin *hem *fizik *hem *de *metafizik *nedenleri *olduğu, *bunların *birbirleriyle *çelişme *yerine *birbirlerini *tamamladığı, *bilimin *önceliğinin *olayların *fizikî *nedenlerini *anlamak *iken *dinin *önceliğinin, *bu *olayların *metafizikî *nedenlerini *ve *hikmetlerini *anlamak *olduğu *hakikatı *ise *gözardı *edilir." *
demişsin.
Bu tip olayların tamamı için bu yorum doğru değil.
Ama metafiziği de tamamı ile devre dışında bırakmak mümkün değil.

Ama bu mümkün değil diye;
Cübbeli Ahmet Efendi gibi,
99 depremini Orduevinde yapılan içikili yemeklere bağlamak da,
düpedüz sersemlik olur,
konuşulacak ortam kalmaz.

Varlıkla yokluk,
fizik ile metafizik *çok ince ve bazen de girift bir çizgiler zinciri içerisinde.

Denizin nerde bittiği,
karanın nerde başladığı ne kadar net ise,
bu konuların ayrımı da,
maalesef o netlikde.

Sodomo'yla kırıcı olmayan güzel atışmalar diliyorum.
İhtiyar kurt,
ne yardan geçer,
ne serden geçer..

Tekrar hoşgeldin Aluminyum.

Aldostu.
Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 23-04-2007, 21:57
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

Benim Peygamber olarak kendisine aklımı ve kalbimi kullanarak iman ettiğim zat ile senin aklını kullanarak inkar ettiğin Zat hakkında karşılıklı delillerimizi ortaya koyalım

* * * *Bilimsel yöntemi kendinden önceki düşünce yöntemlerinden ayıran en önemli fark, bilimin daima olgusal oluşudur. Bilim yöntemi daima gözlenebilen, dogrulanabilen veya yanlışlanabilen önermelerle meşgul olur. Bilimsel önermelerin en önemli özelligi gerçege dönük olması ve olgusal olmasıdır. Tanrı kavramı da gözlem ve olgulardan kopuk oldugu için bilimin alanına girmez. Bilim böyle bir kavramı ciddiye almaz. Nesnel gerçege dönük olmayan hiç bir iddia ve hipotez bilimsel degildir. Bilim yönteminde olgular tarafından dogrulanmayan önermeleri kabul etmek olanagı yoktur.

* * * *Şimdi İslam peygamberinin peygamber olduguna dair yani tanrının elçisi olduguna dair elimizde gözlenebilir ne bulgu vardır. Tanrının varlıgı ya da yoklugunu bir kenara bırakarak bilimsel olarak onun peygamber oldugunun somut olgularını sorgulayalım.

* * * * Muhammed 40 yaşına gelene kadar böyle bir iddia yoktur, ancak Araplar arasında peygamber beklentisi vardır. Nihayet Muhammed ortaya çıkar ve ben peygamberim der, peki bunun kanıtı nedir. Onun söyledikleri.Yani Muhammed den başka Muhammedin peygamber oldugunu bilen yoktur, onun söylediklerinden *başka hiç bir kanıt ta yoktur. Muhammedin en büyük kanıtı nedir Kur'an. Peki Kur'anı aktaran kimdir gene Muhammed.

* * * * *Bilimsel olarak demek ki Muhammedin peygamberligi konusunda kendisinin söylediginin haricinde hiç bir tespit, olgu, gözlem yoktur. Onun peygamber olmasına dair bir emir aldıgını da gören yoktur. Onun elçisi oldugunu iddia ettigi varlıgı da gören yoktur. Bu kadar olmayan bir veri ortamında
bilimin de yapabilecegi bir şey yoktur. Yani Muhammedin peygamberlik iddiası bilimsel olarak anlamsızdır ve de bilimsel degildir.

* * * * * *Peki bu şartlarda bilimsel olan nedir. Sosyoloji ve toplumbilim açısımdan Muhammed ile ilgili gözlemler yapmak mümkündür. Çünkü Arap toplumunun Muhammed den evvelki ve de Muhammed den sonraki gelişimi ve yaşananlar, ve Muhammedin eylenleri onu, lişiligini, eylemini ve eyleminin sonuçlarını somut olarak gözlemlememize olanak tanımaktadır. Bu sonuç Arapların devlet kurmasıdır, emperyal amaçlarla ve talan gayesiyle fetih ekonomisi kurmalarıdır. Bunlar somut verilerdir. İşte buradan bilimsel yöntem geliştirebilme imkanımız vardır. Ama ne yazık ki bu bilimsel yöntemim hipotezi de Muhammedin peygamber olabilecegi degildir.

* * * * * * Gene de ben Muhammedin kendi söyledigi sözlerden başka bir şey olmayan Kur'anın dışında ki bu kitabın bilimsel olması mümkün degildir- ne gibi deliller, gözlemler, olgular getirebileceginizi merak etmekteyim.


* * * * * * * saygılarımla
Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 23-04-2007, 22:15
sodomo-- sodomo-- isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 11 Mar 2006
Mesajlar: 1.767
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

Sevgili Aldostu, beni boksör yaptın ya, ilahi sana
Ben genellikle bazen siteye gelen provakatörlere yumruk çakarım ve onlarda zaten herkesten yer yumruğu gözleri mosmor olur gider
Aliminyum, öyle bir başlık açtı ki, bu başlığı bir yere sabitlemek epey zor olacak.
DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN.
Haydaa, şimdi nasıl kalkacağız bunların hepsinin altından
Eğer Aliminyum da "genel" olmak yerine "spesifik" olmaya özen gösteririse bir yerden başlarız tartışmaya.
Dur bakalım, gün ola harman ola...
Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 24-04-2007, 02:35
sodomo-- sodomo-- isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 11 Mar 2006
Mesajlar: 1.767
Standart Re: DOĞA, İNSAN, AKIL, BİLİM VE DİN

sodomo---
İspat dediğin şeylerin tümünün kabul edilmiş yargılardan yola çıkarak oluşturulmuş değer ölçütleri olduğunu iddia ediyorum. Bu her zaman böyleydi. İnkarcıların hemen hepsinde böyledir


"İnkarcıların hepsinde böyledir" derken bile yanılıyorsun Aliminyum. İnkarcıların kimisi işine gelmediği için inanmaz kimisi düşünür taşınır ondan sonra inanmaz, kimisi de arar arar da bulamaz o yüzden inanmaz vb. Nereden biliyorsun hepsinin öyle olduğunu?
"Kabul edilmiş yargı" derken de yanılıyorsun çünkü kabul edilmiş yargı ailesinden ve içinde yaşadığı toplumdan aldığı dinsel eğitim sonucu peşinen ve sorgulamadan bir dine yönelik aidiat duygusu geliştirenlere özgüdür yoksa biz Hristiyan ülkelerde yetişen çocukların sürekli Hristiyan olarak büyümesini ha keza Müslüman ülkelerdeki çocukların da büyüyünce müslüman olmalarını nasıl açıklarız ki? Sen Türkiye'de ateistlerin ateizm eğitimi aldıktan sonra mı ateist olduğunu zannediyorsun? Hayır hepimiz gerek ailden gerek sokaktan gerek tv'lerden gerek okuldan tek taraflı bir islam eğitimi alarak geldik bugünlere ve içimizden çok azı hariç kendisine tek taraflı olarak sunulan bu eğitimi aşamadı çünkü sürünün dışına çıkan koyunu kurtlar kapar ve bu sürünün dışına çıkan koyunlar kurtlar kapana kadar da bayağı yer yurt görmüş olur gözü gönlü açılır.

Sözün kısası verili durumda hiç birimizin kabul edilmiş bir yargısı yoktur yani ormanda maymunlarla büyüyen bir çocuk ormanın ona fısıldadıklarını dinler ama tek tanrı inancı geliştiremez çünkü tek tanrı inancı Tanrı'nın değil tarihin bir ürünüdür ve eğer bu çocuk bir şeye tapacak olsa ilk başta önündeki ağaca tapar ama asla tek tanrı inancı geliştirmez ve dahası bütün kainatın Muhammed'in yüzü suyu hürmetine yaratıldığını bile bilmez. Bütün bu bilgiler öğrenilmiş bilgilerdir ve bu anlamda genel kabul görmüş yargıları içine alır ve inanmaya başladığın andan itibaren bu "genel kabul görmüş yargılardan" payını alırsın.


Eğer iddialarında o kadar ısrarcıysan gel seninle bir anlaşma yapak.

Yapak ağam

Benim Peygamber olarak kendisine aklımı ve kalbimi kullanarak iman ettiğim zat ile senin aklını kullanarak inkar ettiğin Zat hakkında karşılıklı delillerimizi ortaya koyalım.
Ama şuna dikkat edelim ki senin de "aklî kurallar" (ne demekse? Herhalde klasik mantığın ilkelerinden bahsediyorsun) dediğin kurallara bağlı kalalım. Kaynakların doğruluğunu, yorumlarımızdaki akla sadakati de dikkate alarak yapalım bunu. Vaktim oldukça cevap vermeye çalışacağım. Senin bu konudaki argümanlarını bekliyorum.



Karşılıklı delillerimizi ortaya koyalım da bu o kadar kolay değil. Herşeyden önce karşılıklı olarak bir "peygamber nasıl olmalıdır" diye sorarak bazı cevaplar verelim ve bunlar bizim bir "peygamber"den beklentilerimiz olsun ve bu beklentileri karşılamayanın da peygamber olamayacağını *kabul edelim.

Yani biliyorsun tarih boyunca binlerce peygamber çıktı ve hala çıkıyor arada bir ama genellikle şimdi moda mehdilik. Ve biz bunların hepsini mehdi yahut peygamber olarak kabul edersek bizim halimiz nice olur? O halde kendisini peygamber, uyarıcı, mehdi vb. ilahi bir görevle yeryüzünde bulunduğunu iddia eden bu yüzlerce insan arasından hakiki peygamberi veya hakiki mehdiyi bulurken nasıl bazı ilkeler ortaya koyuyorsan ve bu ilkelere göre bazı ayırımlar yapıyorsan (Museylime ile Muhammed arasında mesela) aynı şekilde buradada peygamberlik iddiasının ispatı için bazı ilkeler koymamız gerekiyor.

Mesela ilk aklıma gelen: Ahlak

Ahlaki açıdan yetersiz olan birisine sen peygamber diyebilir misin? Tabii ki hayır. "Ahlak" derken de bu kavramı muğlaklaştırmaya gerek yok.
Bugün biz ne anlıyorsak bundan odur. Haa arada tarihsel ve kültürel farklılıklar olacaktır tabii ki ama o zamanda bunun tarihsel ve kültürel farklılıktan kaynaklandığını tespit etmemiz gerekir. Mesela tarih boyunca "hırsızlık" hemen hemen her toplumda gayri-ahlaki bir davranış olarak değerlendirilir. Ama kadınların başı açık dolaşması öyle değildir. Tarihte ve günümüzde toplumdan topluma farklı kriterler vardır. Hatta şehir ve kırsal alanlar arasında da farklı kriterler vardır.

O yüzden peygamberlik iddiasında bulunan birisinin ahlaki yönden bugünün insanlarına bile örnek olması gerekmektedir. Eğer bunu yapamıyorsa o insan için "peygamber değildir" deme hakkına sahip *değil miyiz?


İkinci aklıma gelen: Mucize

Evet, bence peygamber olduğunu söyleyen birisi mucize göstermelidir. Aksi taktirde ilahi anlamda bir destek aldığına neden inanalım?
Şimdi aynı dönemde onlarca insan vardı peygamber olduğunu iddia eden. Bugün de mehdi olduğunu iddia eden yüzlerce insan var. Eğer bunlardan sadece birisi mucize gösterirse o zaman çok rahatlıkla anlarız ki, o diğerlerinden farklıdır. Tabii "ahlaki kişiliğe sahip olma" kriterini ihlal etmediği taktirde. Ayrıca bu mucizenin bir ilizyon gösterisi olmadığına da ikna olmamız lazım.

Üçüncüsü: Devrimcilik

Bütün peygamberlerin içinde yaşadığı toplumu olumsuzdan olumluya, kötüden iyiye, cehaletten aydınlığa doğru dönüştürmüş olması gerekir.
Aksi taktirde böylesine yüce bir ilahi görevin ne anlamı olabilir ki? Yoz bir topluma gelen bir peygamber o toplumun yozluğun zerre kadar değiştirememişse açıkçası ben o peygamberlik iddiasında bulunan kişiden şüphe ederim.

Şimdilik benim aklıma bu üç önemli ilke geldi. Eğer senin veya diğer arkdaşların da bazı ilave ilkeleriniz varsa onlara da bakarız. Ama bu ilkeler üzerinde öncelikle anlaşmış olmamız lazım. Yani sen mesela "devrimci" olma şartı aramazsın o zaman bu ilke üzerinden Muhammed'in peygamberlik iddiasını tartışmamız mümkün olmaz.




Ayrıca;
Bu ülkede bilhassa Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Müslüman halk üzerindeki baskı ve zulümler hakkında istediğin kadar hatta istemediğin kadar delil ve örnek sunabilirim. Ezanın Türkçe okunmasından Kuran öğreniminin yasaklanmasına, şapka giymediği için idam edilenlerden asılsız suçlamalarla zindanlarda çürütülmeye çalışılan nice masum insanların varlığı bir gerçektir
.

Bak "baskı" ve "zulüm" kavramı da çok istismar edilen bir kavramdır. Eğer ezanın okunması yasaklansaydı bu baskı ve zulüm olabilirdi ama "ezanın Türkçe okunması" baskı veya zulüm değildir. *Yani senin hoparlör kullanarak Arapça ezan okumanı ben kendime yapılmış bir zülüm olarak alglayabilirim. Üstelik bunun için çok daha haklı sebeplerim var. Herşeyden önce milli hissiyatlarıma (hem de çok ılımlı milli hissiyatlarıma) aykırıdır Arapça ezan hem de hoparlör sesi oldukça rahatsız edici fiziki olarak ve dahası ezan okuyanların sesleri de berbat ve dahası aynı anda birden fazla camiden aynı ezanı dinlemek dayanılır bir çile değil ve dahası da bunu her gün 5 defa dinlemk zorunda kalmak Çin işkencesi. Lakin bu benim tek yanlı fikrim. Yani ben bireysel oalrak bunu lkendime yapılmış bir zulüm olarak algılasam da sonuçta tek başıma yaşamıyorum ve toplumun dini hassasiyetlerine saygı duyarak fedakarlıkta bulunuyorum. Fakat ezanın Arapça okunması benim fedakarlıkta bulunduğum bir konu değildir. Çünkü bu beni fiziki olarak değil ama hissiyat yönü ile olumsuz etkilemektedir.

Düşün bakalım Fransa'da her mahallede kesintisiz olarak günde 5 kere İnglizce anons yapılsa her defasında 3-4 dakika sürecek şekilde
Fransızların buna tepkisi ne olur?
Veya bin yıldan beri Türkler topraklarında Arapça ezan okurlarken neden bir kere bile Mekke'de veya Medine'de sadece biz Türklere jest olsun diye Türkçe ezan okunmadı? Eğer Arabistanlı yetkililer böyle güzel bir jest yapsalardı bize bu onları "günahkar" mı yapacaktı?
Ama eloğlu bizim gibi değil Aliminyum, onlar milli dillerine ve kimliklerine çok ama çok bağlılar. İslamlaşmanın öbür yüzü Araplaşmadır.
O yüzden ezanın Türkçe okunması "ilkesel" bir meseledir.

"Kuran öğreniminin yasaklanması" demişsin. Kim, ne zaman yasakladı? Bu da Kuran öğreniminin papağanlaşma biçimi olan Arapçasına yönelik bir yasak olmasın? Yani günümüzün Kuran kurslarına benzeyen bir eğitim değil mi yasaklanan?

Peki soruyorum sana: Kuran'ı bu topraklarda ilk defa Türkçe'ye çevirttirerek okutan kimdir?

Koskaca Osmanlı tarihi boyunca halka anlamadığı ve sadece papağan gibi birkaç suresini ezberlediği Kuran öğretilirken, Atatürk ilk defa o Kuran'ı halka Türkçe okutturdu ve dahası Elmalılı'ya da tefsirini yaptırttı. Bu mudur Kuran'ı yasaklamak? Kuran'ı halkın anlayabileceği hale getirme çabası bir "yasak" mıdır yoksa insanları "aydınlatma" çabası mıdır? Eğer Kuran kurslarının kaldırılmasından bahsediyorsan kusura bakma ama hurafeden başka bir şey üretmeyen ve eğittiğini iddia ettiği çocukları papağana çeviren o tip bir eğitim "çağdaş eğitimin" yerini alması ile devre dışı kalmak zorundaydı zaten.

Ama dediğim gibi, miniminnacıcık çocukların papağanlaştırılmasını engellemek zulüm değil bilakis o çocukların zihinlerinin özgürleştirilmesi ve o çocukaların çocukluklarını tekrar doyasıya yaşamalarını sağlamaktır. Senin zulüm dediğin şeye ben "aydınlanma" diyorum.


Sonra şapka giydiği için idam edilenlerden bahsetmişsin. Onlar şapka giydiği için mi idam edildiler yoksa Şapka kanununun çıkmasını protesto ettikleri ve bu protesto eylemlerini bir şeriatçı ayaklanmaya dönüştürdükleri için mi?

"Şapka Kanununun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde protesto olayları yaşandı. İstiklal Mahkemeleri, TBMM’nin çıkardığı laiklikle ilgili iki yasaya karşı yükselen tepkileri kovuşturmaya başladı. Bunlar, şapka iktisası (giyilmesi) ve tekke ve zaviyelerin seddi (kapatılması) kanunlarıydı. Yasaya göre, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası üç aya kadar hafif hapis iken, kanunu protesto hareketleri, sistemin meşruluğuna karşı yönelen idamlık suçlar sayıldı . Şapka, İstiklal Mahkemelerinin en önemli konusu haline geldi.

http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eapka_Kanunu

Bence idam cezaları son derece yanlıştır ve benimsenecek bir tarafı da yoktur. Ama "sadece şapka giydiği için insanlar idam edildi" demek de en azından doğru bir tespit değildir.

...
...
Şapkaya itiraz edenler vardır. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz?...”
(Atatürk'ün 23 Ağustos 1925 İnebolu Türk ocağında yaptığı konuşmadan bir pasaj)


Tekrar ayrıca;
Zamanında yeterince şüphe ettiğimi düşünüyorum. 3-4 yılım şüphe, inançsızlık, vesvese, araştırma, acabalarla geçti. Evet zamanında kendime ateist diyebilirdim ya da agnostik ya da septist her neyse. Karşındaki insanların hepsini aynı kefeye koyma.


O 3-4 yıllık araştırmalarının mahiyetini bilmek isterim. Mesela hengi ayet veya hadisler seni etkiledi? Veya hangi sorularına hangi cevapları aldın da Kuran'dan tatmin oldun ve inanmaya karar verdin?
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 17:15 .