Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > İbrahimi Dinler > İslam

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 12-06-2009, 23:33
phantom
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart Bu ayetler Allahtan mı?

Kuran ayetlerinin bir kısmına eski çağlarda eski uygarlıklar tarafından taşlara,tabletlere kazılan yazılı belgelerde rastlıyoruz.O nedenle Tanrı tarafından olduğu iddia edilen pek çok ayetin aslında insanlar tarafından yazıldığı şüphesi doğuyor.

Aşağıda alıntıladığım Ta-ha suresinin 37-38-39 ve 40. ayetleri eski çağların en bildik simalarından biri olan Sargon'un hayat hikayesine bire bir uyuyor.

Ayetlerden sonra Sargon hakkında bilgi ve şiirini ekledim.

Soru basit.

Ta-ha suresindeki bu ayetler Tanrı'dan mı?


37- "Biz, bundan önce'de bir kere daha sana lütufta bulunmuştuk."
38- Hani annene ,şu mesajımızı vahyetmiştik:
39- "Musa'yı bir sandukaya koy ve nehre at; nehir onu sahile atsın da oradan onu benim ve kendisinin ortak düşmanımız alsın. Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım."
40- Hani izini bulmaya çıkan kız kardeşin Firavun ailesine "size bu çocuğa bakacak bir kadın bulayım m?" dedi. Böylece annenin yüzü gülsün, üzüntüden kurtulsun diye seni ona geri verdik.


Sargon: (M.Ö.2334 - M.Ö.2279), (Akadca: Šarukinu hükümdar meşrudur) Akad Kralı.
Akad sülalesinin kurucusu, Kral Urzababa'nın baş muhasebecisi olan ve Sami halkına mensup olan Sargon, M.Ö.2350 yılında bir savaştan yenik dönen kralına darbe düzenleyerek tahta geçmiştir.
Kral Sargon Elam, Suriye, Lübnan ve Toroslar'a kadar topraklarını genişletti ve Dünya imparatorluğu deyiminin çıkmasına neden oldu.

Kral Sargon kurduğu merkezi devletiyle asırlar boyu Mezopotamya'da süren teokrat tapınak şehir yönetimine son vermiş ve yerine güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilen bir devlet kurmuştur. Sargon, Mezopotamya'da iktidarı ele geçirmekle beraber sosyal, siyasal ve ekonominin yanında sanatta da değişiklikler yapmıştır.

Kendisinden yaklaşık 1000 yıl sonra yazıldığı sanılan bu şiire göre Sargon’un annesi rahibe olduğundan onu gizlice doğurup, Musa gibi sepet içinde suya bırakmış. Sümerlerde rahibeler tanrının karısı olarak kabul edildiğinden doğan çocuklar tanrının çocuğu sayılıyor ve onun yaşamasına izin verilmiyor. Bunun için annesi onu gizlice doğuruyor ve birisi alır düşüncesiyle suya bırakıyor.

"Annem yüksek bir rahibe idi, babamı bilmiyorum.
Yüksek rahibe annem beni gizlice doğurdu.
Beni bir kamış sepete koydu, onu ziftle kapladı.
Beni nehre bıraktı, dışarı çıkamayacaktım.
Nehir beni sürükleyerek su çekici Akki’ye götürdü.
Akki beni sudan çıkardı, kendi oğlu gibi büyüttü beni.
"

Sorumuzu yineleyelim şimdi o ayetler Tanrı'dan mı?

Konu phantom tarafından (13-06-2009 Saat 11:36 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 13-06-2009, 12:44
Davudi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Davudi Davudi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 09 Jan 2008
Mesajlar: 266
Standart

desene intihal yapmak taaaaa ozamandan varmış hemide dini intihaller
halbuki yahudilik hristiyanlık ve islamın patent hakları sümerli babilli mısırlı tanrılar ve tanrıcalara ait

musası olsun meryemi olsun muhammedi olsun ne güzelde yedirmişler cok tanrılı dinleri tek tanrıdan ve kutsal diye ,helali hoş olsun
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 13-06-2009, 14:16
phantom
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart

Aslında bu tür yani ilahi sanılan ama gerçekte tamamen eski kültür ve uygarlıklara ait pek söylence var İslamın Tanrı tarafından gönderildiğine inanılan kutsal kitabında.

Peki bu Ta ve Ha ne demek?

Konu dr humanist tarafından (14-06-2009 Saat 02:48 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 15-06-2009, 15:56
sedatsert sedatsert isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 10 Jun 2009
Mesajlar: 252
Standart

Arkadaşım;
Kur'anın Allah kelamı olup olmadığını, buraya yorum yapan arkadaşların, Kuran mealine bakarak karar vermesi, oldukça cüretkar bir tutumdur.
Bir sözün anlamı ve değeri, "Kim söylemiş, kime söylemiş, ne zaman söylemiş, niçin söylemiş, nerede söylemiş....." gibi bir takım önbilgilerin bilinmesi ile anlaşılabilir. Ayrıca, Arapça gibi lisan-ı nahvi özelliğinde olan bir dilden, türkçeye bire bir yapılan tercüme ile, o ayetler anlaşılmaz. Tefsire ihtiyaç vardır.
Hele hele müteşabih ayetlerin, kesinlikle bir müfessir tarafından tefsir edilmesi ile gerçek anlam ortaya çıkar.

Bu konu ile alakalı Risale-i Nurda 20. Söz eserinde Bediüzzaman bakın ne kadar güzel izah ediyor.
Dilerim Moderatör arkadaşın sansürüne takılmaz:

(......... burada arapça bir ayet var......)

Bir gün su âyetleri okurken İblis'in ilkaatına karsı Kur'an-ı Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti sudur:
Dedi ki: "Dersiniz: Kur'an mu'cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, söyle bazı hâdisat-ı cüz'iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir inegi kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde"hiç aklınız yokmu" der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?"


İlham olunan nüktelerin sureti sudur:

Birinci Nükte: Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmıs ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,
"biz Ademe Allahın isimlerini öğrettik" Hazret-i Âdem'in melaikelere karsı kabiliyet-i hilafet için bir mu'cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz'iyedir. Söyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev'-i besere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva'ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın suunat ve evsafına samil kesretli maarifin talimidir ki; nev'-i besere degil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve daglara karsı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermis ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi oldugunu Kur'an ifham ettigi misillü; melaikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Seytan'ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek genis bir düstur-u külliye-i meshudenin ucu oldugu gibi, pek büyük bir akikatı ihsas ediyor. Söyle ki: Kur'an, sahs-ı Âdem'e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Seytan'ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev'-i besere kâinatın ekser maddî enva'ları ve enva'ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev'-i beserin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev'in istidadatını bozan ve yanlıs yollara sevkeden mevadd-ı serire ile onların ümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev'-i beserin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhis bir düsman teskil ettigini ihtar ederek, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, bir tek Âdem'le (A.S.) cüz'î hâdiseyi konusurken bütün kâinatla ve bütün nev'-i
beserle bir mükâleme-i ulviye ediyor.

İkinci Nükte: Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr'in bir parçası oldugundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiginden, o cehennem-nümun sahra komsulugunda söyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmis ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmis ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan "bakar"ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmıs. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermisler. İşte o zamanda Benî-srail dahi, o kıt'ada nes'et ediyordu ve o terbiyeden bir
hisse aldıkları, cl mes'elesinden anlasılıyor.

İste Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmis ve istidadlarına islemis olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdü günü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor. İşte su hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet oldugunu ulvî bir i'caz ile beyan eder.



Buna kıyasen bil ki: Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa'nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat'ta 'caz-ı Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettigini beyan etmisiz. stersen o risaleye müracaat et.

Üçüncü Nükte:Su âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese malûm ve âdi olan tasların su fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"

Su vesveseye karsı feyz-i Kur'andan söyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anın îcaz-ı mu'cizi ve lütf-u irsadıyla bir derece basitlestirilmis ve ihtisar edilmis. Evet i'caz-ı Kur'anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur'anın bir nuru olan lütf-u irsad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anın muhatabları içinde ekseriyeti teskil eden avama karsı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me'luf ve cüz'î
suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karsı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti österilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. ste bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Hakîm su âyetle diyor: Ey Benî-srail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmus ki: Kalbleriniz tastan daha camid ve daha ziyade katılasstır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teskil
eden o koca taslar, o kadar evamir-i lahiyeye karsı muti' ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumusak ve emirberdir ki, havada agaçların teskilinde tasarrufat-ı lahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sagır taslarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karsı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri (


Evet, zemin denilen muhteş
em ve seyyar sarayın temel tası olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'an'a yakışır. İşte birinci vazifesi: Topragın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdigi gibi, kudret-i lahiye ile taşdahi topraga dâyelik edip yetiştiriyor.
İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir.



Üçüncü vazife-i fıtriyesi: Çeş
melerin ve ırmakların, uyûn ve enharın muntazam bir mizan ile zuhur ve devamlarına hazinedarlık etmektir. Evet taşlar, bütün kuvvetiyle ve agızlarının dolusuyla akıttıkları âb-ı hayat suretinde, delail-i vahdaniyeti zemin yüzüne yazıp serpiyor.
)
ve su damarları, kemal-i hikmetle o taslarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve agaçların dallarının sühuletle suret-i intisarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taslarda mümanaat görmeyerek evamir-i lahî ile muntazam intisar ettigini Kur'an isaret ediyor ve genis bir hakikatı, su âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor: Ey Benî-srail ve ey Benî-Âdem! Za'f ve acziniz içinde nasıl bir

kalb tasıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karsı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert tasların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. taatsizlik östermiyorlar. Belki o taslar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumusaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karsı secdededir.
Zira toprak üstünde müsahede ettigimiz su masnuat-ı muntazama ve su hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı lahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i lahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taslar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karsı yumusaklık gösteriyorlar ve memur-u lahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âsık
gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor. Hem söyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: "Taleb-i Rü'yet" hâdisesinde, meshur dagın tecelli ile parçalanması ve taslarının dagılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmis âdeta yekpare taslardan ibaret olan ekser dagların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye
suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dagların yüksek zirvelerinden o hasyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taslar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp topraga kalbolup, nebatata mense' olur. Diger bir kısmı taskalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dagılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok islerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi' için kudret ve hikmet-i lahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber seklini alıyorlar. Elbette o hasyetten, o yüksek


mevkii terkedip mütevaziane asagı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, basıbos degil ve tesadüfî dahi olmadıgını, belki bir Hakîm-i Kadîr'in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduguna delil ise; o taslara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dagın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkas ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı
ve hüsn-ü san'atı; kat'î, sübhesiz sehadet eder.
İşte su üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar oldugunu gördünüz. Simdi bakınız Kur'anın letafet-i beyanına ve i'caz-ı belâgatına; nasıl su zikrolunan büyük ve genis ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meshure ve meshude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irsad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.


Dilerim anlayarak okur ve istifade edersiniz.
Saygılarımla Sedat Sert


Konu sedatsert tarafından (15-06-2009 Saat 16:29 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 15-06-2009, 16:44
azınlık azınlık isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 23 Feb 2009
Mesajlar: 2.142
Standart

phantom´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Kendisinden yaklaşık 1000 yıl sonra yazıldığı sanılan bu şiire göre Sargon’un annesi rahibe olduğundan onu gizlice doğurup, Musa gibi sepet içinde suya bırakmış.
Selam,

Yanlış hatırlamıyorsam Sargon teokrasinin tepkilerini zayıflatmak ve inançlıları da yeni düzene bağlamak için annesini bir tapınağa başrahibe yapmıştır.

A.

The meek shall inherit nothing! - FZ
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 15-06-2009, 17:46
phantom
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart

sedatsert´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Arkadaşım;


Kur'anın Allah kelamı olup olmadığını, buraya yorum yapan arkadaşların, Kuran mealine bakarak karar vermesi, oldukça cüretkar bir tutumdur.
Bir sözün anlamı ve değeri, "Kim söylemiş, kime söylemiş, ne zaman söylemiş, niçin söylemiş, nerede söylemiş....." gibi bir takım önbilgilerin bilinmesi ile anlaşılabilir. Ayrıca, Arapça gibi lisan-ı nahvi özelliğinde olan bir dilden, türkçeye bire bir yapılan tercüme ile, o ayetler anlaşılmaz. Tefsire ihtiyaç vardır.
Hele hele müteşabih ayetlerin, kesinlikle bir müfessir tarafından tefsir edilmesi ile gerçek anlam ortaya çıkar.

Bu konu ile alakalı Risale-i Nurda 20. Söz eserinde Bediüzzaman bakın ne kadar güzel izah ediyor.


Bir gün su âyetleri okurken İblis'in ilkaatına karsı Kur'an-ı Hakîm'in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sureti sudur:
Dedi ki: "Dersiniz: Kur'an mu'cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidayettir. Halbuki, söyle bazı hâdisat-ı cüz'iyeyi tarihvari bir surette musırrane tekrar etmekte ne mana var? Bir inegi kesmek gibi bir vakıa-i cüz'iyeyi, o kadar mühim tavsifat ile böyle zikretmek, hattâ o sure-i azîmeye de El-Bakara tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de Âdem'e secde olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir imandan sonra teslim ve iz'an edilebilir. Halbuki Kur'an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde"hiç aklınız yokmu" der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bazı hâlât-ı tabiiyesini ehemmiyetle beyan etmekte ne hidayet var?"



İlham olunan nüktelerin sureti sudur:


Birinci Nükte: Kur'an-ı Hakîm'de çok hâdisat-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmıs ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,
"biz Ademe Allahın isimlerini öğrettik" Hazret-i Âdem'in melaikelere karsı kabiliyet-i hilafet için bir mu'cizesi olan talim-i esmadır ki, bir hâdise-i cüz'iyedir. Söyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev'-i besere câmiiyet-i istidad cihetiyle talim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva'ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın suunat ve evsafına samil kesretli maarifin talimidir ki; nev'-i besere degil yalnız melaikelere, belki semavat ve arz ve daglara karsı emanet-i kübrayı haml davasında bir rüchaniyet vermis ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i manevîsi oldugunu Kur'an ifham ettigi misillü; melaikelerin Âdem'e secdesiyle beraber, Seytan'ın secde etmemesi olan hâdise-i cüz'iye-i gaybiye, pek genis bir düstur-u külliye-i meshudenin ucu oldugu gibi, pek büyük bir akikatı ihsas ediyor. Söyle ki: Kur'an, sahs-ı Âdem'e melaikelerin itaat ve inkıyadını ve Seytan'ın tekebbür ve imtinaını zikretmesiyle; nev'-i besere kâinatın ekser maddî enva'ları ve enva'ın manevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev'-i beserin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev'in istidadatını bozan ve yanlıs yollara sevkeden mevadd-ı serire ile onların ümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev'-i beserin tarîk-i kemalâtında ne büyük bir engel, ne müdhis bir düsman teskil ettigini ihtar ederek, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, bir tek Âdem'le (A.S.) cüz'î hâdiseyi konusurken bütün kâinatla ve bütün nev'-i


beserle bir mükâleme-i ulviye ediyor.





İkinci Nükte: Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr'in bir parçası oldugundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiginden, o cehennem-nümun sahra komsulugunda söyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmis ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmis ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan "bakar"ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmıs. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermisler. İşte o zamanda Benî-srail dahi, o kıt'ada nes'et ediyordu ve o terbiyeden bir

hisse aldıkları, cl mes'elesinden anlasılıyor.



İste Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmis ve istidadlarına islemis olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdü günü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor. İşte su hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet oldugunu ulvî bir i'caz ile beyan eder.








Buna kıyasen bil ki: Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa'nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat'ta 'caz-ı Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettigini beyan etmisiz. stersen o risaleye müracaat et.





Üçüncü Nükte:Su âyeti okurken, müvesvis dedi ki: "Herkese malûm ve âdi olan tasların su fıtrî bazı hâlât-ı tabiiyesini, en mühim ve büyük mes'eleler suretinde bahis ve beyanda ne mana var, ne münasebet var, ne ihtiyaç var?"





Su vesveseye karsı feyz-i Kur'andan söyle bir nükte ilham edildi:

Evet, münasebet var ve ihtiyaç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mana ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur'anın îcaz-ı mu'cizi ve lütf-u irsadıyla bir derece basitlestirilmis ve ihtisar edilmis. Evet i'caz-ı Kur'anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur'anın bir nuru olan lütf-u irsad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anın muhatabları içinde ekseriyeti teskil eden avama karsı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me'luf ve cüz'î


suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karsı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti österilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin. ste bu sırra binaendir ki, Kur'an-ı Hakîm su âyetle diyor: Ey Benî-srail ve ey Benî-Âdem! Sizlere ne olmus ki: Kalbleriniz tastan daha camid ve daha ziyade katılasstır. Zira görmüyor musunuz ki, o pek sert ve pek camid ve toprak altında bir tabaka-i azîme teskil


eden o koca taslar, o kadar evamir-i lahiyeye karsı muti' ve müsahhar ve icraat-ı Rabbaniye altında o kadar yumusak ve emirberdir ki, havada agaçların teskilinde tasarrufat-ı lahiye ne derece sühuletle cereyan ediyor. Öyle de; taht-ez zemin ve o sert, sagır taslarda o derece sühulet ve intizam ile, hattâ damarlara karsı kanın cevelanı gibi muntazam su cedvelleri (







Evet, zemin denilen muhteşem ve seyyar sarayın temel tası olan taş tabakasının Fâtır-ı Zülcelal tarafından tavzif edilen en mühim üç vazifeyi beyan etmek, ancak Kur'an'a yakışır. İşte birinci vazifesi: Topragın, kudret-i Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdigi gibi, kudret-i lahiye ile taşdahi topraga dâyelik edip yetiştiriyor.
İkinci vazifesi: Zeminin bedeninde deveran-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelanına hizmetidir.





ve su damarları, kemal-i hikmetle o taslarda mukavemet görmeyerek cereyan ediyor. Hem havada nebatat ve agaçların dallarının sühuletle suret-i intisarı gibi; o derece sühuletle köklerin nazik damarları, yer altındaki taslarda mümanaat görmeyerek evamir-i lahî ile muntazam intisar ettigini Kur'an isaret ediyor ve genis bir hakikatı, su âyetle ders veriyor ve o ders ile, o kasavetli kalblere bu manayı veriyor ve remzen diyor: Ey Benî-srail ve ey Benî-Âdem! Za'f ve acziniz içinde nasıl bir





kalb tasıyorsunuz ki, öyle bir zâtın evamirine karsı o kalb kasavetle mukavemet ediyor. Halbuki o koca sert tasların tabaka-i muazzaması, o zâtın evamiri önünde kemal-i inkıyadla karanlıkta nazik vazifelerini mükemmel îfa ediyorlar. taatsizlik östermiyorlar. Belki o taslar, toprak üstünde bulunan bütün zevilhayata, âb-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki, Hakîm-i Zülcelal'in dest-i kudretinde, balmumu gibi ve belki hava gibi yumusaktır, mukavemetsizdir ve azamet-i kudretine karsı secdededir.

Zira toprak üstünde müsahede ettigimiz su masnuat-ı muntazama ve su hikmetli ve inayetli tasarrufat-ı lahiye misillü, zemin altında aynen cereyan ediyor. Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i lahiye tecelli ediyor. Bakınız! En sert ve hissiz o koca taslar, nasıl balmumu gibi evamir-i tekviniyeye karsı yumusaklık gösteriyorlar ve memur-u lahî olan o latif sulara, o nazik köklere, o ipek gibi damarlara o derece mukavemetsiz ve kasavetsizdir. Güya bir âsık


gibi, o latif ve güzellerin temasıyla kalbini parçalıyor, yollarında toprak oluyor. Hem söyle bir hakikat-ı muazzamanın ucunu gösteriyor ki: "Taleb-i Rü'yet" hâdisesinde, meshur dagın tecelli ile parçalanması ve taslarının dagılması gibi; umum rûy-i zeminde aslı sudan incimad etmis âdeta yekpare taslardan ibaret olan ekser dagların zelzele veya bazı hâdisat-ı arziye


suretinde tecelliyat-ı celaliye ile o dagların yüksek zirvelerinden o hasyet verici tecelliyat-ı celaliyenin zuhuruyla taslar parçalanarak, bir kısmı ufalanıp topraga kalbolup, nebatata mense' olur. Diger bir kısmı taskalarak, yuvarlanıp derelere, ovalara dagılıp, sekene-i zeminin meskeni gibi birçok islerinde hizmetkârlık ederek ve mahfî bazı hikem ve menafi' için kudret ve hikmet-i lahiyeye secde-i itaat ederek, desatir-i hikmet-i Sübhaniyeye emirber seklini alıyorlar. Elbette o hasyetten, o yüksek







mevkii terkedip mütevaziane asagı yerleri ihtiyar etmek ve o mühim menfaatlere sebeb olmak beyhude olmayıp, basıbos degil ve tesadüfî dahi olmadıgını, belki bir Hakîm-i Kadîr'in tasarrufat-ı hakîmanesiyle, o intizamsızlık içinde zahir nazara görünmeyen bir intizam-ı hakîmane bulunduguna delil ise; o taslara müteallik faideler, menfaatler ve onlar üstünde yuvarlandıkları dagın cesedine giydirilen ve çiçek ve meyvelerin murassaatıyla münakkas ve müzeyyen olan gömleklerin kemal-i intizamı

ve hüsn-ü san'atı; kat'î, sübhesiz sehadet eder.


İşte su üç âyetin, hikmet nokta-i nazarında ne kadar kıymettar oldugunu gördünüz. Simdi bakınız Kur'anın letafet-i beyanına ve i'caz-ı belâgatına; nasıl su zikrolunan büyük ve genis ve ehemmiyetli hakikatların uçlarını üç fıkra içinde üç vakıa-yı meshure ve meshude ile gösteriyor ve medar-ı ibret üç hâdise-i uhrayı hatırlatmakla latif bir irsad yapar, mukavemetsûz bir zecreder.








Dilerim anlayarak okur ve istifade edersiniz.

Saygılarımla Sedat Sert





Benim ve buradaki herkesin yapmaya çalıştığı şey tam da bu.

Anlamaya çalışıyoruz.

Musa peygamberle Sargon'un hayat hikayesi birbirine çok benziyor.

O nu sorguluyoruz.

Kuran'da geçen isimlerin tamamının hikayesi başka uygarlıklardan alınmış ta.

Etkileyici sözler işe yarasa atasözleri ya da şairler kutsallanırdı..
Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 15-06-2009, 17:54
phantom
Üye Değil
 
Mesajlar: n/a
Standart

Başka bir örnek te Eyub Peygamber.

Onun hayat hikayesi de Sumer uygarlığında geçen bir başka öyküden alıntılanmış.

Şimdi insan ister istemez merak ediyor.

Kim kimden neyi aldı..

Bir örnek daha yazayım.

Zülkarneyn kim?

Rivayetler var.

Ama şu ana kadar kimse Zülkarneyn'in kim olduğunu bulamadı.

Ya bu hikayeyi kitaba koyanlar da bilmiyorlar onun aslında kim olduğunu ya da bizim kadar biliyorlar..

Yaptığımız şey bu kadar basit anlamaya çalışıyoruz.
Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 16-06-2009, 11:16
hak-dostu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
hak-dostu hak-dostu isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 15 Jun 2009
Mesajlar: 42
Standart

phantom´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Başka bir örnek te Eyub Peygamber.

Onun hayat hikayesi de Sumer uygarlığında geçen bir başka öyküden alıntılanmış.

Şimdi insan ister istemez merak ediyor.

Kim kimden neyi aldı..

Bir örnek daha yazayım.

Zülkarneyn kim?

Rivayetler var.

Ama şu ana kadar kimse Zülkarneyn'in kim olduğunu bulamadı.

Ya bu hikayeyi kitaba koyanlar da bilmiyorlar onun aslında kim olduğunu ya da bizim kadar biliyorlar..

Yaptığımız şey bu kadar basit anlamaya çalışıyoruz.
Kuranın Allah kitabı olduğuna inanmak zorunda değilsin ama tersini de ispatlamalısın ahlaki olarak..neyse burada önemli olan şu:sargon olayı tamamen bir şiire dayanıyor yani uydurmasyon olabilir ama hz Musa olayı bir kutsal kitapta hem de Kuranda geçiyor...yani arkadaşım iki olayı bir tutamazsın bu mantığa da aykırı...Hz Eyyüb olayı ise tamamen insani bir olay yani herkesin başına hastalık v.b olaylar gelebilir...velhasıl Kuran'da geçen olaylar değil bizim onlardan alacağımız dersler önemlidir...
Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 16-06-2009, 11:34
azınlık azınlık isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
 
Üyelik tarihi: 23 Feb 2009
Mesajlar: 2.142
Standart

hak-dostu´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Kuranın Allah kitabı olduğuna inanmak zorunda değilsin ama tersini de ispatlamalısın ahlaki olarak..neyse burada önemli olan şu:sargon olayı tamamen bir şiire dayanıyor yani uydurmasyon olabilir ama hz Musa olayı bir kutsal kitapta hem de Kuranda geçiyor...yani arkadaşım iki olayı bir tutamazsın bu mantığa da aykırı...
Ahlaki olarak tersi ispatlanıyor işte birader; kitabın neredeyse tamamı arak.

Sargon için şiir yazılıyor, bi hazret allayıp pullayıp benim hikayem diye Tevrat'a koyuyor, sizin hazret de araklıyor. Bir mevzu kutsal kitapta geçti diye aslı başka yerde olmayacak değil ya? Bak aslı neredeyse 1500 yıl önce yazılmış.

A.

The meek shall inherit nothing! - FZ
Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 20-12-2016, 14:12
Vefik Sami Vefik Sami isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üyeliğini Sonlandırmış
 
Üyelik tarihi: 15 Aug 2013
Mesajlar: 2.836
Standart

hak-dostu´isimli üyeden Alıntı Mesajı göster
Kuranın Allah kitabı olduğuna inanmak zorunda değilsin ama tersini de ispatlamalısın ahlaki olarak..
Bu arkadaşın müstearı "hak-dostu"
Muhtemelen kendisi beğenip kayıt etmiş.
Ama; bakalım o "Hak" kendisini dostları arasına kabul edecek mi ?
Çünki; Hak dostları evvelâ ne dediğini bilecek kadar - en azından vasati düzeyde - bir birikime sahip olmalı.

Bir şey ıspatlanmışsa, artık inanmaya gerek kalmaz.
Mevzû inanç bağlamında ele alınmaktaysa, o husûsu ıspâta çabalamak, havanda su dövmekten öte bir anlam taşımaz.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 10:27 .