[...]
Ara sokaklardan sessiz ve yavaş, paltolarının altında tornadan çekilmiş kalın sopalar, sinsi kasap bıçakları, baltalar ve ne dağıtılmışsa, ne bulmuşlarsa silah olarak, cepleri taş, içleri korku dolu, kafaları boş ve uyuşmuş üçer beşer gelip toplanmalarından önceydi.
Hastanenin arkasındaki düzlükte anlamını yitirmiş yabanıl yüzlerini mahalleye dönerek, öyle suskun ve dolu, patlamadan önceki tedirginlikle gergin bekleşmeye koyulmalarından önce. Başlarını göğe, çisildeyen yağmura kaldırıp salınarak, 'bir ağızdan uğursuz, titrek haykırışlarla bilenerek ve çarpıntılarını sesle bastırıp korkularını yatıştırmadan.
İlk silah sesiyle ürkmüş bir hayvan sürüsü gibi dalgalanıp dağılarak sokak aralarına yayılmadan. Beşer onar kapılara yüklenmeden daha.
Ateş, duman, yangın, bağrış çığrış, kan, ölüm ve zulüm, yani usa sığmaz çılgınlıklardan birkaç saat önce.
Kırılan cam kapı, masa dolap, bardak çanak ve insanlardan, bebelerle dedelerden, kadın kız çoluk çocuk, ana baba oğullardan önce, günü dinlemeye koyuldu bir kadın. Tedirgin bir bekleyişin yorgunluğunda kesik eli kolu. Korkusunun karanlığında kızgın kendine. Boşa çıkmasını istediği düşü unutma gayretinde.
Şerife Omay mutfak ve kiler olarak kullandığı arka odaya girip bir tas bulgur döktü elindeki tepsiye. Bir uğultu geliyor dışardan, bayırın alt yanından. Pencereye koştu, açtı baktı. Hastanenin arkası insan kaynıyor. Bağrışıyorlar. Kesik kesik, mahalleye, orada oturan herkese, gelmişe geçmişe kargışlar yağdırarak ve yok etmeye ant içerek bağırıyorlar. Rüzgâra tutulmuş kuru ağaçlar gibi sallanarak.
Şehmus’a sesleniyor. Tam o zaman işte ilk silah sesini duyduğu an. Şehmus yetişiyor. Camın ardına gizlenerek bakıyorlar. Beş yüz metre kadar ötede kalabalık yayılmaya başlıyor. Davar yayılır gibi, diyor Şerife içinden. Aynı öyle!
— Taş topla bahçeden. Kapıyı tutalım, öne koş!
Silah sesleri çoğalıyor, uğultu yükseliyor. Sokak aralarına dağılıp dağılıp yitiyorlar. Gürültü, çığrından çıkmış bir dağılma.
Zamanın dışındaydı o süre. Bugünde mi, çok mu eskide, ya da yarında mı? Bilmiyor. Yaşanmamış bir zaman dilimi. Zamansız bir zaman aralığı. Neden sonra Şehmus’a bakıyor. Köşedeki pencerenin dibinde bahçeden toplanmış bir taş yığınının başında, oturuyor. Sessiz ve solgun.
Pencerenin önünde dikeliyor Şerife. iri, esmer, kemikli elleri tüfeği iyice kavramış. Perdenin aralığından, tutuşturulmuş bezlerin fırlatılışına, yalımın, damların, birbirine ulanan inişli çıkışlı uzantısından çoğalıp yayılışına bakıyor. Duman, ateş, çığlıklar, yakarışlar, kargaşalık. Donakalma, umutsuzluk, çılgınlık, her şey apansız bastırıyor.
Delice bir esriklikle koşturan, kapıları omuzlayan, ellerindeki baltaları savuran, damlara, pencerelere dinamit fırlatan gölgelere bakıyor. Evet birer gölge bunlar. Ama kim? Kimin gölgeleri? Onlar gibi kolları, bacakları ve başları varken, aynı günlük giysiler, aynı kasketler, pabuçlar içindeyken, onlar gibi şakalaşıp gülebilen, merhaba diyen, ekmeği, suyu, aşı onlar gibi yiyip içen, aynı yokluğu ve yoksulluğu yaşayan gölgeler. Kim yolladı onları, nasıl?
Bahçe kapısında gözü. NİÇİN? diye bir ses büyüyüp duruyor içinde. Neden, neden, neden? Bağırmalarını, ilenmelerini duyuyor. Çılgınlığın sesleri bunlar, kendini yitirmenin, yok olmanın... Coşturucu, saldırtıcı kargışlamalarını duyuyor, durmadan NİÇİN? diyerek. Kim olduklarını ayırdetmeye çabalıyor. Biraz iyimserlik, biraz korkuyla, onları yatıştırmanın bir yolu olmalı, diye düşünüyor, zorlanarak. Orada kör ve tutkulu, aldatılmış bağırdıklarım biliyor, bir delilik nöbetine tutulmuş gibi saldırırlarken...
Ama neden, diyor yine de. Yaşamımızın ve inancımızın ayrımı nerede keskinleşti? Nasıl, ne zaman, kim yaptı bunu? Erkeklerimizle aynı kahvede tavla oynayan adamlar değil mi bunlar? Ne zaman biriktirdiler bu hıncı içlerinde, kim doldurdu? Kim kime ne yaptı? Aynı tarlada çapa salladığımız gençler değil mi bu gölgeler, aynı 'bayramları bölüştüğümüz, aynı düğünlerde oynadığımız, eşimiz, dostumuz, kirvemiz? Şimdi ne istiyorlar?
Şaşkınlık, korku, öfke birbirine karışıyor. Bekliyor. Gelirlerse bunları anlatacak, yatıştırmaya çalışacak yalvararak.
Sıkıntı çoğalıyor. Soğuk bir tere dönüşüyor ellerinde, saçlarının dibinde. Şimdi yokuş yukarı vuran, geleceği kaçınılmaz bir uğursuzluğa direnmenin yorucu çabasına hazırlıyor kendini. Onlar az aşağıda bağrışarak saldırıp yakıp yıkarken perdenin ardında bir kadın kuşatılmış, kıstırılmış, umutsuz, dayanma gücünü tüketmemeye uğraşıyor. İnsan insanı bu yüzden öldüremez, diyor. Hayır, olamaz!
Olamaz bir şey. İnanmazlık. Hep duyduğu bu.
Parçalanan, yanan insanların çığlıklarım duyuyor. Ayakta güçlükle duruyor artık. Dayanmasa cama, düşecek. Tuzlu gözyaşlarının tadını duyuyor ağzında. Yaşamında ilk kez ağlıyor sanki, öyle geliyor şimdi ona.
Kavrayamayacağı bir hızla patlayıp dağılıyor bahçe kapısı. Öteki kapılar, pencereler aynı hızla ve gürültüyle yıkılıp devriliyor ardından. Taş yağdırıyor Şehmus dumanın içinde beliren karanlık gölgelere. Şerife tüfek elinde kalakalıyor. Çekemiyor tetiği. Zişan’nın büyük oğlunu görür gibi oluyor bir an, yüzünü kapamak istiyor elleriyle. Görmesin, seçmesin istiyor hiçbir şeyi, düş olsun, uyanıversin.
Elleri silaha yapışmış, kopmuyorlar.
— Yapmayın, diyor. Usulca yalvararak ve onurunu gözetmeden.
— Kurban olayım durun. Siz nereli, biz nereli, ne istersiniz? Sizin de bizim de canımızdan gayrı neyimiz var da? Bir arada yaşamıyor muyuz ki? Dedelerimiz ve babalarımız ve onların babaları da böyle yaşamışlardır. Neyi üleşemiyoruz sizle ki? Yoktur bizim bir davamız sizinle, siz kim, biz kim?
Ne duyan, ne dinleyen var. Kapının ağzına yığılı yatakları deviriyorlar. Tüfeği doğrultuyor Şerife, kararlı bir yekinmeyle,
— Yaklaşmayın! diye bağırıyor.
— Ateş etme ana, yapma sakın!
Şehmus bu. Duvara vermiş gövdesini. Yukarı kalkık elinde bir odun parçası.
İndiriyor tüfeği, yürüyor her küçük adımda durup yaklaşarak gelenlere.
— Kardeşiz biz, diyor. İnsanız hepimiz. Babalarımız birlikte savaştı düşmana karşı. Yönümüz yurdumuz bir. Kandırmışlar sizi. Ayın, ayılın!
Hoyrat bir savruluşla odanın dibine yuvarlanıyor.
Oğlunun başına inen tahranın parıltısını gördü ilkin. Sonra keskin demirin inip inip kalkan, odanın loşluğunda şavkıyıp geri dönen kanlı ağzını.
yetişin komşular bir allahın kulu yok mu yetişin oğlumu kesiyorlar bir polis asker yok mu ah anam din İslam yok mu fidanımı devirdiler koşun bir erkek yok mu adalet vicdan yok mu vurun bana da vay ben yanmışımki Şehmusum kanla revandır ah Şehmusum dedimdi sana vay anam vay hükümet yok mu yetişin canlar yetişin yaktılar bizi oy Şehmusum m m m
Şaşkınlık ve acı inanmazlıktan hemen sonra. İlk duyduğu olamaz bir şey. Olamazın olabileceği korkusu. Korkunun dondurucu soğuğu, duruşunu, bakışını taşlaştıran.
Yüreğinin vuruşunu duyuyor. Soluğunu zorlayan, onu tıkayıp bitkin düşüren, oraya oğlunun yığıldığı köşeye atılmasını engelleyen, delice bir hızla. Adımını attığını sanıyor ama kıpırtı göremiyor gövdesinde. Yılgı, hiçlik, onulmazlık ve inanmazlık üst üste yığılıyor içinde. Ses, çığlık biriktiriyor orada o an öyle kaskatı dururken.
Ama bu şaşkınlık anı çok kısa. Umut ve umutsuzluğun aynı güçte gelen sarsıntısıyla çakan şimşek devinime geçiriyor gövdesini, önüne geleni sürüklemeye hazır bir sel gibi atılıyor yerde yatana. Tükenmenin hemen öncesindeki olağanüstü güçle. Düşüncesi gövdesinden çok uzakta.
Silah sesleri kesilmiyor. Çığlıklar, cam şangırtıları, koşuşma, bağrışma ve duman. Koyu kara duman. Bütün bu sesleri duyduğunu ayırdedemeden bakıyor oğluna. Onun bağırmak için açılmış ve öylece kalakalmış ağzından güç duyulur bir inilti çıkıyor. Ayakları yere serili nakışlı kilimi tepiyor bir iki kez, sonra kana bulanmış gözlerinde doymamış bir şaşkınlıkla kasılıp kalıyor.
Yangın. Alt üst olma. İçinde boydan boya bir yırtılma. Artık onca birikmiş, yoğunlaşmış çığlık yenilgiyle koyvermeye dönüşüyor sesinde. İsten kapkara olmuş yüzünde kan çekilmiş dudakları bembeyaz, gözleri delirmiş ve yanarak bağırıyor. Hiçbir şeyi görüp anlamını bilincine iletmeye aracı olamıyor gözleri. Dayanılmaz yorgun ve bitik, ölünün parçalanmış kafasından dışarı fırlamış beynini toplayıp ufalanmış kemiklerin arasına yerleştirmeye uğraşıyor. Sesi çıkıyor mu, kendinin mi bilmiyor.
yok mu bir kimse bir insan olan bir allahın kulu ah anam ben dururken sana niye kıydılar yavrum ben bunca acıdan geri hayreder miyim oy çıkasıca canım daha ne bekletirler güzel allahım ne yaptım ki sana nerde bir erkek ki bir dost bir can bir insan yok mu oy Şehmusum ekin gözlüm kurbanım var nerde o kara köpeğin encikleri vurun beni de ha komayın köleniz olayım vurun n n n n
Karanlığın, dumanın içinde aranıyor o yabansı, aykırı yüzleri. Haykırışlarla ellerine geçirdikleri her şeyi kıran, yastık, minder ve kilimleri bile bıçaklayıp parçalayan, darmadağın eden, ne ve kim olduklarını artık hiç bilmediği bu gölgeler insan olamaz bu kesin. Korkmuyor onlardan artık. Korkuyu çoktan aşmış. Tükenmişliğe karışmış korkunç bir öfkeyle, olanca gücüyle bağırıyor.
sizi gidinin dinsizleri zalimliğe allahın adını katanlara bağış yok hadi beni de vurun ne durursunuz vurun ki allah sizi sevecek bilesiniz nah allah sizden utanacak tiksinecek sizden
O zaman üzerine atılıyorlar. Saçlarından sürüklüyorlar. Ne yaptığını bilmez eller arasında debeleniyor başı, gövdesi. Oradan oraya savruluyor. Tükürmek istiyor bu hayvandan farksız yüzlere, kupkuru dili damağı. Tiksinti gözlerinden, yüzünden fışkırıyor. Oğlunun kanına bulanmış acımasız elleri ısırıyor. Acıyla, acıdan neredeyse uyuşmuş ses geçirmez bir boşluğa yuvarlanıyor.
[...]