Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Genel Forumlar > Politika

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #1  
Alt 14-07-2007, 02:54
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart Güvercin Olmak

.

* * *Farklı olana karşı ideolojik koşullandırma, tehdit, keyfi yargılamalar, linç, öldürme, yasaklama, resmi odalarda rüşvet veya tehdit... 100 yıl öncesine dair anlattıklarım ne çok benziyor bu günlere. Hak ihlalleri yanıyla tarih ne denli güncel kalabiliyor sevgili ülkemizde. Susturmak veya kan kusturmak geleneğinde bir şey değişmemiş olduğunu görmek ne acı.

* * *Ne yazık ki sevgili Hrant’ı kaybettik.

* * *Tarih bilgisi, bunun ilk gazeteci ölümü olmadığını, bu toprakların muhalifleri cezalandırma geleneğinden en çok nasiplenen mesleğin de gazetecilik olduğunu gösteriyor. ‘Basın Şehitleri Günü’ olan bir başka ülke daha var mı dünyada, bilemiyorum.

* * * Batıya göre çok yeni olan basın tarihimiz, daha başlangıcından itibaren sansür, yasak ve öldürmelerle şekillenecekti. Abdülhamit döneminde gemi azıya alan yasaklama, sansür ve sürgünlerden artık kurtulduğunu zannettiği 1908 devriminden sonra Basının başına gelenler ise daha da garipti.

* * *Basın, 24 Temmuz 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyeti öyle büyük bir umut ve sevinçle karşılayacaktı ki, bu tarihi ‘Basın Bayramı’ ilan edecekti. Ancak sansürden kurtuluş bayramı ilan edilerek başlayan bu balayı dönemi, daha bir yılını bile dolduramadan sona erecekti. 6 Nisan 1909 gecesi öldürülen gazeteci Hasan Fehmi, özgürlük umutlarıyla başlayan dönemin sona erdiğinin de ilk kara habercisi olacaktı. Basın özgürlüğünden yoksun tarihimizin göstermelik ‘Basın Bayramı’na karşılık, her yıl sayıları artan ölüleriyle hakiki olan bir ‘Basın Şehitleri Günü’müz olacaktı. Susturmanın veya kan kusturmanın gelenekselleştiği bir coğrafyada yaşamanın bedelini ödüyor aydınlarımız.

* * *Yıldız’dan Çalınan İstibdat Dolabı!

* * *Öldürülen ilk gazetecimiz Hasan Fehmi, kendisini öldürenler gibi İstibdat döneminde Abdülhamit rejimine karşı mücadeleden gelmişti. Pek çok Jön Türk gibi bir müddet Paris ve Mısır’da yaşayan Hasan Fehmi, II. Meşrutiyetin ilanından sonra büyük umutlarla vatanına dönecekti. Abdülhamit’e karşı mücadele içinde hedeflenen özgürlüklerin kurumlaştırılması ve yaşanması için gazeteciliğe başlayacak ve Mevlanzade Rıfat’ın çıkardığı Serbesti Gazetesi’nin başyazarlığını üstlenecekti.

* * *Hızla kendi zıttına dönüşen bu süreçte, İttihat ve Terakki Cemiyetini sözünde durmamakla, eski rejimi yinelemekle ve diktatörlük uygulamakla suçluyordu Hasan Fehmi. Yazılarında düşünce ve basın özgürlüğünün sağlanmasını, gerçek bir kanun devletinin kurulmasını savunuyordu.

* * *Sorunları dillendirmekteki ustalığıyla kısa zamanda muhalefetin en etkili kalemi haline gelen Hasan Fehmi’nin yazıları, aydınlar arasında *büyük yankı uyandırırken, Serbesti’nin okur sayısı da sürekli artırıyordu. Ancak özgürlükler adına verilen sözlerin ihlali de giderek sistemleşiyor, Hasan Fehmi de, duruşunun bedeli olarak tehdit mektuplarıyla sindirilmeye çalışılıyordu.
Bu tehditlere prim vermeme kararlılığını, dahası basın özgürlüğü için ‘Matbuat Mitingi’ hazırlıklarının bedelini canıyla ödeyecekti.

* * *6 Nisan geceyarısı, arkadaşı Kaymakam Ertuğrul Şakir Bey’le birlikte Galata köprüsü üzerinde Eminönü’ne doğru yürürlerken, hemen arkasından sıkılan 3 kurşunla öldürülecekti. Galata köprüsünün her iki tarafında da karakol olmasına karşın katil, sırra kadem basacaktı. Buna karşın ‘imdat’ diye bağırarak köprünün *Eminönü girişindeki polise doğru koşan Şakir Bey, önce katil ‘şüphesiyle’ karakola alınacaktı. O sırada henüz ölmemiş olan Hasan Fehmi ise, hastane yerine Şakir Bey’le birlikte Harbiye Nezareti’ne götürülmek üzere bindirildiği arabada son nefesini verecekti.

* * *Hasan Fehmi’nin öldürülmesi büyük tepkiyle karşılanacak, sayıları hızla aran protestocular, önce vezir Hüseyin Hilmi Paşa’dan sonra da Meclis-i Mebusan Reisinden sözcüleri Burhan Felek aracılığıyla katili ve adalet isteyecekti.

* * *Serbesti gazetesi ise, ertesi gün; “Serbest matbuatın ilk kurbanı, ömrünü sürgünlerde geçirmiş olan evlad-ı hürriyetten Hasan Fehmi Bey’in ruhuna fatiha” *yazısından ibaret çıkacaktı. Görkemli cenaze töreninin ardından, “Meslis-i Mebusan ve Kabine’ye” başlıklı başyazıda ise; “Daha önce, milletin kurtuluş sebebi olan Cemiyet, bugün harap ve perişan olmasına neden oluyor...” denilecekti.

* * *Mizan gazetesi ise, çok daha sert bir üslupla şunları yazılacaktı: “..Kahraman ordular, askerler, Allah’ın gayretiyle hürriyeti getirdiler. Hürriyeti meçhul bir çete, fırsatı ganimet bilerek Yıldız’dan istibdat dolabını çaldı. Babıali’nin böyle bir çeteye yataklık ettiği tahakkuk ederse, böyle bir Babıali’yi biz üzerimize hakim değil, ayağımıza toz olarak bile kabul edemeyiz. Artık kafidir, fazlasına milletin tahammülü kalmamıştır..”

* * *“Bu Konuşma Aramızda Kalacak”

* * *Ancak toplumun demokratik birikiminin yetersizliği nedeniyle İttihatçıların hak ve özgürlüklere karşı geliştirdiği kıskaç politikasını geriletmek mümkün olamayacaktı. Nitekim Hasan Fehmi’nin katlinden 10 ay sonra Sada-yı Millet Gazetesi’nin 26 yaşındaki Başyazarı Ahmet Samim de sokak ortasında öldürülecekti.

* * *İlginçtir, Ahmet Samim, Ölüm tehditleri aldığında değil, bu tehditler kesildiği günlerde öldürüleceğine inanmaya başlayacaktı. Ancak buna karşın çizgisinden taviz vermedi; ama kendince önlem almaya ve kendini ölüme hazırlamaya başladı. Bu günlerde yakın arkadaşı Kıbrıslı Şevket’e yazdığı mektupta öldürüleceğini bildiğini, ama korkmadığını, ölüme hazır olduğunu yazacaktı: *
*
“Kardeşim Şevket,
(...) Sana gayet ‘confidentiel’ ve namusunuza tevdi edilmek üzere bir müjde vereyim, fakat bunun hariçte işaası etrafımızda dolaşan tehlikeyi daha yakınlaştırmaktan başka bir şeye yaramaz.
İttihat ve Terakki Cemiyeti idamıma hükmetmiş. İdam olunacağım. Bunu yarı *resmi bir suretle tebliğ eylediler. Haberiniz olsun. Yalnız arkadaşlardan bir şey reca ediyorum. Bana Hasan Fehmi’ye yaptıkları gibi mükellef bir cenaze alayı tertip etmesinler. Demirci köyünde bir bayır tepesinde küçük ve garip bir köy kabristanı vardır. İstiyorum ki, beni oraya defnetsinler. O mezarlığı kenarında gençliğimin en tatlı birkaç saati şiir ve hülyasını geçirdim, fikrimin o küçük mezarlıkta olduğu kadar hiçbir yerde o kadar derin bir sükun ve istiğraka daldığını bilemem... Mezarlığın bulunduğu tepeden bütün kırlar, tarlalar, etrafın uzakta birer küçük ve yeşil demete benzeyen koruları, ormanları...Ve nihayet ta ilerde Karadeniz’in kah rakid ve kebud, kah beyaz ve mütehevvir sathı bipayanı görülür. Cenazemin orada kalmasını reca ediyorum...
Emin olun ki, kalbimde hiçbir korku duymuyorum. Bana dindarane bir tevekkül geldi. Ölmeye razı, hazırım. Yalnız ne zaman olacağını bilmiyorum. Yakında inşallah görüşür ve bunu tafsilatıyla anlatırım. Gözlerini öperim.. Ahmet Samim”

* * *Ölümünden iki gün önce Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın kendisini makamına çağırıp mutasarrıflık önermesi ise garipti. Ahmet Samim, durduk yerde bu mutasarrıflık işinin nerden çıktığını sorduğunda, Dahiliye Nazırı:

“Sizi sevenler, takdir edenler, sizi düşünenler yalnız muhalifler mi? Bizim aramızda da sizi beğenenler, sevenler vardır. Geçen gün- adı lazım değil- eski dostlarınızdan biri bana öyle çıkıştı ki, ‘Samim’in arkadaşlarından kimi vali, kimi mebus, kimi hatta nazır oldu. O ise hala matbaa köşelerinde...” diyecekti.

Ahmet Samim ise; “Ben halimden memnunum. Gerçi beş parasızım, ama derin bir vicdan rahatlığı içinde *yaşıyorum. Bu saadet bana yeter” diyecekti.

Dahiliye Nazırı: “Peki, şu halde dostuma böyle söyleyeyim” dedi. Sonra uzun süre Ahmet Samim’in elini tutarak, “Bu konuşma aramızda kalacak” dedi. “Bugünden başlayarak dost olacağız. Ne zaman isterseniz, her ne için olursa olsun bu dairenin kapısı size açıktır” diyerek Samim’i *uğurladı. (Hüküm Gecesi)

* * *Benzer bir tehdit anısı Refik Halid tarafından da anlatılacaktır (ki bu tip anlatılar, Hrant’ın anlatımlarını daha da düşündürücü hale getiriyor):
“ Öyle, sadece altında imza yerine tabanca, mavzer kurşunu resimleri konmuş mektuplarla mı? Hayır! Resmen bir makama çağrılarak, şu suretle:
‘Bazı ateşli hatipler var, aleyhinize galeyan halindeler. Bunları men edememekten korkuyoruz. Emsalini de gördünüz. Dostane tavsiye ederiz ki: Hükümeti ve cemiyeti mukaddeseyi tenkidden vazgeçiniz. Gençliğinize yazık! Kuvvetli kaleminizi lehde kullanmalısınız!’”

* * *Muhalefetin Adı ‘Hainlik’!

* * *9 Haziran 1910 Perşembe akşamı, arkadaşı Fazıl Ahmet Aykaç’la birlikte Sada-yı Millet matbaasından çıkıp Eminönü’ne doğru yürümekte olan Ahmet Samim, karanlığın içinden gelen silah sesi ile kendi etrafında dönerek yere yığılacaktı...

* * *Yakup Kadri Karaosmanoğlu, üyeleri arasında Ahmet Haşim ve Refik Halid Karay’ın bulunduğu Fecri ati edebiyat topluğunun seçkin kalemlerinden Ahmet Samim’in öldürülme nedenini şöyle açıklar:
“Çünkü o sıralarda gerek ‘Divan-ı Harbi Örfi’nin gizli işkence usulleri kullandığına dair belgeleri ortaya atan, gerek Soma-Bandırma demiryolu imtiyazı işinin içyüzünü açığa vuran tek gazeteci o idi.”
“...Bizde garip bir halet-i ruhiye var -diye yazmıştı Ahmet Samim, 10 Şubat 1910’daki yazısında-. Matbuat Osmanlılığın fezailinden, şevketinden, şan ve kudretinden bahsettikçe vazifesini ika etmiş oluyor; bunun haricinde çıkıp da şu ve şu kusurlardan, filan ve falan şeydeki zaaf ve acizden bahsetti mi, o zaman fena bir hattı hareket takip etmiş oluyor; garazkar oluyor. Hatta bazı garip düşünenler görülüyor ki, garazkarlığı da kâfi görmeyerek sizi ‘ihanetle’, ‘hain bir maksada hizmetle’ ithama kadar varıyorlar. Gazeteler hükümetin zaafını da gösterir, satvetini, şevketini de...”

* * *Basın ve düşünce özgürlüğüne dair de şunları yazmış Ahmet Samim: “Bir memleket ki hürriyet vardır, orada efradı milletten her biri, herhangi bir fırkaya mensup olursa olsun, kanaat-i içtimaiye ve siyasiyesi her ne olursa olsun, şahsen hiçbir taarruz ve tecavüze uğramayacağından, hükümetten kanuni ve meşru bir talebi bulunursa tamamen bitaraf ve bigaraz bir muamele, hasılı daima adalet göreceğinden katiyen emin olmalıdır “( Sada-yı Millet, 29 Ocak 1910)

* * *Hasan Fehmi’nin cenaze töreninin yinelenmesini istemeyen polis ve jandarma, Hilal Matbaası’nın kapısını kırıp cenazeyi kaçıracak ve Sultan Mahmut türbesine gömecekti.
Arkadaşları, cinayeti ve Ahmet Samim’in mektubunu kamuoyuna duyurmak isteyecek, ancak bunu bastıracak yayın organı bulmakta zorlanacaklardı. Refik Halid Karay: “...Şu var ki bildiri basmak bizi idama kadar götürebilirdi. Fakat, yayınımızı gazete ile yapabilirsek, müebbet kürek cezasıyla kurtulabilirdik. Peki öyle bir gazete nerede? En az bizler kadar deli birini bulmamız, bu delinin de bir gazetesi olması gerekiyordu. Bulduk: Türkiye’nin ilk sosyalisti Hilmi. Gazetesinin adı: İştirak!” diye yazacaktı.

* * *Ahmet Samim katlinin arka planını duyuran İştirak’ın özel sayısı, toplatma kararı uygulanana kadar rekor sayıda satılacaktı. Tabii bir bedeli vardı bu işin. Nitekim İştirakçı Hilmi ve Kıbrıslı Şevket, tutuklanıp Bekirağa Bölüğüne konulacak, İştirak da kapatılacaktı. Sonradan devreye Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa girerek onları kurtaracaktı. “Tekrarı halinde *asarım” tehdidiyle serbest bırakılan İştirakçı Hilmi, 12 yıl sonra, 16 kasım 1922’de, Bozdoğan Kemerinde bir sivil polisin kurşunuyla can verecekti *

* * *Güvercin Kırımı

* * *Farklı olana karşı ideolojik koşullandırma, tehdit, keyfi yargılamalar, linç, öldürme, yasaklama, resmi odalarda rüşvet veya tehdit... 100 yıl öncesine dair anlattıklarım ne çok benziyor bu günlere. Hak ihlalleri yanıyla tarih ne denli güncel kalabiliyor sevgili ülkemizde. Susturmak veya kan kusturmak geleneğinde bir şey değişmemiş olduğunu görmek ne acı.
10 Ocak yazısında “İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey bakanlar?..” diye haykırdığında, belli ki henüz ölümü beklemiyordu sevgili Hrant.
“Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliğinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz!” diye yazıyordu.
Oysa bu topraklarda güvercinler vurulur sevgili Hrant; adı Hasan Fehmi, adı Ahmet Samim, adı Sabahattin Ali, adı Uğur Mumcu, adı Musa Anter, adı Hrant Dink, güvercinler hep vurulur bu topraklarda...

31 Ocak 2007 Erdogan Aydın

Konu dilaver tarafından (19-01-2009 Saat 19:45 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 19-01-2009, 18:18
frodo - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
frodo frodo isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 26 Aug 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 5.877

Onur Üyeliği 

Standart

Güvercin aramızdan ayrılalı 2 koca yıl olmuş.

Saygıyla anıyorum...

İnsani olan her şey kabûlüm.
Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 19-01-2009, 19:43
dilaver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
dilaver dilaver isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 28 Sep 2006
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 12.080

Onur Üyeliği Başarı Ödülü Başarı Ödülü 

Standart

Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

"Ya sabır" çeke çeke...
Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. "Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: "Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur." Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

"Türk Devleti adına"
İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. "Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? "Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?" Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

"Ölüm-Kalım" dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. "Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. "Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan'a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! "Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.



HRANT DİNK - AGOS ( 19 Ocak 2007)

Çin'den İspanya'ya, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar
her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var
Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz...

Nazım Hikmet

www.dilaverkom.blogcu.com
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 19-01-2009, 20:04
vartor - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
vartor vartor isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 15 Mar 2006
Bulunduğu yer: Toronto
Mesajlar: 8.615

Onur Üyeliği 

Standart

Daha dun gibi geliyor Hrant'in olum haberini ilk duyusum.
Demek iki sene gecmis ha!
Bos yere olmedi, belki de hayattayken basaramadigini olumuyle basaracaktir diye umutlanmistim cenaze toreninde yuzbinlerce insani gordugumde;
Aradan iki sene gecmis, 301'inci madde hala yururlukte, nerdeyse kulturumuze, mimariyla, yemegiyle, sanatiyla, muzigiyle, yuzyillarca katkida bulunmus, kendi vatandaslarimizdan ozur dilemek bile suc sayiliyor hala.
Daha kac tane Hrant'larin olmesini bekleyecegiz en temel insan hakkimiz olan, fikir ozgurlugune kavusabilmek icin.
Gelmis gecmis tum cesur guvercinlerimizi saygiyla aniyor, onlara el uzatan katillere, akil ve mantik diliyorum...

Iman, ask gibidir,gozleri koreltir,beyni muhurler.
Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 19-01-2009, 21:02
prozac - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
prozac prozac isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Super Moderator
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 20 Oct 2008
Mesajlar: 5.477
Standart Güvercin olmak istiyorum..

Yaşamak istiyorum.
Bazen sorumsuzca bazense çok mutlu…
Yaşamak istiyorum, herkes gibi!
Herkes gibi hem mutlu hem mutsuz,
Herkes gibi fakir ya da zengin.

Yaşarken ölmek istiyorum.
Yaşarken ölümü tatmak,ölmek istiyorum.
Ölürcesine hayata bağlanmak,yaşamayı sevmek istiyorum.
Mutsuz olduğumda uyumak,
Mutlu rüyalar görüp mutlu uyanmak istiyorum.
Mutlu olduğumda mutlu etmek istiyorum birilerini…
Onları rüyadaymış gibi sevmek istiyorum.

Akşam güneşi batmadan aşık olmak istiyorum.
Karanlık bastığında sevdiğimi öpmek,
Şafak söktüğünde çekip gitmek istiyorum.

Hayatı anlamak ve ağlamak istiyorum.
Sevilmek.nefret etmek istiyorum.
Vatanım için ölmeyi,
Uzaklara gidip hiç gelmemeyi istiyorum.

Paranın olmadığı bir dünya istiyorum.
Roket atarların,füzelerin,bombaların olmadığı bir dünya…
Sevginin para ettiği bir dünya istiyorum.
Böyle bir dünyada en zengin olmak istiyorum.
Aşk dolu,hayat dolu bir dünya…

İnsanların yardımsever ve paylaşımcı olduğu bir dünya istiyorum.
Yeniden doğmak,doğup böyle bir dünyada yaşamak istiyorum.
Sevgi dünyasında sevmek,
Aşk dünyasında aşık olmak istiyorum.
Kafama estiğinde gülmek,tebessüm etmek istiyorum.
Bunu yaparak deli olmak istiyorum.
Gülmeyi bilen mutlu deli…

İnsanları anlamak istiyorum.
Onlara hak vermek,
Yaptıklarına üzülürcesine sitem etmemek istiyorum.
Bir insan yüzünden binlerce insan ölmesin istiyorum.
Yeni doğan bebeklerin ağlayarak değil gülerek doğmasını istiyorum.


İçimden gelenleri yazmak istiyorum.
Aklıma ne gelirse yazmak,okumak istiyorum.
Annemi ve babamı karşılıksız sevmek,
Onları sevgi dolu öpmek istiyorum.

Hayat denilen bu çarka çomak olmak istiyorum.
Bu iğrenç düzeni bozmak…
Gönlü zengin insanların uyum sağladığı bir düzen istiyorum.
Dünyayı sevmeyi bilen insanlarla paylaşmayı,
Onlarla mutlu olup onlarla mutsuz olmayı istiyorum.

Kendimi anlamak istiyorum.
Niye bu kadar çok şey istediğimi bilmek,
İsterken bencil olmamak istiyorum.
İstediklerimi kendim için değil tüm insanlık için istiyorum.
Dünya benim diyenlerin değil hepimizin diyenlerin yanında olmak istiyorum.

Dünyayı yardımsever insanlarla paylaşmayı istiyorum.
Çocuğuma paylaşmayı öğretmek
Ona sevmeyi,sevilmeyi öğretmek istiyorum.
Unutmamak,hatırlamak istiyorum.
Şiirimde unuttuğum duygu kalmasın istiyorum;
Ama biliyorum ki unuttuğum çok şey vardı.
Onun için ağlamak,
Ağlayıp içimi boşaltmak istiyorum.

Beyaz bir güvercin olmak istiyorum.
Dünyanın dört bir yanına uçup barış ve sevgi götüreyim diye…
Barış güvercini olmak istiyorum.
Kanatlarımı sevgiyle çırpmak istiyorum.
Uçmak,uçmak hiç durmamak istiyorum.

Şiir :Yunıus Becit

Başlığı görünce farkettim..Aklımın bir köşesinde bir ''güvercin'' kalmış
kaynak kişisel posta..

Sen Tanrılığını bil..Ben de İnsanlığımı...
-----------------------------------------------------

Hayat Değişimdir...
Kuranda Mucize Yoktur..
Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 21-01-2009, 14:29
cigi cigi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Yasaklandı
 
Üyelik tarihi: 28 Jun 2009
Bulunduğu yer: Rotterdam
Mesajlar: 1.714
Standart




BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM


Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.




NAZIM HİKMET
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 11:56 .