Çoğu düşüncemiz miras olarak geliyor. Alışkanlıkların ve geleneklerin mirasçılarıyız. İnançlarımız yöresel kıyafetler gibi, nerede doğduğumuza bağlı olarak değişiyor. Kalıplar içinde büyüyor, etrafımız tarafından şekillendiriliyoruz. Çevremiz bir heykeltıraş, bir ressam.
Eğer İstanbul'da doğmuş olsaydık, çoğumuz şöyle diyecekti: "Allah'tan başka tanrı yoktur. Muhammed Allah'ın elçisidir." Eğer ailemiz Ganj nehri kenarında yaşasaydı, Şiva'ya tapıyor ve Nirvana'ya ulaşmaya çalışıyor olacaktık.
Robert G. Ingersoll, (1833-1899)
ABD'li özgür düşünce, hümanizm ve agnostisizm savunucusunun 1896 tarihli ünlü yapıtının özeti ve çevirisidir. Orijinali için ücretsiz Google Books bağlantısını kullanabilirsiniz.
WHY I AM AN AGNOSTIC / NEDEN AGNOSTİĞİM
Çoğu düşüncemiz miras olarak geliyor. Alışkanlıkların ve geleneklerin mirasçılarıyız. İnançlarımız yöresel kıyafetler gibi, nerede doğduğumuza bağlı olarak değişiyor. Kalıplar içinde büyüyor, etrafımız tarafından şekillendiriliyoruz. Çevremiz bir heykeltıraş, bir ressam.
Eğer İstanbul'da doğmuş olsaydık, çoğumuz şöyle diyecekti: "Allah'tan başka tanrı yoktur. Muhammed Allah'ın elçisidir." Eğer ailemiz Ganj nehri kenarında yaşasaydı, Şiva'ya tapıyor ve Nirvana'ya ulaşmaya çalışıyor olacaktık.
Çocuklar ailelerini sever, onlardan öğrendiklerine inanır ve annelerinin dinine içten bir biçimde inanmaktan gurur duyduklarını söylerler.
Çoğu insan dinginliği sever. Komşularından farklı olmak istemez. Arkadaş çevresi olsun ister. Sosyaldir. Grup halinde gezmekten hoşlanır. Yalnız yürümeyi sevmez.
İskoçlar Kalvenci'dir çünkü babaları da öyleydi. İrlandalılar Katolik'tir çünkü babaları da öyleydi. İngilizler Anjelikan'dır çünkü babaları da öyleydi. Amerikalılar farklı gruplara ayrılmıştır, çünkü babaları da farklı gruplara ayrılmıştı. Bu genel geçer bir kuraldır, istisnalar elbette vardır. Bazı çocuklar ailelerine baskın çıkıp düşüncelerinde değişiklik yapabilir ve farklı sonuçlara ulaşabilirler. Ama bu değişimler genelde gelişim şeklinde olur, yani tam bir dönüş az görülür. Zaten değişenlerin çoğu hala atalarının yolunda gittiklerine inanmaya devam ederler.
Hıristiyan tarihçiler tarafından toplumların dinlerinin aniden değiştiği ve milyonlarca Pagan'ın aniden Hıristiyanlığa geçtiği söylenir. Filozoflar ise bu görüşe pek katılmazlar. İsimler ve çatılar değişebilir ama fikirler, gelenekler ve inançlar aynı kalmaya devam eder. Bir Hıristiyan'ın kılıcını veya bir Müslüman'ın hançerini boynunda göre Pagan, muhtemeldir ki dini görüşünü değiştirdiğini söyleyecektir ama söylemler dışında her şey aynı kalmaya devam eder.
İnanç tercih meselesi değildir. İnsanlar, düşünmek zorunda kaldıkları biçimde düşünürler. Çocuklar isteseler de, tam öğretildiği gibi inanmazlar. Çünkü ailelerine benzemezler. Tabiatları, huyları, heyecanları, kapasiteleri ve çevreleri farklıdır. Bu sebeple ortada sürekli devam eden görülmez bir değişim vardır. Bilinçli ya da bilinçsiz yaşanan bu gelişim sonucu bir karşılaştırma yaparsak uzun müddetler geçtiği zaman eskinin tamamen terk edildiğini ve yeninin içinde kaybolduğunu görürüz. İnsanoğlu yerinde sayamaz. Zihinden çapa atılamaz, ileri gitmezsek geri kalırız. Büyümezsek daralırız, gelişmezsek kuruyup büzülürüz.
Çoğunuz gibi ben de ‘kendinden emin' insanlar tarafından büyütüldüm. Bildiklerini sorgulamayan ve muhakeme etmeyen insanlar. Hiçbir şüpheleri yoktu. Kesin doğruya sahip olduklarından emindiler. İmanlarında ‘belki' -- ‘galiba' yoktu. Tanrı'dan gelen açıklamaya sahiptiler. Her şeyin başlangıcını biliyorlardı. Bir gün, yaklaşık olarak İsa'dan 4,000 yıl kadar evvel Tanrı dünyayı yaratmıştı. Ve tabi ezelden beri, yani bu yaratılıştan önceki sonsuz dönemde Tanrı hiçbir şey yapmıyordu. Yine biliyorlardı ki Tanrı 6 günde dünyayı, bitkileri, hayvanları, yaşamı ve gökleri yarattı. Hatta hangi gün ne yaptığına ve hangi gün dinlendiğine kadar tam olarak biliyorlardı. Dünyadaki kötülüklerin, suçların, hastalıkların ve ölümlerin sebebini de biliyorlardı.
Sadece başlangıcı değil bitişi de biliyorlardı. Hayatta tek bir yol olduğunu biliyorlardı. Güzergâhın dar ve dikenli olduğunu ama sonunda rengârenk çiçekler ve lezzetli meyvelerle dolu, neşe ve mutluluk kaynağı olan cennete ulaşacağını biliyorlardı. Elbette Tanrı, bizim bu güzergâhı kullanmamız için elinden geleni yapmaktaydı. Şeytan ise tüm ustalığını bizi yoldan çıkarmak için kullanmaktaydı.
İyi ve kötü arasındaki bu ebedi çarpışma elbette insan ruhları içindi. Biliyorlardı ki yüzyıllar önce Tanrı tahtını bırakmış ve dünyaya oğlunu göndermişti – o oğul acılar içinde sadece insanlar için ölmüştü. Yine biliyorlardı ki insan doğası gereği ahlaksızdı. Tüm kudretine ve iyiliğine rağmen Tanrı'dan nefret ederdi.
Aynı zamanda Tanrı'nın insana kendi ruhundan üflediğini ve onu mükemmel biçimde yarattığını da bilirlerdi. Şeytanın Tanrı'ya rağmen bu insanın kanına girip, türlü oyun ve hilelerle onu kandırdığı biliyorlardı. Sonunda Tanrı'nın erkek ve kadını lanetleyip ölümlü olarak dünyaya gönderdiğini biliyorlardı. Tanrının tüm yaptıklarını sadece insanı kötülükten arındırmak ve yüceltmek için yaptığına inanıyorlardı. Büyük Tufanı biliyorlardı, birkaç sayılı kişi haricinde yaşayan herkes genç-yaşlı demeden boğulmuştu. Biliyorlardı ki Tanrı, çocuklarının akıllanması için onları silkeleyen bazı depremler, fırtınalar ve yangınlar da göndermiş, büyük kıtlıklar ve savaşlar yaşanmıştı. Tüm bunları çocukları Tanrı'ya inansın, onu sevsinler diye yapmıştı. Biliyorlardı ki, tek kurtuluş inançtaydı.
Ve tabii şüphe eden herkes kaybedecekti. İnanç dışında yapılacak hiçbir şey; yani dürüst ve namuslu bir hayat sürmeniz, ailenize ve yakınlarınıza iyi bakmanız, vatansever olmanız, düşünceli ve saygılı olmanız cehenneme gitmenizi engellemiyordu.
Çünkü Tanrı insanları dürüst, cömert ya da cesur olmalarına göre değil inançlarına göre yargılıyordu. İnancı olmayanlar içinse tek seçenek sonsuza kadar cehennemde acı içinde yanmaktı.
İşte tüm bu rahatlatıcı ve mantıklı şeyler din adamları tarafından ibadethanelerde, öğretmenler tarafından okullarda, aileler tarafından evlerde öğretilir. Çocuklar burada kurbandır ve çoğu zaman henüz beşikte annelerinin kollarındayken hedef olurlar. Düşünmeye başlayacak çağa geldiklerinde ise hocaları tarafından çocuğun sağduyusuna bir savaş açılır. Okuduğu kitaplarda gerçekleşmesi imkânsız olaylar, gerçekmiş gibi anlatılır. Zavallı çocuk çaresizdir. Nefes aldığı hava yalanlarla doludur ve bu yalanlar kanına işler.
Çocukluğumda İncil okunurken dinlerdim, sonrasında kendim de okudum. Tarihe yönelik ilk bilgilerim İncil'dendi. Yahudiler, Musa'nın başından geçenler, diğer peygamberler hepsi önemliydi. İnsanlar tarafından yazılmış kitaplarda insanların kendi düşünceleri vardı ama İncil'de Tanrı'nın kutsal gerçekleri mevcuttu.
Yine de çevreme ve öğretilenlere rağmen Tanrı'yı pek sevemedim. Merhamette cimri, öldürmekte müsrifti. İşkenceye ve yok etmeye o kadar meraklıydı ki tüm kalbimle ondan nefret ettim. Bana Eski Ahit'in tanrısını hiçbir uygar insan da sevemez gibi geliyor.
Hıristiyanlar der ki; Tanrı onları yok etme hakkına sahiptir, çünkü başta onları yaratan da Tanrı'dır. Peki, o zaman neden yaratmış insanları? Ölürken izlemekten zevk aldığı için mi?
Yine Hıristiyanlar der ki; Eski Ahit'teki acımaz Tanrı'nın aksine Yeni Ahit'te Tanrı daha şefkatlidir. Oysa Yeni Ahit'teki Tanrı daha da acımasızdır çünkü Eski Ahit'te Yehova'nın ebedi bir hapishanesi, sönmeyen bir ateşi bulunmuyordu. Onun insanlara olan nefreti dünyada kalıyordu. Düşmanı öldüğü zaman işi bitiyordu.
Yeni Ahit'te ise ölüm bir son değil, sonu gelmeyen cezalandırmanın başlangıcı oluyor. Tanrı'nın kini ve intikama olan açlığı Yeni Ahit'te hiç bitmiyor.
Tanrı, insan kılığına girdiğinde müritlerine düşmanlarını bile sevmelerini, yüzlerine tokat atana diğer yanaklarını uzatmalarını tembih ediyor. Ama aynı Tanrı bir yandan da sonsuz ateşi hazırlıyor.
İnsanoğlunun dünyada yaşayabileceği tüm acıların toplamının – kayıp bir ruhun cehennemde çekeceği sonsuz acının yanında hiçbir şey olduğu söylenir. İnsanın hayal gücünün bile ötesinde bir dehşet.
Ama bu Hıristiyan dünyası için Tanrı'nın adaleti, İsa'nın merhameti oluyor.
Bu korku verici dogma, bu büyük yalan beni de büyük bir Hıristiyanlık karşıtı yaptı. Çünkü bu sonsuz işkenceye olan inanç, gerçek işkencelerin sebebi oldu. Engizisyonu kurduran, toplumları köleleştiren, sayısız insanın kanını döken oydu. Adalet kavramını tersine çeviren, merhameti kalpten silen ve insanları şeytana dönüştüren oydu.
İnsanı Tanrı'nın bitmeyen şiddetinin kurbanı yaptı. Öğretildiği tüm kiliseler toplum için tehlikeli, öğreten tüm vaizler toplum düşmanıdır. Hıristiyan dogması sürdükçe vahşilik de sürecektir. Çünkü o sonsuz kötülüğün, nefretin ve intikamın ta kendisidir.
Yaşadığım ve nefes aldığım sürece, tüm gücümle ve kanımın son damlasına kadar bu yalanla mücadele edeceğim.
Hiçbir şey beni bu sonsuz ıstıraba olan inancın zayıflaması ve onu öğretenlerin bu duruma bozulmasından daha mutlu edemez.
Yüzyıllarca Hıristiyan âlemi tam anlamıyla tımarhane gibiydi. Papalar, Kardinaller, Piskoposlar, Rahipler, Keşişler hepsi deliydi.
Sadece çok kısa dönemlerde akıl ve mantık üstün geldi. Tüm gürültü ve patırtı arasında sağduyunun sesi duyuldu. Cahilliğin şiddetle hüküm sürdüğü dönemde, çok nadiren bilgelik öne çıkabildi.
Ama ilerledik. Umalım ki Hıristiyanlar yakın bir dönemde dogmalarını reddederler ve onun açık bir şekilde akılla ve adaletle çeliştiğini görürler.
Gençliğimde dini kitaplar okudum, Tanrı hakkında, inançla gelen kurtuluş hakkında, diğer âlemler hakkında kitaplar okudum. Tutarsızlıkları ve gerçekleşmesi imkânsız efsaneleri olabildiğince küçültüp anlaşılabilir hale getirmeye çalışan bazı yorumcuları okudum.
Mesela Nuh'un gemisindeki hayvanların gemiye binince aniden huylarının değişip bir arada mutlu mesut yaşadıklarını okudum. Bunları kabul etmek imkânsızdı ama inananlar için pek bir şey fark etmiyordu.
William Paley'in teolojik kanıtını bilirsiniz. Bir adam yerde harika bir kol saati buluyor ve bu saati yapan bir saatçi olduğuna kanaat getiriyor. Daha sonra saatçiyi buluyor ve bu sefer de insanı yapan bir güç olduğuna kanaat getiriyor. Böylece tanrıya ulaşıyor. Herhalde yanlış çıkarım diye buna denir.
Paley'e göre tasarımcı olmadan bir tasarım olamaz, ama tasarım olmadan tasarımcı olabilir. Saatten saatçiye, saatçiden de tanrıya ulaşılabilir ama tanrıya sebep olan olgu hiç sorgulanmaz ve o sonsuz kabul edilebilir.
Özgür irade konusunda Jonathan Edwards'ın değerlendirmesi kabaca şöyledir: Tanrı insanı olduğu gibi yaratır ve alın yazısını belirler. Ama tüm sorumluluk insanda olur. Ayrıca Tanrı isterse insana sonsuza dek işkence etme hakkına da sahiptir. İşte Edwards bu Tanrı'yı sever.
Eğer sonsuz kudrette bir Tanrı'ya ve sonsuz cezalandırmaya inanıyorsanız, bu din savunucularının vardıkları sonuçları da kabul etmeniz gerekiyor. Sonsuz derecede zalimce, sonsuz derecede absürt, Tanrı'ları sonsuz derecede haşin, ama mantıkları kusursuz.
Tabi ben açık yüreklilikle saçmaladıklarını söylemek durumundayım.
Çok sayıda benzer kitap okuyarak gençliğim geçti. Dinin tüm tohumları özenli bir biçimde zihnime ekildi.
Bu dönemde bilim hakkında – yani diğer taraf hakkında hiçbir bilgim yoktu. Kutsal kitaplara ve inançlara getirilen itirazları bilmiyordum. Elbette inkârcıların ve kutsal metinleri ciddiye almayanların başlarına neler geleceği hakkında detaylıca bilgilendirilmiştim. Eleştirilere cevap verilmiyordu ama inkârcıların ruhlarının şeytan tarafından nasıl ele geçirildiği anlatılıyordu. Ve ben, hayatım boyunca tüm okuduklarıma ve dinlediklerime rağmen, yine de buna inanamıyordum. Zihnim ve kalbim ‘hayır' dedi.
Bir süre tüm dini düşleri, yanılsamaları, aldatmacaları, delilikleri ve kâbusları geride bıraktım. Astronomi okumaya başladım. Gök cisimlerinin, takımyıldızların isimlerini öğrendim. Büyüklüklerini ve bize olan astronomik uzaklıklarını öğrendim. Bizim küçük dünyamıza ışık hızıyla bile çok uzak mesafelerde bulunan yıldızların varlığı, tüm evrenin insan yararına yaratıldığı şeklindeki dini iddianın saçmalığını göstermekteydi.
Kutsal kitaptaki yaratılış ile gerçekleri karşılaştırdım. O kitabın yazarının astronomiden kesinlikle haberi yoktu. Acaba o kitabın yazarı, yıldızların ışığının bize ulaşmadan önce milyonlarca yıl seyahat ettiğini biliyor muydu?
Bilseydi Tanrı'nın dünyayı altı günde yaratırken; güneşi, ayı ve tüm yıldızları sadece yarım günde yarattığını söyler miydi?
Yine de milyonlarca insan bunun Tanrı'nın sözü olduğuna inanmakta ısrar ediyor.
Bugün ürkmeyen, düşünceleri korkuyla bastırılmayan, aklı başında herkes kutsal kitaptaki yaratılış hikâyesinin tamamen bilgisiz biri tarafından yazıldığını söyleyecektir. Hikâye gerçeklerle tamamen çelişmektedir ve gökyüzünde parlayan tüm yıldızlar buna şahitlik edebilir.
Kutsal kitabın bilinmeyen yazarının samimi olduğunu kabul ediyorum, en azından doğru bildiği şeyleri yazmıştı ve elinden geleni yaptı. Ama Tanrı tarafından yazdırıldığı doğru değildi. Kitap, yazıldığı dönemde yaşayan ortalama bir din adamının evren hakkındaki bildiklerini içeriyordu. Bir başka deyişle yazarın yazdığı şeyler hakkında hiçbir fikri yoktu.
Burada bana cephe alan din adamlarına şunu söylemek istiyorum: Yanlış hedef seçiyorsunuz. Muhterem cemaat, lütfen astronomlara saldırın. Kepler, Kopernik, Newton, Herschel ve Laplace'ı hedef almanız gerekiyor. Kutsal hikâyelerinizi çürütenler bu adamlardır. Hevesinizi bu adamlardan aldıktan sonra yıldızlara ve sonrasında da kendi kitabına bu kadar ters düşecek deliller bıraktığı için Tanrı'nıza savaş açmalısınız.
Araştırmalarıma jeoloji ile devam ettim. Ama öyle çok derinlemesine değil, sadece doğa olaylarının nasıl oluştuğunu anlamaya yetecek kadar. Ateşin ve suyun hareketini, adaların ve kıtaların oluşmasını, volkanların ve kayaçların yapılarını, denizleri, nehirleri, buzulları ve resifleri tanıdım. Ama öyle çok derinlemesine değil, sadece alttaki kayaların üzerine bastığım çimenlerden milyonlarca yıl daha yaşlı olduğunu öğrenecek kadar. Rüzgârın, suyun ve ateşin gerçek doğası hakkında ‘ilhamla yazılan kitapta' hiçbir bilgi olmadığını anlayacak kadar.
Yine burada söylemem gerekir ki din adamları lütfen bana değil yerbilimcilere saldırsınlar ve onların bulduğu gerçekleri reddetsinler. İnkârcı denizleri ve kâfir kayaçları lanetlesinler.
Daha sonra biyoloji üzerine okumaya başladım. Ama öyle çok derinlemesine değil, milyonlarca yıllık kayaçlar gibi milyonlarca yıllık canlıların da var olduğunu, Âdem ve Havva'nın dünyaya düşüşünden çok önce soyu tükenen hayvan kemiklerinin bulunduğunu öğrenecek kadar.
Sonrasında bu ‘ilhamla yazılan' kitabın doğru olmadığına, milyonlarca insanın aldatıldığına, insanın kökeni hakkında sunulan açıklamanın yalan olduğuna emin oldum. Eski Ahit'in; tamamen kafası karışık bilgisiz bir adam tarafından yazılmış, gerçeklerle yalanların, şefkatle gaddarlığın, felsefeyle akılsızlığın, şiirler ve beylik söylemlerle karıştırıldığı, kimi zaman coşkulu, kimi zaman nefret dolu yakarışlar içinde ortaya atılan delice kehanetler, saplantılar ve kaotik hayallerden ibaret olduğunu hissettim.
Elbette din adamları bilimciler tarafından bulunan kanıtların kendi hikâyelerini desteklediğini iddia ettiler. Bulunan kanıtların inancımızı test ettiğini ya da şeytan icadı olduğunu söylediler.
Jeologlara yaratılış anlatımında geçen ‘gün'lerin daha uzun zaman dilimlerini ifade ettiğini, büyük tufanın ise aslında yerel bir tufan olduğunu söylediler. Astronomlara güneş ve ayla ilgili anlatımların mecaz tanımlar olduğunu söylediler.
Eski Ahit'te bulunan ve karşı çıkılmayan köleliği, çokeşliliği veya şiddeti maruz göstermek için ise o zamanlarda yaşayan insanların düzeyinden ve önyargılarından dem vurdular.
Her durumda ruhban sınıfı kendini çürüten kanıtları başından savmak ve imanını korumak için türlü üçkâğıtlar dener.
Sırasıyla gidersek; ilk olarak bilimin sunduğu gerçeği inkâr ederler – sonrasında onu küçümserler – sonrasında yeni gerçekle uyum sağlarlar – en son olarak da aslında hiç inkâr etmediklerini söylerler. Kutsal kitabı, yeni gerçekle uyumlu olacak şekilde yorumlamaya başlarlar.
Başta iddianın gerçek olamayacağını, aksi durumda dinin çökeceğini söylerler. Sonda ise yeni gerçeklerin dinle tam uyumlu olduğunu söylerler.
Hileyle kurtulamayacakları her şeyi yutarlar, yutamadıkları her şeyden hileyle kurtulmaya çalışırlar.
Ben Eski Ahit'e hataları, saçmalıkları ve caniliğinden dolayı itibar etmiyorum. Yeni Ahit'e ise bilimsel çelişkileri, dini mucizeleri, İsa ve havarilerinin insan ve hayvan bedeninden şeytan çıkarmış olmaları sebebiyle itibar etmiyorum.
Evet, tek başına bu sonuncusu bile yeterli. Biliyoruz ki, yani gerçekten bildiğimiz bir şey varsa, şeytan diye bir şeyin gerçek olmadığıdır ve İsa asla şeytan çıkarmamıştır ve eğer gerçekten bunu yapmaya çalıştıysa ya sahtekârdır ya da delidir.
Böyle iddialara inanacak kadar saf olmamı bekleyen ve hiç bitmeyen işkenceyi yücelten bir kitaba itibar etmiyorum.
İlgim zamanla diğer dinlere, kutsal kitaplara ve Hindistan, Mısır, İran gibi yerlerdeki diğer inanç ve törenlere yöneldi.
Tüm dinlerin benzer yapıları olduğu sonucuna vardım – insanların taparak, dua ederek ve kurban vererek iletişim kurabildiği doğaüstü bir güce olan inanç.
Tüm dinlerin temelde doğanın yanlış algılanmasına dayandığını – o insanların dinlerinin aynı zamanda o insanların bilimi olduğunu; dünyayı, yaşamı ve ölümü, geçmişi ve geleceği açıklamaya çalıştıklarını gördüm.
Tüm dinlerin birbirine benzediğini, aynı ağacın dalları olduğuna karar verdim.
Afrikalılar tüm kalpleriyle taştan bir heykele nasıl tapıyorlarsa aslında cüppeli bir papaz da aynı coşkuyla kendi Tanrı'sına yakarıyor. Aynı batıl inanç onları diz çöktürüyor, gözlerini perdeliyor. Aynı şeyleri istiyorlar ve istedikleri şeyin imkânsız olduğu hakkında en ufak bir fikirleri bile yok.
İlk organize dinin güneşe tapma olabileceği bana mümkün görünüyor. ‘Gök Tanrı', ‘Tepeden İzleyen', ‘Yaşamın Kaynağı'… Ayrıca ‘Güneş' her gün karanlıkla yani insanın baş düşmanı olan kötülükle de savaşıyor.
Tarihte çok sayıda güneş tanrısı oldu ve antik dinlerde en büyük tanrı olarak yer buldu. Pek çok toplumda, pek çok değişik toprakta tapıldı.
Apollo bir güneş tanrısıydı, ‘Gece' ile savaşırdı. Baldur bir güneş tanrısıydı, ‘Şafak' ile aşk yaşardı. Chrishna, Hercules, Osiris, Bacchus, Mithra, Hermes, Buddha, Quetzalcoatl, Prometheus, Zoroaster, Perseus, Cadom, Lao-tsze, Fo-hi, Horus ve Rameses hepsi güneş tanrılarıydı.
Tüm bu tanrıların babaları da Tanrı'ydı, anneleri ise bakireydi. Doğumları yıldızların hareketleriyle müjdelenirdi. Mağara içi, ağaç altı gibi gösterişsiz yerlerde kış gündönümünde doğarlar, bebekken titanlar tarafından öldürülmeye çalışılırlardı. Kırk gün oruç tutar, ibret verici hikâyeler anlatır, mucizeler gerçekleştirirlerdi ve ölümden sonra da tekrar dirilirlerdi.
Yani kısaca bu tanrıların hikâyeleri İsa'ya benzerdi.
Bu bir tesadüf ya da kaza değil çünkü İsa sadece eski bir özgeçmişe koyulan yeni bir isim. O yaşamış bir insan değil bir mit, bir efsane.
Daha sonra gördüm ki sadece İsa'nın hayat hikâyesi değil, pek çok dini sembolü ve dinsel töreni de geçmişten almışız. Hıristiyanlıkta yeni hiçbir şey yok.
Haç işareti bin yıllar öncesine dayanıyor ve ölümsüzlüğün simgesi. Vaftiz sadece Hıristiyanlıktan değil Yahudilikten de eski. Hintliler, Mısırlar, Yunanlar ve Romalılar, Katoliklerden çok daha önce kutsal suya sahiplerdi. İsa'nın son akşam yemeği Paganlardan alıntı. Teslis inancı Mısırlılarda da var, onlar Osiris, Isis ve Horus'a, Baba oğul ve kutsal ruhtan binlerce yıl önce tapıyorlardı.
Yaşam Ağacı, Âdem ile Havva'dan çok önce Hindistan, Çin ve Aztekler'de varmış.
Başka kavimlerin de kutsal kitapları olmuş. Cennetten dünyaya düşme, kefaret, kurtuluş kavramları çok daha eskilere dayanıyor.
Kutsal hakikatimiz esasen yeni ve orijinal hiçbir şey içermiyor, hepsi alıntılar ve yamalardan oluşuyor.
Tüm dinlerin benzer hikâyeler ve çeşitlemelerden oluştuğuna kanaat getirdikten sonra da hepsinin insan yapımı olduğu sonucuna vardım.
Din adamları her zaman Tanrı'nın tüm canlıların yaratıcısı olduğunu, birbirinden farklı türlerde, renklerde ve boylarda bütün canlıların onun isteği ve arzusu ile bulundukları halde yaratıldığını söylerler. Kimilerine saldırı kabiliyeti, kimilerine savunma kabiliyeti, yüzgeç, kanat ya da bacak vererek uygun biçimde yarattığını belirtirler.
İnsanın ise hayvanlardan farklı olarak daha özel bir şekilde yaratıldığını söylerler.
Aklı başında insanlar, bilhassa dini önyargılardan uzak olanlar, doğayı incelerler ve gerçekleri ararlar. Bitkileri ve hayvanları, fosilleri incelerler, kas ve kemik yapılarına bakarlar, hava şartları ve çevrenin etkisiyle türlerde şaşırtıcı değişimler yaşandığını görürler.
Alexander von Humboldt önemli fikirler içeren çalışmalarını yayınladığında, yaptığı parlak genellemeler ile doğada bir bütünlük bulunduğu sonucuna varmıştı. Yaşayan, büyüyen, nefes alan veya düşünen her şey aslında aynı ailenin üyeleriydi.
Charles Darwin, ‘Türlerin Kökeni'nde doğal seçilim süreciyle, bitki ve hayvan yaşamı hakkında merak edilenlere bir açıklama getirmiş ve aydınlanma sağlamıştı.
Aslında benzeri düşünceler pek çokları tarafından kestiriliyordu, ancak Darwin özenle ve sabırla yaptığı çalışmalarla bu kestirimlere somut kanıtlar getirdi. Bu yönüyle Darwin belki de en keskin gözlemci ve doğa bilimcisiydi.
Teolojik görüş ise artık daha küçük ve bayağı görünmekteydi.
Herbert Spencer evrim teorisini yeni ve sayısız fikirle güçlendirmiş, bir filozof ve düşünür gözüyle ilham kaynağı olmuştu.
Thomas Henry Huxley de Darwin'in tarafındaydı. Hiç kimsenin bu kadar keskin kılıcı ve sağlam bir zırhı yoktu. Zekâ, çalışkanlık, yetenek ve düşüncelerini ifade edecek cesareti vardı. Gerçeğe bağlıydı, önyargısız ve korkusuzca tüm dünyadaki din adamları ve onlarla söz birliği eden bazı bilim adamlarına meydan okudu. Yaşamın ayak izlerini en basitinden en karmaşığına kadar takip etti.
Teoloji hiç olmadığı kadar gülünç durumdaydı.
Ernst Haeckel en basit organizmadan – insana kadar tüm canlıların gelişimini incelemiş, bu esnada hiçbir dış müdahale olmadığını, gelişimin tüm evrelerinin doğal olduğunu göstermişti.
Bunlar gibi pek çok büyük insanın çalışmalarını inceledikten sonra ‘özel yaratılma' inancının doğru olmadığına ve din adamlarının yanıldığına karar verdim.
Âdem ile Havva'nın cennet bahçesi silikleşmeye başladı, teoloji bir efsaneye dönüştü.