Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Turan Dursun > Turan Dursun

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #31  
Alt 30-09-2012, 06:48
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Abdul Hoca, eline geçeni, mal-davar, ya da toprak satmalmaya
veriyordu hep. İnek, öküz, koyun sayısını çoğaltıyor, tarlasını,
çayu-ını genişletiyordu.
Hocanm gittikçe büyüyor olması, giderek köylülerin, özellikle de
bir kesiminin hoşuna ^gitmez olmuştu. İmamı buyrukları altında
görmek isleyenler, iyice tedirgin olmuşlardı. Ayrıca imam Türk'tü.
Köyün tümüyse Çerkez'di. Bir Türk'ün, durup dururken güçlenmesi
hiç de sevimli gelmiyordu.
Bütün bu nedenlerle, Abdul Hoca, Simo'da artık pek
sevilmiyordu. Köylüyle arasındaki ilişki oldukça bozulmuştu. Arka
çıkanlar da vardı kuşkusuz. Ama bunların sayıları çok değildi. İçlerin
de güçlü kim.seler de azdı. Kısacası, hoca yalnız kalmıştı büyük
ölçüde. İlişkilerin bozulmasından sonra, hocayla köylüler arasında
zaman zaman kavgalar da oluyordu. Hocanın dövülmesine bile
rasüanıyordui Ne ki, hoca yılmıyordu. Savaşımını sürdürüyordu.
- Mezin Ahmet, bu Çerkezler, .seni burada durdurmazlar.
Abdul Hocaya söyleniyordu bu. Söyliyen de karısı Hatun'du.
Hatun, taktığı bu adla seslenirdi-kocasına. Aslında "Mezin Ahmet",
Şarkışla'nın bir köyünde herkesin biraz safça tanıdığı bir müezzin
adıydı.
, H(x;a, karısını hem azitflar, döverdi; hem de sırasında dinlerdi. Bu
uyıuısını da yabana atmamıştı, Simo'da, Çerkezlerin içinde ev, tarla,
çayır .satın aldığına pişmandı artık. Esmer'de, ağaların elinde kalan
topraklarının acısını çıkarırcasına Simo'da satınalma yoluna giünişti,
ama neye yarardı? Tekti, yalnızdı bir sürü istemez kimselerin
karşısında.
- Bilirsin, ben de bilirim amma, bir kerre yanıldık. Kurtulmah da
zor olacah.
-Get, başha bir kövde imamlıh bul, satah-savah gidek.
- Hele dur bahah, Allah Kerim.
Öğle olmuştu. Hoca camiye^ Hatun da mala-davara-yöneldi.
Oğlan da, birçok kez dayaklarını yediği Tepo'nun çocuklarıyla
oynamaya giünişti. Çocuklarla, kimi zaman çelik-çomak, kimi zaman
da "aşıh" (aşık) oynardı.
187
Hoca camiye giderken, iki kişinin, yolunu kestiğini gördü.
İkisinin de niyeti iyiye benzemiyordu. Yolunu değiştirip biraz uzaktan
gitmeyi denedi, ama hayır, adamlar yol vermiyorlardı. Ellerinde
sopalar. Canavar gibi de bakıyorlar. Bunlara karşı birşeyler yapmak
^erek. Ama, ne? Hoca, kendini savunabilecek birşey bulabilmek için
çevresine bakındı; taştan başka birşey yok. Korkak da davranmamak
gerekiyordu. Yoksa adamlar daha da çok yürekleneceklerdi. Hoca, hiç
oralı değilmiş gibi ve adamları görmezlikten gelerek yürüdü. Adamlar
laf attılar. Ana-avrat sövmeye başladılar. Hoca üstüne almıyormuş gibi
davrandı. Ama boşuna. Karşıdaki eli sopalılann saldıracakları belli.
Çevredekiler dc bakışıyorlardı. "-Ne yapıyorsunuz, hocaya böyle laflar
söylenir mi?" diyen, araya giren yok. Başka zaman, başka ortam,
başka yerde olsa böyle bir şeyin olabileceği düşünülmez bile. Hocaya
karşı gelinmez. Hele kötü söz, hiç söylenmez. Hele hele saldırmak,
dövmeye kalkmak, dövmek., hiç olamaz. Bir terbiyesizlikte bulunan
kimse, hemen susturulur, cezalandmlır. Çevreden bakanlar, hocanın
dövülmesini ister gibi bakıyordu. Kadın, erkek^ çoluk-çocuk.. hep
seyirci. Biraz ötede, hocanın oğlunun da içlerinde bulunduğu çocuklar
oyunlarım bırakmış, kavga izleyicilerine katılmak üzere koşmuşlardı.
Hocanın oğlu baktı ki, sövülüp sayılan ve saldınya uğramak üzere
olan, babası. Hemen eve, anasına haber vermeye koştu. Anası yoktu.
Mala, davara gitmişti. Oğlan, orada gördüğü bir dirgeni alıp döndü.
Babasına yardım etmek istiyordu. Hoca, kimsenin kendisine yardımcı
olmadığını da görünce, bir anlık bir karar ve hareketle, eli sopah iki
kişiden birinin elindeki sopayı aldı. Ve hemen yana çekildi.
îCarşısındakiler artık kolayca saldıramazdı. Kendisi de saldırmadı. Tam
bırakıp yoluna gideceği sırada, oğlu, aklı sıra babasına yardım için
elinde dirgen geliyordu. Elinden sopası alınmış olan, hemen çocuğa
doğru koştu, yetişip dirgeni aldı elinden. Ve dönüp, hocaya dirgenle
saldırdı. Korkunç bir boğuşma. Ard arda vurulan dirgenler ve sopalar,
hocanın iflahını kesiyordu. Çocuk, ağlıyor, bağu-ıyof ama elinden
birşey gelmiyordu. Boğuşma> bir evin duvannm yanındaydı. Çocuk
damın üstüne çıktı, orada bulduğu Myükçe taşı, ^dırganlârm üzerine
yuvarladı. Taş, babasının üstüne de düşebilirdi. Ama çılgına dönen
oğlan, bunu düşünemedi. Saldırganlar, ne olduğunu şaşırıp saldırıyı
bıraktılar. Hoca da kendini toparlamaya çahşü. Hemen ardından, olanca
188
güGünü kullanarak, yüzü-gözü kan içinde camiye doğru ilerledi.
Vardığında cemaat birikmişti.
- Ey cemaat, görün hoçanızm halini. Bu durumdaki insan, size
imam olacah, önünüze geçip namaz kıldıracah! İşte gözlerinizle görün.
Peygamberi nasıl sevindirdiğinizi anlayın!
Sözler de çok etkili olmuştu. Hemen ilgilendiler.
- Hangi kâfir oğlu kâfirler bunu yapüysa cezasız bu-akılmasm!
- Başka köyler bunu duyarsa bize ne der?
- Muhtarı-azası yok mu köyün? Bu zâlimler kimlerse
cezalandnsmlar.
Hacı Mûsâ da oradaydı. Mûsâ, hocayla iyi konuşurdu.
Arkadaştılar.
- Hoca, söyle, o kâfir oğlu kâfirlerin kimler olduğunu söyle, ben
yalnız başıma gidip onların hakkından gelim! Onların hakkından
gelmedikçeöe gelip arkanda namaz kıhnıyacam. Haydi söyle!!!
Hacı, kükrüyordu. Ağzından köpükler saçılıyordu. Az-çok arkası
da vardı hacının. Oldukça etkili olduğu söylenebilirdi. Ama hocanın
karşısında olanlar, daha güçlüydü. Hocanın karşısında bir Tayfur Ağa
vardı ki, çok "hükümlü"ydü. Köyde, yeni yazıyı bilen okur - yazar
hemen hiç yokken, Tayfur Ağa'nm çocukları büyük kentlerde
fakültelerde okurlardı. Çokça adamları vardı. Zengindi çünkü. Köyün
yansına yakın toprağı vardı. Hocayla bir süre arası iyiydi. Ama
"bitinin biraz kanlandığını" görünce h(x;ayı sevmez oldu. Yine de olay
karşısında cemaat üzgün görünüyordu. Hacı M usâ cemaati de kınadı.
- Hocanın başına gelen hâdise, yeni değil. Daha önce de
saldırmalar oldu hocaya. Ne yaptınız? Siz oturup sesinizi
çıkarmazsanız, zavallıyı öldürürler de. Camiye niye geliyorsunuz?
Sevap kazanmak için mi? Allah nzasını elde etmek için mi? Hocanm
başına gelenlere seyirci kalmanıza Allah razı mı olacak?
- Hacı, hele dur, sakin ol! Elbette ki onlann yanma kalmıyacak.
- Onların yanma kalmıyacakmış! Daha öncekiler kalmadı mı
sanki? ,
- Yine de sakin ol hele. Muhtarı da çağıralım, birşeyler yapalım.'
Su getirmişler, hocanın kanlarını temizlemişler, yaralarını
189
sarmışlardı. Hoca biraz kendine gelir gibi oldu. Ama namaz kıldıracak
gücü yokm. Hele ezan okuyacak gücü hiç kaünamışü.
- Hacı sen ezan ohu. Namazı da geç, sen kıldır.
Ordan burdan da zorladılar; hacı çıkıp caminin damında ezan
okudu. Sonra da inip cemaate namazı kaldırdı. Ve hemen muhtarı
çağırdılar.
Muhtar, saldırganları bulup getirdi. Saldırganlar, hocanın elini
öptüler. Barışmışlardı artık. Olay kapandı. Hocanın yediği dayak da
yanma kaldı.
Duran çocuklara katılmış oynuyordu yine. Simo'ya geleli hemen
hiç okumuyor, sürekli oynuyordu. Bir daldı mı, akşama değin başım
kaldırmıyordu. Yemeyi-içmeyi bile aklına getirmiyordu. Nenesi ve
babası da bu duruma çok kızıyorlardı.
Epeyce aşık üunüştü. İki cebini de şişire şişire doldurmuştu. Çok
mutluydu. Kartallı köyünde kitaplanna dalarken, dersleri yükselirken
vc yeni şeyler öğrenirken duyduğu mutluluğa benzer bir mutluluk
duyuyordu oyundan vc kazandığı aşıklardan. Tadına doyulmaz oyuna
alabildiğine daldığı ve kendinden geçtiği bir sırada, korkunç bir
pençeyi, ensesinde duydu. Ve yuvarlandı. Babasının pençesiydi
yuvarlıyan. Babası demek, ölüm demekti. Anasını döverken, nasıl
giriştiğine, zavallı kadını yerde nasıl serili bıraktığına nice kez tanık
olmuştu. Kendisi de kaç kez yemişti onun dayağını. Kaç kez
öldürülesiye dövülmüştü. Onun için babasını, Azrail'le bir tutardı.
Azrail'ini görür görmez, toparlanıp fırladı. Azrail'i de arkasından
koşuyordu. Ama yetişemedi.
Babasını kolladı. Babasının akşam namaza gittiğini görünce, eve
girdi. Biraz ekmek alıp yiyecek ve hemen geri çıkacaktı. Gece de
ahırda, samanlıkta kalırdı belki. Birçok kez olduğu gibi.. Babasının
korkusundan..
İçeri girince nenesi, anası, bacıları vardı.
- Ana çoh acıhtım.
190
- Bir parça ekmek al, ye, çıh! "Çebik" (çabuk) ol ki, baban gelip
yabalamasın. Yabalarsa öldürür. Sen oynarken yabalamış, köpürirdi.
"-Elime geçirirsem öldürecem!" diyirdi. Haydi çebik.
Anası yukarıda, kimse uzanmasın diye asılı bulunan, el kadar
ekmek alıp verdi.
- Ana gurban olim, biraz de yağ sür.
Anası bü-az da yağ sürdü. Dışarı fırlayacakü ki, babası içeri girdi.
Korkudan sanki kanı donmuştu çocuğun. Anası araya girip yalvarmaya
başladı.
- Beni öldür de, çocuğu bırah. Daha kaç gün oldu geleli, yavrum
gene gidecek. Gurban olim dövme onu. Zaten korhusu gendine yeter.
; Babası dövmedi artık. Ne ki, dövmeden beter bir şey yaptı:
- Ola getir o ccbindckilcril
Çocuğun cebindekiler, canı gibi sevdiği aşıklardı. Aşıklarının
istenmesi, ca'hmm istenmesi gibiydi. Korka korka babasına doğru
adımlarını atarken ağlıyordu bir yandan da. Ama babası onun
ağlamasına da, yalvarmasına da bakmadı. Anasının yalvarmalarına da
/ aldırmadı. Cebinden aşıklarını boşalttırdı. Ne yapmak istediğini herkes
sezmişti. Belliydi çünkü. Boyalı, "kınalı kınalı" aşıklar. "Heneke" adı
verilenlerin içine kurşun dökülmüş. Çocuk bunları bir sürü çabayla,
uğraşa uğraşa ve "alnının tcri"ylc kazanmıştı. İki cebinden, 15-20 tane
aşık çıkmıştı. Bakanların yüzüne gülüyordu hepsi. Öylesine alımlı,
öylesine tatlı. Acımasız baba, bunları aldığı gibi, önündeki yanmakta
olan ocağa attı. Bunların atıldığını gören çocuk da kendini attı ocağa.
Parçalanırcasına çığlık kopararak.. Baba çocuğu tuttu, yukarı kaldırdı,
yere vuracakü, karısı kollanndan yakaladı.
- Çocuğu öldürecen mi deli herif? Aşıhlannı atman yetmedi, bir
de çocuğun gendini mi öldürecen? Çocuğu bırah da git Çerkezlerie
başa çıh. Gücün çocuğa mı yetir? Yavrum, babasının, anasının yanma
bunun için mi geldi? Sen de heç merhamet yoh mu?
Hatun bunları söylüyor, heıp de ağlıyordu. Küçük çocuklar da
ağlamaya başlamıştı. Neden sonra, nene de olaya karıştı, oğluna
durmasını söyledi. Hoca bu-akü çocuğu ve geçip oturdu.'Ve güzelim
aşıklar yanıyordu ocakta.
191
25
Görkemli Simo dağı. Önünde, otlatmak için götürdüğü 15
koyun, 2 dana, 2 inek, 2 öküz, 1 tosun. Boynunda azığını, kitabını
koyduğu heybesi, elinde sopası. İrili ufaklı yamaçlar, dereler, tepeler.
Çalılıklar^ kayalıklar. Sıra sıra, sivri sivri taşlar. Söğüt ağaçları, alıç
ağaçlan, yaban armudu ağaçları, kuşburnu ağaçlan.. îğri büğrü yollar.
Sızan süzülen yol yol sular, alarak çıkan göz göz kaynaklar. Kadife
gibi yerlere serilmiş yeşil bitkiler, kökünden kopmuş, kurumuş ve yel
önünde .savrulup giden otlar. Yeşilleri türlü türlü. Tüylü, tüysüz,
yapraklı yapraksız. Dar, uzun yaprakları kol gibi yanlara atılmış
olanları. Kısa, geniş yaprakları gül gibi açılmış olanları. Kartlaşmış
"kenger"ler, "boğa dikenleri", çiçekli - topuzlu dikenler. Boncuk
boncuk üzerlikler, yavşanlar, süpürgelikler, durmadan kokularını yayan
kekikler. Sürü sürü kuşlar... Simo dağı. Nice savaşlara sahne olduğu
için yer yer boş kovanlara, kurşunlara da raslanan ulu dağ.
Hayvanlar mutlu. İstedikleri otu bulabilmekteler. Dilediklerini
koparıp kopanp yemekteler. Yanlarında su da bol. Kolayca sularını
içmekteler. Hava da şimdilik güzel.
Bir kaynağın başına oturdu. Azığım çıkanp koydu önüne.
Ekmek, peynir vardı. Peynirden bir parça aldı, ekmekten kopardığı bir
parçanın içine koydu. Yemeye koyuldu. Kaynağın suyu, lekesiz.
Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olanların duruluğunda. İçinde ne
var, ne yok ortada. İşte kum taneciklerini taa su yüzüne değin atı
atıveren, özgürlüğüne kavuşmak için kabuğunu patlattığı yerin
derinliklerinden kaynayıp gelen su fiskeleri, göz yuvarlarına dönüşmüş
doğum yerleri ve çevresinde kum tepecikleri. Ne güzel "göze".
Çevresine yalıyarak gittikçe yuvasını genişleten ve önünde
oluşturduğu akağında nazlı nazlı akıp giden şiir gibi bir su. İçiyle,
dışıyla güzellik işte bu. Akağın iki yanında türlü desenli halı gibi
serili lyeşil bitki örtüsüyle güzelliğe güzellik katılmakta. Çimler
üzerinde gezen, yerden yiyecek topluyan, küçücük gagalarını batırıp
batmp su içen, arada bir kanat çırpıp uçan minik kuşlar ve "cik
cik"leri, sözleri-sazları güzelliği bütünlemekte. Ve bu güzelliklerle
yarışan başka güzellikler.. Ekmek peynir, su istetmişii. Ellerini iki
192

yana destek yapıp eğildikten sonra ağzmı uzaup su içti. Başını kaldu-dı
bi daha içti. Gidip ekmek ve peynirden bi kaç lokma daha aldı. Varıp
sudan bi daha içti. Bu kez avuçla.. Parmaklannm arasından sular aka
aka.. Gidip yemeyi sürdürdü. Ekmeği, peyniri bitirdi. Daha olsa, daha
yiyecekti. Yazık, bitmişti azığı. Midenin kalan boşluğunu doldurmak
istercesine, ağzını dayayıp yine su içti. Kalkıp gerindi. Otlattığı
hayvanlar aklına geldi. Sağa, sola baktı, taa uzaklarda olduklarını
gördü. Heybesini aldığı gibi koştu. Kavuşmuştu hayvanlara. Toplayıp
aşağılara, biraz önceki kaynağa doğru götürdü. Ve varıp yine oturdu
orada. Bu kez kitabını çıkardı, okumaya koyuldu. Öğrendiklerini ve
ezberlediklerini gözden geçirdi. Amacını anımsadı: "Alim olmak".
Hem de "Basra'daki, Kûfe'deki âlimlerden daha büyük âlim olmak". Bu
da yetmez, başa geçmeliydi. "Cumhurreisi" dedikleri nasıl başa
geçmişti? "Akıllı olduğu için". Ülkedeki "en akıllı in.san"ı bulup başa
geçirmişler. Kendisine de bu yol açıklı. "En büyük âlim" olur ve "en
akıllı insan" olduğunu da gösterip kanıtlarsa, "başa geçebilir"di.
Demek ki bugünün "şu çelimsiz" çocuğu, yıllar sonra, herkesin gidip
soru soracağı, akıl danışacağı "bir büyük kişi", bir "cumhurbaşkanı"
olacak. Peki ne yapacak o zaman? Nc yapmalı? Önce çocukların
islediklerinden başlamalı. Çocuklar aşık mı istiyor; verilmesini
buyurmalı. Her türlüsü. "Kınalı kınalı aşıklar". Çocuklar, "haşıl" mı
isliyor; yağlı dürüm mü isliyor; "elli pilav" mı isliyor; sağlayıp
doyurmalı hepsini. Erkeklerin, kadınları <'c çocukları dövmelerini,
kesinlikle yasaklamalı. Malı çok olanlardan alıp, malı az olanlara
vermeli. Herkese, yiyecek - giyecek dağıunalı. Herkese büyük büyük
evler, Tutak'taki gibi konaklar yaptırmalı. Bütün bitler, pireler,
sinekler, yılanlar, köpekler öldürülmeli. "Fırtıklı - fırtıksız" tüm
kulleieynler kaldırılmaU. Pınarlar akıtılmalı. Bolca kavun - karpuz
ekilmeli. Meyve ağaçları dikilmeli. Herkese al, araba verilmeli. Bütün
bunları ve daha başka şeyleri sağlamalı o. Sağlıyacak. Hele bir "âlim"
olsun; hele bir "başa geçsin"! Kötüler ve kötülükler görür gününü;
"hepsini temizliyecek"! Her yanı "cennet" yapacak. Hele bir "âlim"
oLsun, hele bir "başa geçsin"!!! İyi ama "âlim" olmak, "başa geçmek",
çalışmadan olmaz ki! Öyleyse, aşık oynamasını yasaklarken ve
aşıklarını yakarken babası "haksız değil". Neden ki, bunlar okumasına
engel. Anasının, babasının yanına geleli, hemen hiç okumamış
193
Alıntı ile Cevapla
  #32  
Alt 30-09-2012, 06:49
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

olması çok köüi. Hiç zaman yitirmemesi gerekirdi. "Böyle zamanlanm
geçip giderse ben nasıl âlim olurum, nasıl başa geçerim?" Dalıp
gitmişti. Okumayı sürdürdü. Saldırdı satırlara. Okudu, okudu.. Başmı
kaldu-dı ki hayvanlar yine yok. Bu kez, bir yerde de gözükmüyorlar.
Hemen fu-ladı heybesini alarak. Bir tümseğin üstüne çıkıp baktı, işte
oradalardı. Tatlı tatlı otluyorlardı. Yanlarında da kuşburnu ağaçları.
Kırmızı kırmızı, kimi ham, kimi olgun kuşbumular. İçlerinde küçük,
sert, tüylü çekirdekler. Tüyleri, ele, ağıza batan türden. Çekirdeklerin
de, tüylerin de ayıklanıp temizlenmesi gerekiyor yemek için. Ne tatlı
bir meyve.: Daha tatlısı da var mıdır? Ayıklayıp temizlemekten
usanıncaya dek yedi. Karşıda yaban armutları da vardı. Varip biraz da
onlardan yedi. Topladıklarıyla heybesini de doldurdu. Anasına,
bacılarına götürecekti.
Sağdan, soldan yürüyen, birleşen bulutlar. Hava bozacağa benzer.
Hayvanları toplayıp götürse iyi olur. Yağmura tutulmadan eve
gitmeli. Ama daha akşam olmadı. "Akşam olmadan eve gidersem
babam kızar". Gitmekten vazgeçip beklemeye karar verdi. Biraz sonra
yağmur atıştumaya, hava gürlemeye başlamıştı. Hayvanları biraraya
topladı. Kendisi de^ yatan bir öküzün bacaklarının arasına sokuldu.
Gevişliyen öküz, başını çevirip baktı, sonra başını yine uzatıp
gevişini sürdürdü. Gök gürültüsü, şimşek, hızlanaıı yağmur.. Ve
öküzün bacakları arasında uyuya kalmışü.
Uyandığında yağmur durmuştu. Akşam olmuş, hava da
kararmıştı. Sığırlar hep oradaydı. Ama ya koyunlar? Koyunlar yok.
Yukan çıkıp baktı. Görünürlerde koyun moyun yok. Çılgın gibi düştü
ortalığa. Aramaya koyuldu. Karanlık gittikçe bastmyordu. Epeyce
aradıktan sonra koyunları buldu. Ama "dur hele bir sayım". Saydı.
Beşi eksik. "Eyvah ne yapacam şimdi?" Heybesini, belirli bir ağacın
altına, gözükecek biçimde astıktan sonra aranmaya başladı. Bir aşağı -
bir yukan. Koş babam koş. Bir deli şaşkmlığıyla çırpındı. Sonra biraz
kendine gelip bilinçli aramaya koyuldu. Aradı, taradı; bulamadı.
Karanlıktan biraz uzaklar seçiJemiyordu artık. Hayvanları hemen önüne
Vatıp gblürmeyi düşündü. Köy, epeyce uzaklardaydı. Hemcnçıksa, bir
- bir buçuk saatte ancak ulaşabilirdi. Ortalık daha da kararmadan yola
çıkmalıydı. Biraz daha kalsa, kurt tehlikesi de olabilirdi. "Fakat,
koyunlan bulmadan gid^sem, babam beni (te, anamı da öldürür." Biraz
194
daha aramaya karar verdi. "Bu kadar uzaklaşmamalıydım" diyerek
kendisini kmadı. Köyden o kadar uzaklaşması, hem hayvanku-mı iyi
otlatmak, hem de dağ meyveleri bulup yemek, toplamak içindi.
Aramayı sürdürdü. Bir ses. Kadm sesi. Hem de anasının sesi:
-Duraaaaanü!
Demek anası da onu aramaya çıkmıştı. " - Bu oğlan niye
gelmedi, malla - davarla nerde kaldı?" diye düşünerek..
-OlaDuraaaaaanü!
- Bardayım, ana hurdayım.
- Duraaaaan..!
- Anaaaaa! Ben hurdayım, hurdayım..!
Sonunda anası işitmişti onun sesini.
' Ola orda mısm?
-Bordayım.
Anasının karaltısı gözüktü. Görür görmez de hemen yanma
koştu. Bir yandan da ağlıyordu.
- Ola nerde kaldın, niye bu keder bekledin?
Ağlıyarak karşılık verdi anasına.
- Uyumuşum, koyunlar uzahlaşmışü. Onları aradım.
- Buldun mu?
- Buldum da beşi "cskik".
- Baban ikimizi de öldürür.
- Barabar anyah.
- Olmaz, artıh gedek. Karanhh bastırdı. Daha geç kahrsah
elimizdeki leri de kurda - kuşa yediririk. Hani inekler, öküzler nerde?
- Aşağıda otlirler.
- Heyben?
- Aha şoo ağaçta asılı.
- Haydi seğirt, al, gidek.
Koşup aldı heybeyi. Boynuna taktı. Koyunları da alıp sığırların
yanına indiler. Ve hepsini önlerine katıp köyün yolunu tuttular.
I Bir-bir buçuk saat sonra da vardılar.
195
Yolda, beş koyunun eksik olduğunu babaya söylememeyi, ertesi
gün gelip aramayı kararlaştırmışlardı.
Vardıklannda, baba yan gelmiş yatıyordu.
- Kız getirdiniz mi hayvanlan?
-Heee! :
- Ey otlamışlar mı?
- Heee, otlamışlar, kannlarını şişirmişler.
- Ey. Şimdi bir "istihkan" (bardak) çay yap da içim.
- Çebik yaparım, çocuğun kamını bir doyurim.
Anasının ;getirdiği ekmekle yoğurdu yedi. Geçti bir köşeye
büzüldü.
Anasıyla birlikte, güneş daha doğmadan çıktılar koyunlari
aramaya. Otlatılacak malı-davan, uygun bir yamaca sürdükten sonra..
Tırmandılar koca dağı. Tırman ha tırman. Aynı "göze'*ni|n yanma
vardılar. Başladılar sağı-solu taramaya. İki koldan. Bir^iki saat aradılar;
yok. İkisi de yorulmuş olarak biraraya geldiler. Karınları da adamakılh
acıkmıştı. Gidip "göze"nin başına oturdular. Ekmek, peynir. Hem
yediler, hem içtiler, hem kaygılı kaygılı konuştular.
- Ana koyunları bulamasahneyderik? » ,
-Bilmirim ki. Baban öldürür bizi.
- Ana bulmasah heç demiyek babaina.
- Ya örgcnirse? . •
- Örgenemez. Nerden örgenecek?
Gerçekten de Abdullah Hoca, malı-davarı karısı Hatun'a
bıraktığından; malla-davarla pek ilgilenmezdi. Rahattı. Çerkezlerle
ilişkileri bozulmamış olsaydı keyfine diyecek yoktu. Malı-davarı karı
görsün, kendisi yan gelip yatsın. Yine de terslik bu ya, ilgileneceği
tutabilirdi.
Karınlarını doyurduktan sonra bîr daha aramaya çıktılar. Yine iki
koldan. Bu kez iki-üç saat. Yine biraraya geldiler, yine
196
bulamamışlardı.
- Ana çoh korhirim. Babam bizi sağ bulmaz.
- Hele dur bahah, Allah Kerim.
- Babama demiyek, he mi?
- Hee, heec! Bulamasah demiyek.
Soluklanıp bir daha çıktılar. İyice hakulâr. Yok, yok, yok.
- Ana "hırhızlar" (hırsızlar) çalıp götürmüştür.
- Olur mu olur oğul. Allah'larından bulsunlar.
- Kurtlar da yemiş olur mu?
- Kurtlıu- yemiş olsaydı, "cemdek"lerini (ölülerini) bulurduh.
- Hepsini yemez/er mı?
- Yemezler.
Biraz daha aradılar. Hiç bakmadıkları yerlere, derelere bakülar.
Yine yok. Önlerinde bir dere kalmıştı. Oldukça dar, dikenli kuşburnu
ağaçlarıyla kaplı. Ağaçların aralarından girmeye çalışarak ilerlediler.Ve
sonunda buldular. Ama sağ olarak değil. Kurtlar, boğup boğup
bırakmış hayvanları. Beşinin de cemdeği ortada.
Oralarından-buralarından biraz parçalanmış olarak..'Bir süre baktılar
"ccmdek"lere. Elden ne gelir? Olan olmuş. -
(Jzüldülcr. Ama rahatladılar da. Artık aramadan kurtulmuşlardı
çünkü. Dağ meyvesi lopiıyarak eve doğru yöneldiler. Ana-oğul, dertli
denli konuşiu-ak.
- Ana ben "âlim" olursam, seni böyük evlerde, Tutak'taki gibi
konahlarda yaşatacam.
- Hele sen bir "âlim" ol da..
- İnanmir misin ana?
- înanirim oğul da, bu "zâlim baba"nın elinden neydeceyik
bilmirim? İnsafı, merhameti heç yoh. Gözlerini cırarah yörüdü mü,
Azrail kesilir.
Konuştular, konuştular. Temel konu: Zalim baba" ve kurtuluş
yolu olarak görülen "âlim olmak"
* * *
197
Bir küçüğü olan kızkardeşi Gülenaz'la birlikte, sabah erkenden
çıkmışlardı. Malı - davan karşı "ya,maca vuracaklar", sonra da tezek
toplayıp getireceklerdi. Anaları öyle "tenbih" etmişti.
Hayvanlan önlerine katıp götürdüler, yamaca süirdüler. Artık
otlardı onlar. îkisi de tezek toplamaya koyuldu. Top top, ya da yassı
yassı. Kimi iyice kurumuş. Kiminin altı yaş. Altlarında türlü böcek,
"tıstan". Buldukları tezekleri alıp alıp birlikte taşıdıkları telise
atıyorlardı. '
- Ağabeg, tıstanlardan korkffim.
- Onlardan korhulmaz giz. Onlar insanı yemez ki?
-Yaa, yerler.
- Vallaha yemezler. Onlar bizden küçük, nasıl yesinler?
• - Amma "dişlerler" (ısıru-lar).
- Dişlemezler de.
"-Yaa?!
- Vallaha. Bah ben .elime alirik, dişlirler mi heç?
-Amma sen oğlansın. Benden korhmazlar.
- Elese, madem korhirsin, sen tezek toplama!
Güienaz tezek toplamada Ağabeyiyle birlikte yürüdü ve
ağırlaşıncaya dek telisin bir ucundan tuttu.
- Ağabeg, ben yoruldum.
- Ben "sene" demedim mi gelme? Niye geldin?
- Ey anam gönderdi. "Ağabegüıe yardun et!" dedi.
- Yalan sölirsin.
- Vallaha yalan sölemirim. '
- Haydi sen şöle otur. Telisin yanında.
Güienaz oturdu. Ağabeyi, topladığı tezekleri kucağında,
biriktiriyor, kucağı doldukça da getirip telise boşalüyordu.
Bir gelişinde baktı kı Güienaz ağlıyor.
- Niye ağlirsin kız?
- Haydi gedek eve!
- Ey, ey, gedek.
198
Zaten telis dç oldukça ağırlaşmışü.
- Haydi tut da, alkarna alim.
Sırtına vermek için Gülenaz'm gücü yetmedi. Bu kez, kendisi
sürükleye sürükleye telisi bir kayanın üstüne çıkardı. Ve sırtına
almayı başardı.
- Haydi giz şimdi gedek.
Telisin altında bacakları titriyordu. Düştü düşecek. Ve düştü
sonunda. Telisle birlikte yuvarlandı. Tezekler dökülüp saçıldı.
Toplayıp doldurdular yine. Ama taşıyamıyacağı belli.
-Gülenaz!
-Nee?
- Tezeklerin birezini senin eteğine doldurah mı?
- Hee, doldurah.
Birazını, Gülenaz'm fistanının eteğine doldurdular. Kalanım oğlan
yine bir kayanın üstüne sürükleyip oradan sırtına aldı. Yine zor
taşıyordu. Birkaç adım atmışlardı ki, bu kez kız yuvarlanmıştı ayağı
takılarak. Yine sacdan tezekler, yine tezeklerin toplanıp telise
doldurulması.. Baktılar ki hepsini götüremiyecekler. Yarısını, orada
belirli bir yere döktüler. Kalanını oğlan telisle sırtlandı. Artık
taşıyabiliyordu. Soluklana soluklana gidiyorlardı. Oğlanın bumu
kanadı. Zaten sık sık kanardı. Hele bir ağırlık taşıyınca, bir işe
zorlanınca. Gülenaz, oralardan bir çapıt bulup getirdi. Yırttılar, bir
parçasını kanıyan burun deliklerine tıkadılar. Kan, öbüründen de
gelmiye başladı. Onu da tıkadılar çapıtla. Bir süre sonra kan kesildi.
Ama oğlanın üstü - başı batmıştı kandan.
- Anam yıhar!
-Hee!
Yeniden yola düzüldüler. Yavaş yavaş. Vardılar.
Oğlan, sırtmdakini, ocağın yanına götürüp buaktı. Gülenaz
çoktan eve koşmuştu. Oğlan da sallana sallana gidip girdi içeri.
-Ana!
Seslendi, oraya buraya baktı anası için. Odalardan birine vardı ki,
anası yatakta yatıyor. Başına birikmişler. Babası da orada.
199
Alıntı ile Cevapla
  #33  
Alt 30-09-2012, 06:50
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- Anama n'oldu? Anaa! ^
Babasma sordu, babasmm sesi çıknıadı. Oradakilere sordu. Yine
kimseden karşılık yok. Ağlamaya başladı.
^ Yüzü kireç gibi, kendinden geçmiş durumda yatan kadm, oğlunun
ağlaması üzerine başını çevirdi oğluna doğru.
- N'oldu ana, sene n'oldu?
Kadm güçsüz, yavaş bir sesle karşılık verdi.
- Ağlama yavrum, ben eyim, duvardan düştüm, geçer, bişeyim
galmaz.
"Duvardan düştüm" derken doğruyu söylemiyordu. Gerçeği
saklıyordu. Gerçek, çok sonraları anlaşılacaktı: Hatun'u o duruma
sokan, kocası Abüul Hoca'ydı. Hoca, ber nasılsa koyunların eksik
olduğunu görmüştü:
- Giz, bizim koyunlann hepsi tamam mı?
-Hee.
- Ben (Hi "tene" saydım.
- Yanlış saymışsın herhal. ,
- Yanlış değil, değil. Tam pn tene.
- Beşi de oralarda bi yerlerdedir.
- Haydi bili getir!
- Elimde işim var, sonra bahânm.
- Bırah işini. Koyunları bul.
Hatun, nerden bulsun koyunları? Koyunlar gitti. "Gavurun
kurtları", boğup "cemdek"lerini yere sermişti.. Şimdi Hatun onlan
diriltecek değü ya, nasıl bulup getirsin? Kekeledi, birşeyler söylemek
istedi, örtbas etme yoluna gitti.. Ama yaran yok. Hoca sezmişti bir
kez.
- Giz çoh çebik koyunlan bul, yohusa gebertirim seni.
"Buyurun cenaze namazına". "Herif işin peşini bırakmıyacak".
Hatun, olayı kapatmanın hiç mi hiç yolu olmadığım anlayınca,
kocasının "merhamet"ine sığındı. Ama var mıydı "merhamet"? Kadın,
olayı açıklar açıklamaz, hoca deliye döndü. Ağız köpürmeye, gözler
dönmeye başladı. Eline, ayağına sanlarak "merhamet" dileyen kansmı,
200
Bununla da kalmadı, gitti; koca bir ağaç eline geçirdi. Gelip tüm
gücüyle indirdi kadına. Artık kadın serilivermişti. Hoca bir an, durdu.
Hatun'un kıpırdamasını bekledi. Kadm, kıpırdamıyordu. Soluk bile
aldığı anlaşılmıyordu. Hoca, birden kadını öldürdüğünü düşündü,
korktu, telaşlandı. Varıp kıpırdatmaya, kaldırmaya çalıştı. Kalkma
şöyle dursun, kıpırdama bile yok. Soluğunu yokladı. Soluk alıyordu
kadın. "Çok şükür". Gitti, yüklükten bir döşek indirdi, bir odanm
sedirine serdi. Kucağına aldığı kadını, götürüp yatırdı. Ve başında
beklemeye başladı. Yarım saat, bir saat. Kadm kıpırdamaya başladı.
- Hatun. Hatun.
Hatun'da cevap yok. Kıpırdaması da kesildi. "Kunulacah mı
acaba?" Hoca bekledi, yarım .saat, bir saat, bir buçuk saat, iki saat..
Hatun bir daha kıpırdadı. Bi yandan öbür yana dönmeye çalışü, ama
başaramadı. Bitkin bitkin soluk alıyordu. Yavaş yavaş gözlerini aça.
- Hatun, giz Hatun! Ey misin?
- Ey.. Eyim. Gur.. Gurban.. Kurbanın olim. Oğlanı dögme!
- Sen tek ey ol, dögmem, Vallaha dögmem oğlanı.
Hoca, karısının ölmediğine çok sevinmişti. Karısının iyileşip
ayağa kalkması, eski durumuna gelmesi için koyunların tümünü
verebilirdi. Koyunlar ne söz; tüm malmı-mülkünü vermeye hazırdı.
Kapıldığı ölkc yüzünden yaptığına çok, çok pişman olmuştu. Bıî
pişmanlığı, Hatun'un önündeki duruşuyla.da anlatıyordu. Ama hatun
bunu görecek durumda değildi daha. Karısını iyilcştirsin diye Tanrı'ya
yalvaran, duaku" okuyan hoca, arada sırada da kiuısma sesleniyordu.
- Giz Hatun nasısm, eyi misin? Eyileşecek misin?
- Hee, hee. •
- İnşallah, inşallah. Giz beni çoh korkuhttun.
-Gorhma..!
Hatun, kocasının pişmanlığını anlamıştı sonunda. Birşeyler de
söylemek istiyordu, ama söyliyebilecek gücü yoktu.
- Hatun, bi şey içer misin? Getirim!
-Hee. , ,
- Ne içersin?
- Su, su.
- Süt getirim, daha ey gelir.
201
-Getir. •
Hoca, yiyeceklerin, tahılın, unun, bulgurun bulunduğu odaya,
gitti. Süt peynir gibi şeyler,de o odada bulunurdu. Sütü aramaya
başladı. Oraya baktı, buraya baktı; yok. Olmadık yerlere bakıyordu
çünkü. Mutfak işleriyle hiç ilgilenmediği için sütün, süt kabının
nereye konulmuş olabileceğini bilmiyordu. Terekten birkaç kap
düşürdü. Şangur şungur. Çinko kaplann orasmdan burasından çinkolan
atü. Kapları toplayıp yerine koydu. "Bu süt nerede?" Bir de "tandır
sckisi"nin köşesine baksa, oradaki ağzı kapaklı tencerede bulacaktı
sütü. Bulamayacağını anlayınca, kansımn yanma gitti.
-Sütü bulamadım. Yerini de hele!!!
Soluk, sararmış, zayıf yüzünü olanca sevecenliği ve
sevimliliğiyle kocasına çeviren Hatun, gülümsedi.
- Hele gel otur yanıma... anlamında, eliyle işaret etti.
Hoca, büzüle büzüle, suçlu suçlu vc bağışlanma dileyen
bakışlarla oturdu hemen yanıbaşma. Birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı.
Biraz sonra bahçeden nene gelip içeri girdi. Onlann bulunduğu
odaya varınca, birden durakaldı. Yarı telaşla oğluna dikti gözlerini.
- Ola ne ettin garıya?!
-!!!
- Sölesene ola ne ettin? •
-!!!
Hatun, güçsüz güçsüz kaldırdığı eliyle ona da oturmasını işaret
etti. O da oturdu ve suskun bakmaya koyuldu.
Hoca, anasına, sütün nerede olduğunu sordu. Yerini öğrendi.
Gitti, bir tasa biraz koyup getirdi.
- Giz hele birez iç. •
Ana-oğul yardım ettiler; Hatun sütten bir kaç yudum içebildi.
Başını yine yastığa koyarken yavaş bir sesle d ua ed iyordu:
- Allah razı olsun, Allah tuttuğunu altm etsin..!
O su-ada da Güienaz içeri ginnişti. Ardından da ağabeyi. İkisi de
biraz ağlayıp sustular. Analarmı o duruma sokan nedeni öğrenemeden..
202
26
Bir sürü iş. Ev işi, mutfak işi, ahır işi, bahçe işi, yırüğı-söküğü
dikip onarma işi, kirlileri, pek de olmayan çeşmeye, ya da dereye
götürüp yıkama işi.. Hepsi de Hatun'u bekliyordu. Zayıftı. Ölümün
eşiğinden döndüğü günden beri daha da zayıflamıştı. Ama düzelmişti.
Eski diriliği, güzelliği yeniden gelmişti genç kadına.
- Çok şükür, bugünlere de şükür., dedi içinden.
"Şükür" derken, 3-4 yıl önceki yaşamını, Musik köyündeki
yaşamını anımsıyordu. Kocası, imamlığa ilk adımını bu köyde
atmıştı. Bir ev göstermişlerdi hocaya. "Terkedilmiş" bir ev. "Perili ev"
diye de ünlenmişti. Gece oldu mu, kimse, hele çoluk-çocuk
yanmdan-yakınmdan geçmezdi. "Cin var" diye. Köyde, ahşılmadık
biçimde, yüksek duvarlı bir ev. Ne ki, "harap mı harap"tı. tutak'a
gelen bir kaymakamın girişimi ve özendirmesiyle, kimi yakın
köylerde yapıldığı gibi, burada da okul diye yapılmış. Birkaç gün,
oradaurburadan derlenen çocuklar, gidip "ders" görmüşler. Ama
öğretmen kaçmış. Sonra da "mektep" öylece bırakılmış. Yıllar geçince
de "hıuap" olmuş. Ve "cinli-perili" diye kimse yaklaşmamış. Evin
içinden yukarıya, tavana bakılınca, kıyıdan-köşeden ışık gözüküyor.
Delik deşik çünkü. Kar-yağmur, çocukların "cinlere" diye attıkları
taşlar yüzünden.. İmama, evini taşıması için burası uygun
görülmüştü. Çünkü, "hoca"ydı, "okur-üfler, cini-periyi kaçınr"dı.
Sonra başka ev de yoktu zaten. Herkesin başım soktuğu "bir göz, iki
göz dam"ı vardı. Kimse kendi "dam"mı veremezdi. Çok evli, geniş
evli zenginler yok muydu köyde? Vardı. Kerim ağanın. Kasım ağanın.
Kâmil ağanın köyün yarısını tutan evleri vardı. Her bir çocuğun birkaç
evi. Geniş geniş evler. Ahırlarıyla samanlıklanyla... Ama üç ağanın
üçü de, yakınırdı. "-Damlarımız yetmir.." diyerek.. Doğrusu bu ya,
geniş aile bireyleri, malları-davarları, hizmetkarlarıyla ancak
sığıyorlardı evlerine. Ağalardan her birinin bir kaç karısı, her kandan
da doğup yetişmiş çocukları ve çocuklarının çocuklan vardı. Kısacası,
imama, verilebilecek başka ev yoktu köyde. Hocanın kendisi de bu evi
uygun görmüş, dahası sevinmişti. Köylüyle anlaşır anlaşmaz, Tutak'ta
bulunan evini, taşıdı. Anası, karısı, 5-6 yaşında oğlu, biri 4, öbürü 2
203
yaşında iki kızıyla taşındı bu eve. Mevsim, sonbahar.
, Hocanın 3-4 koyunu, iki keçisi, biri kısır iki ineği, bir danası ve
iki de tosunu vardı. Bunlar için de yer gerekliydi. Ama yer yoktu. Ya
evin bir kesimi bölünüp aynlaeak, ya da yanıma bir ahır yapılacaktı.
Başka yolu yoktu.
Bu gibi sorunlarla Hoca pek ilgilenmezdi. İlgilenecek biri vardı:
Hatun. O, ne yapar eder, bir çözüm bulurdu. O, yoku viir eder, varı
çoğaltırdı. Ayrıca da, elinden geldiğince herkese mutluluk verirdi.
Dertler içinde bile dertsiz, sevinçli. Coşkuluydu. Hem kadın, hem
erkekti.
Hatun, kollan-paçaları sıvadı. Önce, evin bir kesimini bölmeyi
düşündü "hayvanlar için. "Olamaz" deyip vazgeçti. Karar verdi; evin
bitişiğine üç duvar yapıp çevirecek, evin bir duvarından yararlanarak
bir ahır yapacaktı. Ama yalnız başına yapması kolay olmıyacaklı. Bu
arada ilgilenmek, bakmak zorunda olduğu çoluk-çocuk ve hayvanlar da
vardı. Hepsinin yemesine, içmesine o bakıyordu. Ahırın yapımı için
bir yardımcı gerekiyordu. Bu yardımcı, hoca olamazdı.
Düşündü-laşmdı; biraz ilgilenir gördüğü komşusunun yardımma
başvurdu. Komşusu da acıdı, yardım etmeyi kabul etti. Ve birlikte
başladılar ahırın duvarlanm yapmaya. Hatun yalın ayak, ağzından da
yaşmağını eksik etmeyerek, taş taşıdı, su taşıdı, çamur, harç kardı;
' komşu adam da duvarları yaptı. Hocaya gelince: Ağaların odalarında,
"keyfinde-âleminde"ydi.
Hatun, bulup buluşturduğu ağaçlarla, duvarların üstünü örtmeyi
de başarmışü. Yine komşunun, komşuların yardımıyla. Kendini
sevdiriyordu çünkü. Çevresinde herkes, seve seve yardım ediyordu.
Hoca bir gün geldi ki, ahır yapılıp bitmiş. Evin de, tam olmasa
bile, olabildiğince orası-burası onarılmış.
Bir sorun kalmıştı: Yakacak ve soba. Yakacak için, hayvanlardan
elde edilen tezek yetmezdi oranm kışına. Biraz daha tezek, çalı-çırpı
edinmek geretoyordu.
Hatun, bir yandan eve, çocuklara ve hayvanlara bakarken, bir
yandan da dağlara düştü, tezek, çah-çırpr topladı. Ve çuval çuval taşıdı.
Gebe, "karm burnunda" olarak.. Sonunda yakacak dâ sağlanmıştı
olabildiğince. Ya soba?
204
Hem soba, hem boru gerekliydi. Nerden bulunup, nerden
ahnacaktı? Hemen hiç "imkân" yoktu. Genç kadın, orâya-buraya
atılmış paslı tenekeleri topladı. Bunlardan, fınn biçiminde bir soba ve
borular yapıp ortaya koydu. Tenekeden fınnm ve borulannıh dış
kesimlerine de, kumla, tuzla kardığı çamur sıvmıştı. Öylesine ki,
fırının ve borularının tenekeden değil de, çamurdan olduğu sanılıyordu.
Bütün bunları, üç gün içinde bitirmişti Hatun. Öbür işlerini de pek
aksatmadan. Abdul Hoca, akşam odadan eve gelirken iki de "konuk" .
alıp getirmişti. Evde, yiyecek-içccck bir şey var mı, yok mu
düşünmeden. Böyle şeyleri düşünmek, onun geleneği değildi.
Konuklarıyla gelip, evde fırın biçimindeki çamurdan sobayı ve
borularını, hem de lam kurulu olarak görünce şaşırdı. Konuklar geçip
minderlere otururken, bu şaşılası nesneye bakıyorlardı. Şaşkın şaşkm.
Hatun, yarattığı şeylerden hep mutlu olurdu, bu kez de çok muüuydu.
Başında örtü.sünü, ağzında yaşmağını eksik etmeden sobayı yaktı.
Sobanın üstten iki gözü vardı, bir gözüne yemek tenceresini,'bir
gözüne de çaydanlığı koydu. Ve öbür işlerle ilgilenmeye koyuldu.
Soğuklar iyice düşene değin, hemen her şey oldukça iyi gitti,
"îdare" ediliyordu, sorun hiç yok değildi: Gök gürültülü, sağanak
bilimindeki yağmurlar sırasında yalnız kalışı, Hatun'an zaman zaman
tüylerini ürpertiyordu. Hele geceleri, gazsız, lambasız olarak..
"Cinli-pcrili" diye ün salmış bir evde. Ayrıca sık sık deprem de
oluyordu bu yörede. "Bu bel vermiş duvarlar bir zelzeleye dayanmaz."
diye düşünüyor ve korkuyordu kadın. Ama kışın, başına gelecek dertler
karşısında bunlar, çok küçük, önemsiz kalacaktı.
Sonunda kış geldi, karakış bastırdı. Oranın kışı. Aman vermeyen,
"zâlim kış". Uluyarak esen tipisiyle soluk kesen, ayazıyla el-ayak
doğrayan, solukları daha çıkar çıkmaz donduran, insanın "canının içine
işleyen" kış. Kış ki ne kış! Ama Abdul Hoca için hava hoş. Alır
yanına oğlunu, doğru odahırdan birine. Gittiği ağaların odaları sıcacık.
Bakar keyfine. Anası da torunlarını yanma alarak komşulara,^ nerede
sıcak yer bulursa oraya gider. Okuması-üflemesi de olduğu için herkes
buyur eder. Ve kalır zavallı Hatun. Yapayalnız. Kolay ısıtılamayan,
ısıtıldığında da çabuk soğuyan ve yakacak yetmediği için çoğu kez
soğuk kalan "perili ev"de.
Sancdan tutmuştu Hatun'un. Doğuracaktı. Sancılar, dışardaki tipi
205
gibi gelip gelip saîdmyordu. Kadın, yine yapayalnızdı. Ne kaynanası,
ne çocuklan, ne de kocası vardı yanında. Kaynanası olsaydı, ebelik
ederdi. Kocası olsaydı, hiçbir şey yapamasa da, doğumun kolay
olmasını sağlamak için çıkıp kapıda ezan okurdu. Oğlu olsaydı,
birşeyler getirip götürürdü, birşeylere yarardı. Sancılar sıklaştı. Hatun,
kıvrana kıvrana "doğum hazu:lığı" yaptı, kendi kendini doğurtmak için
önlemler almaya çabaladı. Artık doğurdu-doğuracak. Sancılar ara
vermiyor, aman vermiyordu. Serdiği yalağa gidip uzandı. Ve doğurdu.
Kendi kendinin ebeliğini yaparak.. Bir süre sonra çocuğu aldı, kız mı
oğlan mı bakü; kız olduğunu görünce çok üzüldü. Ard arda üç kız
oluyordu çünkü. Göbeğini kesti, yıkadı, çaputlara sardı ve götürüp
yatağın bir yanma uzattı, üstünü örttü. Bu iş, tamamdı. Sıra, sobayı
ateşlemekte ve akşama yetişmesi için üstüne "aş" koymakta.
"Anıksız" (yağı-soğanı pek olmayan, yavan) da bir "bulgur aşı"
pişirilecekti. Sıcak sıcak içmek için. Akşam eve gelenler, çocuğun
ağlamasıyla farkında oldular doğumun.
Asıl zor günler, bundan sonra: Hatun, "çıt ku:ıldı"< türünden
kadınlardan değildi kuşkusuz. Kendikendine ebelik edebilen bir kadındı.
Ama "kadın"dı. Her kadın gibi onun da, "lohusa"lara özgü sorunları,
güçsüzlükleri, gereksinimleri olacaktı. Doğaldı bu. En başta, soğuktan
korunmahydı. Çocuğunu emzirecekti, ona göre besin almalıydı,
lohusalık durumu geçene ve gücünü toparlıyana dek çok
yorulmamalıydı. Ne doğru dürüst sıcak yuva, ne de doğru dürüst
yiyecek içecek vardı. Lohusa da olsa, Hatun'u bekliycn işler dağ
gibiydi. Evi çoluk-çocuk işleri de, dışarı işleri, mal işleri de yalnızca
onun sırtmdaydı. Aile düzeni öyle kurulagelmişti. Hatun, bu düzene
boyun eğmek zorundaydı. Bir sürü "zâlim" karşısındaydı: İçinde
bulunduğu yoksulluk bir zâlimdi. Bütün bunlara karşı gençti, diriydi,
ama "kadın"dı. Üstelik göğüslediği sorunlar yüzünden ve
besinsizlikten "erimiş akmış"ü. Buna şimdi bir de lohusalık eklendi,
çocuk emzirme eklendi.
Sıkıntılar bastırınca türkü çağmrdı Hatun. Yanık yanık türküler
söylerdi. Bunlarla dertlerini bastırır, yeniden dirilmişçesine canlanır,
girişirdi işlere. O lohusalıkta da, yeni çocuk doğurmuşluğu filan
unuttu, türkülerle işlere koyuldu. O zayif gövdeden hiç
t beklenemiyecek bir güçle daldı. Ne dalış. Uluyarak esen tipisiyle soluk
206
kesen,ayazıyla el-ayak doğrayan, solukları daha çıka'-çıkmaz
donduran, insanın "canının içine işleyen" o zâlim kış, vız geliyordu
sanki. Daldı. Ev idlerine, mal-davar işlerine. Evi süpürüyor, çocukları
yedirip doyurmaya çalışıyor, bebeği emziriyor, yıkanacağı yıkıyor. Ve
geçiyor ahıra. Mallara, davarlara yem veriyor, altlarını süpürüp
temizliyor. Boklarım sepetlere dolduruyor. Sıründa zayıf bacakları
büküle büküle ve çoğu kez de yalm ayak, karda-tipide, dışarı götürüp
döküyor. Çocuğun ağladığım işitiyor, koşuyor çocuğa. Çoğu kez,
yemeden içmeden seğirtiyor, meme veriyor çocuğuna. Almadığı .besini
veriyordu Hatun. İnanılmaz biçimde.. Ardından yine ev, çoluk-çocuk
işleri, yine ahır, yine malı-davarı yemleme, yine bokları süpürme,
yine sırtlanan bok sepeti ve yine bok sepetinin altında söylenen
türküler. Ve yine koşup, ağlıyan çocuğu emzirme. Almadan verme..
Kar, soğuk onu tepeliyeceğine, o, karı tipiyi tepeliyordu. Çoğu kez,
soğuğa meydan okuyan çıplak ayaklarıyla.. Sıcak odalardan beri
gelmiyen kocası, nezle olurken, soğuk alırken, o ne nezle oluyor, ne
soğuk alıp hastalanıyordu. Uluyan kışa meydan okumak buydu.
Ne var ki, tezek, yakacak tümden bitince çaresiz kalmıştı kış
ortasında. Yakacak için hiçbir yerde umut yok. Ev, soğuk mu soğuk.
Höllüğüyle terlikte çaputlara, yorgana sanlı olsa da bebek, donacak.
Şimdi ne yapsın zavallı Hatun? Her çaresizlikte "çare" bulan kadın, bu
kez kalakalmıştı. Komşuların yakacakları, kendilerine ya yeter, ya
yetmez. Biraz ötede Kâmil ağaların var. Hem de bol. Ama onlar da
kimseye vermezler. Vermiyoriar da isteyenlere. Kış ve soğuk kadar,
ağalar da "zâlim", acımasız. Gidip gizlice alınabilir. Adı hu-sızlık olsa
bile.. Herkes biliyor ki, böyle durumlarda bu türden hırsızlık "helâl".
Ne var ki, onlar da onu bildikleri için, gerekli önlemi almışlar.
Bekçileri, "kuş uçurtmayan" hışnikli köpekleri var. Ama Hatun kafaya
koydu; ne yapıp edecek, gidip sokulacak, tezek mezek ne bulursa, alıp,
bir başka adıyla "çalıp" getirecek. Jandarmaların beklediği, tehlikeli tel
örgülerle çevrili, hemen ötesinde mayın döşeli bulunan sının geçme
çabasındaki insanlar gibi, korkunç da olsa tehlikeyi göze almıştı.
Uluyan tipiye karşı "narin" gövdesini vererek dışarı çıktı. Büzüle
•büzüle vardı ve süzülerek "cümle kapısı"ndan tezekliğe girmeyi
başardı. Hemen işe girişti: Yanında götürdüğü çuvala çabuk çabuk
doldurdu tezekleri. Ve sırtına aldı. Yine aynı dikkat ve süzülüşle
207
Alıntı ile Cevapla
  #34  
Alt 30-09-2012, 06:52
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

kapıdan çıktı. Tipide sendeliye sendeliye eve vardı. Sobanın yanına
boşaltü. Sobayı doldurdu, ateşledi, ısındı. Çuvalı alıp bir daha çıkü.
Yine tipiyle savaş, yine olanca dikkat, yine "cümle kapısı"ndan
süzülüş. Tezeklik, tezeklerin çabuk çabuk dolduruluşu. Çuvalın
sırtlanışı. Ama bu kez bir -terslik: Kö^ek havlaması. Köpeğin
havlamasını işitince, bir yana sindi. Ama köpeğin havlaması
kesilmiyordu. Ardından bekçi, yani hizmetkâr çıktı, köpeğe seslendi,
köpeğin havlaması durdu. "Kimse mi var?" diyerek oraya buraya baktı.
Ve sindiği yerde Hatun'u gördü. Yanma varınca tanıdı. Hatun
korkmuştu. Ama hizmetkâr, korkmamasını söyledi. Tezek dolu çuvalı
da kendi sırıma aldı. Halun'a:
- Haydi düş önüme gedek.. dedi.
Hatun önden, hizmetkâr da sırtında çuvalla arkadan gittiler. Eve
vardılar. Hatun içeri girdi, kapıyı açık tuttu. Adam da kapıdan içeri
çuvah koyar koymaz döndü. Hatun dua ediyordu arkasından:
- Allah razı olsun, Allah ne muradın varsa versin..
Ve kendikendine söyleniyordu: "Dünyada ne ey insanlar var!"
Aradan bir süre geçti; kapı çalındı. Hatun, kapı açıp açmamakta
önce duraksadı. "Kim olabilir?" Önlem olarak eline küreği aldı, gidip
açtı kapıyı. Bir dc nc görsün: Aynı adam. Bu kez sırtında kocaman
sepet. Yine tezek dolu. Adam onu da içeri boşalıu. Ve konuşlu:
- Bacı, ağanın haberi yok. Halıcri olsa vermez. Onun ne imanı, nc
insafı var. Aman sen de ağzından kaçırma, başım belâya girer.
- Kimseye sölemem gardaş, Allah senden bin kerre razı olsun.
Kimseye söler miyim hiç?
Adam giderken Hatun:
- Gel olur da, biraz ısın, sonra gel., diyemedi. Dedikodudan
çekinerek,. İçeri çağu^sa, adam da girmezdi belki. Adam gitti. Tipi de
uluyordu.
Hatun, Simo köyünde, "çok şükür" derken, bütün bunlan ve daha
nice çileleri anımsıyordu işte.
208
27
Hatun, elinde "bel", türküler raurddanarak "mayısı belliyor"du.
"Ber'i, yani ucu sivri, düz ve keskin küreği, helva gibi döküldüğü
yerde yayılıp bastırılmış olan, bir karış kalınlığındaki hayvan
boklarını, bir pasta ya da baklava keSer gibi kesmek için dik tutuyor,
"mayıs", yani kesilecek boklar üzerinde, boklara bulanmış ve incecik
çıplak ayağıyla, bir kıyısından da yüklenip bastırıyor; dilim dilim
kesiyordu. Kan ter içinde.. Karşıdan oğlunun geldiğini görünce durdu:
- Nedir oğul, niye geldin, malı-davan nettin?
- Ana, mal-davar yamaçta otlir. Sene deyeceğim var.
-Nedeyeccn?
- Ben ariıh gedecem.
-Nereye ola?
- Kartallı'ya. Tutak'a da gederim amma, bibimin herifinden
hoşlanmirim.
- "Fırtıhh Kulleteyn"! mi görestin? Yohu.sa bitleri mi?
- Derslerim "savudu" (soğudu).
- Savumaz savumaz anan gurban olsun, biraz daha gal.
- Yoh, gedecem.
- Ey hele dur, nasıl gedeeen, kim götürecek?
- Ben gederim. Sora sora gederim. Hem geliriken yolu da
öğrendim.
- Vıyy bu oğlanın derdine bah. Oğul, ahlına uyup çıhma,
gedemesin, yollarda gahrsm Allah etmeye.
- Yollarda galmam ana. Gederim. Derslerim çoh "savudu". Hem
"yüskek" (yüksek) dersleri ohuyacam. Ya§ım geçir.
- Hele bu deli oğlanın söledigine bah. "Yaşı geçirmiş". Gurban
olduğum daha senin yaşın ne ki? On yaşında varsm-yohsun.
- Olsun. Çebik âlim olacam.
Konuşmalar uzayıp gitti. Oğlan kararlıydı, Tutak'a ya da
Kartallı'ya dönmek istiyordu. Bu istekte, Safo'yu özlemiş olmasının
da payı var mıydı? Belki. Ama, "acelesi" de vardı, derslerde hızlı yol
209
almalıydı ki, zamanı geçmeden, "Basra'daki, Kufe'deki", ünlerini duya
duya kafasında ülküleştirdiği âlimler gibi olsun, daha da "yüksek
mertebe"ye ulaşsın. Ömrü boyunca, mal-davar otlatacak değildi ya!
- Hele sen bir mallara-davarlaraget, ahşam gonoşuruh.
- Kamımı doyurim, ele gedim. .
Kadın, gidip seleden bir parça ekmek aldı, üzerine de yağ sürdü,
oğluna verdi. Bir yandan da gözlerinden yaş akıtıyordu. Sessiz sessiz.
Ayrılık gözükmüştü çünkü.
Oğlan kamım doyurup gitti. Hatun da, yine "mayısı belleme"ye
yöneldi. Dilim dilim, kahp kalıp kesiyor, sonra her iki kalıbın
uçlarını birbirine getirerek ve az yatık olarak dikiyordu. Tüfek çatar
gibi. Kurusun diye.. Sonra bunlar, uygun bir yerde üst üste dizilip
"kalak" yapılacaktı kış için. biraz sonra "belleme" işini bırakıp eve
gitti. Çocuğun yıkanacak bezleri vardı, yıkadı vç sermek için bahçeye
götürdü. Bahçenin'duvarına bezleri sererken, bitişik bahçede Tepo'yla
karşılaştı.
Hatun'lann bahçesiyle Tepo'nun bahçesini, bir duvar ayırıyordu,
duvar çok yüksek olmadığı, kimi yerlerinde az yıkık olduğu için iki
bahçedeki insanlar da birbirlerini -belden yukarı olsun- diye
görebiliyorlardı. Tepo, Hatun'lann komşusuydu. Duldu. Hatun'a
âşıktı. Fırsat buldukça ilgi gösteriyor, yardımcı olmaya çalışıyordu.
Çeşitli işlerde yardımcı oluyordu. Bahçe işlerinde, sap-saman işinde,
mal-davar işinde. Hemen koşup el alıyordu. İlgisini ve bu çabalarını
öylesine artırmıştı ki. Hatun rahatsız olmaya başlamıştı. "Ya bir
dedikodu çıkarsa?" diye. Kocası kötüye yorar diye. Kaynanasının gözü
, üstündeydi zaten. İş görürken yaşmağı biraz ağzından çenesinin altma
doğra kaydı mı, kaynanası yaygarayı kopanrdı:
- Ağzını elin herifleri gördü, oğlanın namusunu iki paralık
edecoı..! Türünden.
Hatun, Tepo'yu da uygun bir dille, birkaç kez uyarmışü. Ama
Tepo aymamış, tersine, ilgisini arürdıkça artırmışü. O gün yine oraıia
Hatun'u görünce hemen ilgilendi. Dahası: Bir şey söyliyeceğini
belirtip yaklaşarak, "aşkını ilân etti".
Hatun, gören-eden var mı diye, sağa sola baktı, kaynanasının
kulak kabartüğını gördü. "Felâket". BCaynanası,
210
- Bu kannm göynü olmasa o herif böle sölemeye cesaret edemez..
diyebilirdi.
Bir ân düşündü Hâtûn, Tepo'ya durup beklemesini söyliyerek,
hızlı adımlarla eve gitti. Yağ tenekelerinden birine baktı, dibinde biraz
yağ vardı. Tenekeyi alıp çıktı dışarı. Doğru, Tepo'nun bulunduğu
köşeye. Tepo, duvarın arkasında, köşede, Hatun'un vereceği karşılığı
umutla bekliyordu. Hatun, önce elindeki yağ tenekesini duvarın üstüne
yerleştirdi. Sonra da eteğini toplayarak kendi çıktı duvarın üstüne.
Tepo'ya biraz yaklaşmasını söyledi. Tepo, coşkuyla yaklaştı. Ve
Hatun, tenekenin yağını, Tepo'nun başından aşağıya boşaltD.
- Di get gavurun herifi! "Sene okkader (o kadar) dedim pöçüğümü
(arkamı) bıaıh! Duymadın!" Hadi get şimdi!!!
Tepo şaşkın ve perişan. Başından yağlar süzülüyor. Üstü-başı yağ
içinde.
- Ben .sene nettim, ne kötülük ettim ki bunu yaptın? Hocanın
zulmü, dögüp sögmesi sene daha mı eyi gelir?
- Sen kurban ol hocaya. Sesini de ciharına, duyarsa seni de
öldürür, beni de.
Kaynanası olayı izlemişti, ama hiç belli etmiyordu. O da
kaynanasının olayı izlediğini biliyor, ama bilmezlikten geliyordu.
Hatun'un, Tepo'ya karşı acımasız davranmasında, kaynanasının
payı az değildi.
2 ı ı
28
Oğlan, mala-davara gideceği yerde, Tepo'nun çocuklarıyla
oynamaya gitmişti. Zaman zaman böyle yapardı. Kaçamak yaparken
de, babasma karşı dikkatli, duyarlı olurdu. Babasını gördükleri zaman
haber vermelerini, çocuklara da tembih eünişti. Parasıyla satın aldığı
birkaç aşığı vardı. Çocuklarla oynamaya girişli. Çocuklar, babasının
uzaklarda gözüktüğünü söylediler. Hemen fırladı. Arkalardan dolaştı,
doğru yamaca. Giderken iki köpekle karşılaştı. Arka arkaya
bitişmişlerdi. Biri bir yana, öbürü öbür yana çekiyordu. Şaşıp kaldı
bakarken. Nasıl olmuş da böyle olmuşlardı? Nc olmuştu bunlara?
Böyle birşcy hiç gönnemişti. Oradan geçen birkaç çocuk gördü. Onları
çağırıp köpekleri gösterdi. Çocuklar alışıktılar. Köpeklerin niye o
durumda olduklarını biliyorlardı. Ona da açıkladılar. Erkek köpeğin,
önce dişi köpeğin üstüne ön ayaklarını alarak çiftleşmeye geçtiğini,
cinsel organını öbürünküne soktuğunu, sonra kimi zaman cinsel
organının sokulduğu yerde kaldığını, "köpek çalışması"nın böyle
meydana geldiğini, erkek köpeğin ayaklarını indirip ters döndüğünü ve
onun için birinin bir yana, öbürünün öbür yana çektiklerini anlattılar.
Bir süre sonra, kendiliğinden ayrılabileceklerini söylediler. Durup
çocukları dinledi. Sonra çocuklarla birlikte köpeklere taş allı.
Köpekler, birbirini ters yöne çektikleri için kaçamıyorlardı. Çocuklar
da acımasızca taşları yapıştırıyordu. O, taş atmaktan vazgeçti.
Çocuklara da aunamalarını söyledi.
- Si/c öyle taş alsalar, vursalar razı olur musunuz?
- Ama onlar köpek!
- Olsun, onların da canı var.
- Sen niye demin taşı attın?
- Bilemedim, yanıldım..
Çocuklarla Çerkezce konuşuyordu. Kartalh'da, Kürtçeyi biraz da
Arapçayı öğrenince, daha önce öğrenmiş olduğu Çerkezceyi biraz
unutmuştu. Yine Simo'ya gelince, unuttuklannı yeniden öğrenmişti,
artık yine rahat konuşabiliyordu Çerkezceyi de. Nedense etkili olmuştu
çocuklar üzerinde. Çocuklar da taş aünayı bırakmışlardı.
212
Hayvanları getirirken Zeki'yle karşılaştı. Zeki, Tepo'nun
oğullarından. Yaşıttılar. Önce konuştular, sonra güreşe tutuştular.
Zeki güçlüceydi. Nasıl güreşileceğini de biliyordu. Tuttuğu gibi altına
aldı onu. Zeki'nin altında biraz bocaladı, sonra:
- Kolum, kolum., diye bağırdı.
Kolu, altla çok kötü kalmıştı, bükülmüştü.
- Kolum, kolum.. Kırıldı, kolum kırıldı!
Alabildiğine bağırıyor ve ağlıyordu. Zeki kaçtı. O da hayvanları
100-150 metre kala bırakıp, ağlıya ağlıya eve gitti. Anası karşıladı:
- Ne var ola, n'oldu?
- Kolum kırıldı,kolum!!!
- Sen ne ettin de kırıldı?
- Zeki'yle gülcştik.
Hatun, kız^ı ve söylene bakü kola. Kırıktan-çıkıktan anlardı.
- Çıkmış bu kol!
Kendi yöntemiyle ve oğlanı ağlaıa ağlata, kolu yerine oturttu,
sardı, .sıkıca bağladı ve boyundan astı.
- Bir yere vurmaz, değdirmczscn çcbik cylcşir. Ağlama arlık sus.
Baban şimdi akşam namazından gelir; şahın babana gülcşıiğini deme,
çoh kızar.
- Demem.
- Hayvanları getirirken yıhıldım, böle oldur. de!
-Öle diyerim de, yalan olmaz mı?
- O keder yalan da olsun. Bir de babanın sopasmı yeme..
Baba Abdul Hoca geldi namazdan.Geçip sedirdeki minderine;
olurdu.
- Giz, ne pişirdin?
- Bulgur aşı pişirdim.
- Ey, getir gamım çoh acıhtı.
Kurulan sofra; ev bireylerinin, sofranın çevresinde dizilişleri;
"bcsmclc"lcr, ekmek ısırmalardan sonra, önce büyüklerin, sonra
küçüklerin, kaşıklarını çorba tasma daldırışları.
213
Abdul Hoca şöyle bir baksa, oğlunun sağ kolunun sarılı olarak
boynundan asılı olduğunu, oğlanın, sol eliyle çorbayı kaşıklamaya
çalıştığını görürdü. Ama hiç bakmıyordu, çevresine. Karnım
doyuruncaya dek de bakmadı. Sonra farkmda oldu ve sordu:
- N'oldu ola goluna?
- Çıhmış.
-Neettindeçıhu?
- Hayvanları getirirken oldu.
- Kendiliğinden mi oldu?!
Hatun söze karıştı.
- GeJiriken yıhılmış, kolu alünda kalmış. Ben eyce sardım, birkaç
güne galmaz, cyleşir.
Hatun, oğlanın öbür konusunu açü:
- Mezin Ahmet, oğlan getmek istir.
' - Ne cdienneme?!
- Aman herif, ağzını hayra aç.
Bunu söylerken. Hatun ağlamaya da başladı. Sözlerini sürdürdü:
- Yavrum geleli daha ne kadar oldu? Geldi-geleli de hep
malınrdavarm peşinde. İşte şimdi gene gedecek gurbete. Gözümüzden
ırah, bahanı-edeni olmıyacah, gene kirin-bitin içinde kalacah, ser-sefil
olatah. Sen de heç baba yüreği yoh mu da, öle diyirsin? "Ne
cehenneme gedecek?" diyirsin? Dilin nasıl tulir? Heç acımir misin, ha,
heç mi acımursin?! Başha oğlun mu var, gözün ağı-garası bir oğlan!
Bu konuşma, Abdul Hoca'yı oldukça etkilemişti. Hoca, sustu.
Başını öne eğerek derin derin düşündü. Kayan gözlerinin biri bir yana,
öbürü öbür yana gidiyordu. Özellikle düşündüğü zaman gözleri böyle
olurdu. Bir çıkmazda olduğu belliydi. Epeyce sessiz düşündükten sonra
Hatun'a döndü:
- Çoh doğru sölirsin, doğru sölirsin de, ne yapah şimdi? "Yer
demir; gök bahu-".
Çıkmazlar karşısında hoca hep böyle derdi. Zaman zaman, karısı
da bu sözü söylerdi. "Yer demir; gök baku"!"
Herices suskun ve düşünceliydi.
Hoca konuştu yine:
214
- Bu hmzu" Çerkezler de işi azıttdar, bizi burda yaşaünayacahlar.
Hatun, kocasını çok iyi anlıyordu. Üzüntüsünü paylaştı.
- Malı-mülkü burda almamıza ey eunçdik, amma olan oldu bir
kerre. Allah'tan hayırlısı. Ben diyirim ki, sen hemenget, bâşhayerde
bir imamlıh ara.
^ Yahm kövlerin imamları var. Bir Şirvanşeyih'in imamı yoh.
Hoca, Simo'ya gelmeden önce Şirvanşeyih köyünde imamdı.
Çerkezler daha çok ücret verince buraya gelmişti. Bir de Şirvanşeyih'İ
"ahlâk" yönünden "çok düşük" buluyordu. Herkes, birbirinin karışım
kaçırıyordu. Hemen-herkesin birden çok karısı vardı. Usandıkları
. zaman, karılarını değiştiriyorlardı. Hocanın çok yadırgadığı, şaşüğı
durumlar meydana geliyordu. Bir gün Ramiz ağa, muhtarın iki kansm
birden kaçırmıştı. Muhtar da gidip, Ramiz ağanın iki karısını
götürmüştü. Olaylar herkesin gözü önünde oluyordu. Herkes de,
olağan karşılıyordu. Değişiklik isteyen kocalar da, kanlarının alınıp
götürülmesine pek ses çıkarmazlardı. Pazarlık bile yaparlardı
aralannda. Bir cuma günü, hoca camiden geliıicen, muhtar önüne çıktı.
- Dur hele, hoca sene bir şey deyecem.
-? ' .
Muhtar, hocayı bir yana çekti. Oturdular. Muhtar başladı
konuşmaya:
- Bah hoca! Ramiz ağayla sen ey konişirşin, ben konişmirim.
Benim kanlara tad vcrmirmiş. Çok dögirmiş. Bene gelip haber
verdiler. Ben ganları ona, dögsün, kötülük etsin diye vermedim. Hele
Cennet'in dögülmesine heç dayanamam. Sen "münâsiplik"le ağnat,
kanlanmı dögmesin. Eğer dögerse, gider çeker alırım. Onun kanlarını
da ona gönderirim. Yoh cger dögmezse, ey tutarsa, biraz daha
galsınlar. Sen ağnat ona!
Hoca oradaki durumlara alışmıştı, ama yine de şaşıp kalmıştı
muhtarın tutumu ve söyledikleri karşısında. Kendi kansmın da birgün
elinden alınabileceği kuşkusuna düşmüştü. Bir dayanağı vardı, o da
karısının sağlamhğı,
Abdul Hoca, "ahlâk" yönünden "düşük" bulduğu köye bir daha
gitmek isteiniyordu. Onlar bir kaç kez gelip: "-Gel gene bize imam
ol!" demişlerdi, hoca kabul etmemişti.
215
29
Hatun'la kafa kafaya verip düşündüler, çözümler aradılar. Sonunda
hocanın çıkıp imamlık yer aramasına karar verdiler. Birkaç gün sonra
hoca yola çıkacaktı. Önce oğlanı götürüp yerine yerleştirecek, sonra da
imamlık yer aramaya koyulacakü.
Ama oğlanı okuması için Tutak'a mı, yoksa Kartallı köyüne mi
götürüp bırakmalıydı? Karısıyla, bu konuyu da konuşup tartıştılar.
Hatun, çocuğun, Tutak'ta okumasından yanaydı.
- Orada bibisinin yanında galır, bibisi bahar.
Ama, hoca "cınk Ahmeı"i, yani eniştesini çok iyi tanıyordu. ~
- Cırıh razı olmaz.
- Müftü konuşmuş ya!
- Olsun. Onun canı cihar.
- Sen bir şey vererek râzı edersin.
- Neyimiz var ki?
- Birşeyler satah, para ver Cınh'a.
- Neyi kime satah? Çerkezler sattırır mı heç? Gene en eyisi:
Kartallı. ,
- Orada da çocuh perişan olir.
- Ne yapah. Ohumah kolay değil, bircz de perişan olsun.
Karı-koca, daha bir süre tartıştılar. Sonra bir karara vardılar bu
konuda da:
Hoca, oğlanı önce Tutak'a götürecek. Enişteyle, müftüyle bi
görüşecek. Eğer orada kahhabilecek bir ortam varsa, orada bırakacak,
yoksa doğru Kartalh'ya.. Ama Kartallı'ya da bıraksa, arada sırada
bibisinin yanma gitmesi, üstünün-başmın yıkanması için bibisiyle
konuşup görüşecek. Ayda, ya da iki ayda bir.. Kar-kış bastırana dek,
oğlan yalnız da olsa gidebilecek; kışınsa, birilerine tenbih edecek,
onların çocuğu götürmelerini sağlayacak. Kısacası, işleri yoluna
koymadan, çocuğun yanından aynimıyacak hoca.
* * *
öğle üzeri. Ailenin bireyleri mutlu mutlu içeri dışarı girip
çıkıyordu. Zaman zaman olurdu bu tür mutluluklar. Genellikle de,
pişen yemeğin çeşiüne bağlı olarak oluşurdu. O gün de bir "culuk"
(hindi) kesilmişti. Bir kesimi kebap oluyor, bir kesimi de bulgurla
pişiriliyordu. Ocağın üstündeki kara dipli kazan, dibinin karasma
aldırmadan görkemli görkemli duruyor, güzelim yemeğin kokularını
çevreye yayan buharlar çıkarıyordu. Küçük çocuklar da çevresinde dört
dönüyordu. Keyifli keyifli.
- Ola mala-davara bahtm mı?
- Bahtım ana. Yamaçta otlirler.
Yemek pişmişti. Oğlan, kazanın üzerinden bir parça kaçırdı eli
yana yana yedi. Biraz da bacılanna verdi. Onlar da ellerini, dillerini
yalorak yediler. Ana bağırdı: >
- Ola ne yapirsiniz? Babaz namazdan gelsin, sofra gurulsun o
zaman yeyin. Korhmaym, çoh, hepinize yeter. Cırdana keder yersiz.
(Yani yırtılana dek yersinizO
Ana her yemekte, benzer sözleri söylerdi, herkese, sofranın
kurulmasını beklemesini bildirirdi. "Ama dinleyen kim?" Hele oğlan,
hiç dinlemezdi. Elini, dilini yaka yaka yemeyi çok severdi. Sıcak
tencerenin astünden kaçıranüc..
Baba da geldi. O da yemeğin çekici kokusunu almıştı. Mutlu
mutlu, sedirdeki yerine gitti, minderine oturdu.
Sofra tahtasının, ardından tencerenin, kaşıkların, ekmeklerin,
suyun getirilişi. Herkesin, sofra çevresinde dizilişi. Hindinin, anasımn
eliyle parçaJamşı, paylaştmlışı, herkesin payının, önündeki ekmeğinin
üzerine konulusu. Pilavın büyükçe bir kapla ortaya yerleştirilişi. Aynı
kaptan herkes kaşıklasın diye.. Ve büyüklerden başlıyan saldmş..
Herkes tıka basa doyurdu kamım. Eller ağızlar yağlı. Biraz sonra
sabun, ibrik ve leğenin getirilişi, ellerin ağızların yıkanışı, aynı
"peşgir"le silinişler.
Yemek işi bitince çocuklar dağılmıştı. Hocanın ve anasının çayı
geldi. Hoca, uzun uzun çekerek ve ses çıkararak keyifle çayını içerken,
oğlan sokuldu:
- Baba, kızmassan bi şey deyecem.

217
Alıntı ile Cevapla
  #35  
Alt 30-09-2012, 06:54
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- Haydi de bahalun ne deyecen?
- Sen anamı niye dögirsin, günah değil mi?
- Hele eşşegin doğurduğunun sorduğu suale bah. Böyürsen
örgenirsin, kanlar dögülür.
-Niye?
- Kur'an öle diyir. Nisa suresinin 34. ayetinde Allah diyir ki:
"Kanlannızı dögün!".
- Amma, karı herife karşı gelirse. Anam sene karşı gelmir ki..
Her işi görir. Yıkijdr, yedirir, içirir. Bah, yemek pişirdi, yedirdi,
doyurdu.
- Kazanan kim? Ben kazanirim.
- İşleri gören de, hep anam. Sen imamlıktan başha ne iş yapirsin?
Tarlaya, harmana gettiginde de anam yardım edir. Çoluk-çocuğa,
mala-davara bahan da anam.
- Eşşegin sıpasına bah hele. Nasıl da anasmı korir!
218
30
Güzel güzel ödüyorlardı hayvanlar. İnekle dana yânyana. Dana
şımarık. Ana.sının başını uzattığı oüan, önünden, ağzından alıp alıp
kaçırıyordu. Ana.sı da her ana gibi bundan mutlu oluyor gibiydi. Biraz
ötede, güçlü ayaklarıyla kavradığı yerde, deli deli ollayan tosun.
Gücünün ve "saltanat"ının doruğunda. Hemen yanıbaşmda öküzler.
Boyunduruk altından kurtulmuş olmanın tadını çıkarmaktalar.
Özgürlüğün mutluluğu. Ama şimdilik. Az ötede koyunlar. Koyun
koyuna, boyun boyuna "yayılmaklalar" ağızlanna göre olanı bularak..
İçlerinde bir görkemli: Koç. Hepsinden başka olduğunu kanıtlarcasma
kıpırdıyarak, dans ediyor gibi. Otundan, otlanmasından da geri
kalmıyor. Ne ki, en çok ilgilendiği şey,' başka: Egemenliğindeki
koyunlardan, üstüne atlamasını isteyenlerin "-gel, aüa!" anlamındaki
çağrısı. Çağrıyı alır-almaz; hemen gidip atlıyor. Ön ayaklarını dişinin
üstüne koyarken, arka ayaklanyla yere basıyor ve upuzun, sip sivri
nesnesini, sokmak istediği yere kolaylıkla sokuyor. Çok geçmeden de
güçleri birkaç saniyelik erkekler gibi fişeğini atmış, işini bitirmiş
olarak iniyor. Biraz otluyor, bir daha. Biraz otluyor, bir daha. Bir daha,
bir daha.. İki atlayış arasında biraz otlamadan edemiyor. Atlama
gücünü otlardan alıyor sanki.
Bunları izliyordu hep. Hava da oldukça güzeldi. Koçun koyuna
atlayışını izlerken, köpeklerde tanık olduğu çiftleşmeyi, köpeğin
kancığına atlayışını anımsayıp göz önüne getirdi. Karşılaştırdı.
Benzerlikleri vardı, ama bcnz.emezlikleri de vardı. Erkek köpeğin cinsel
orgami koçunkine oranla hem kalın, hem de topuzlucaydı. Sokulduğu
yere kolay giriyor, ama kolay çıkmayabiliyordu.
Koça yaklaştı. Eliyle sırtını, okşadı. Sonra eğilip o sivri
nesnesini tuttu. Yuvasına çekilmiş olan nesneyi, üstündeki derinin
üzerinden o yana bu yana kıpırdatmaya, deriyi ileri-geri etmeye ve
itmeye başladı. Receb'in Murat ırmağının kıyısında eliyle
"kusturmak" için erkeklik organına yaptığı gibi., koçunkini de elle
kusturup kusturamayacağmı görmek istiyordu. Ve görüyordu:
Kusturuyordu koçunkini de. Koçunki de atı atıveriyor, "fırüğmı"
fıriatıveriyordu. Denemesinden ve sonucundan memnun olmuştu.
219
* * *
Bir gecesi kalmıştı. O gece yatacak, ertesi gün sabahleyin,
babasıyla birlikte yola çıkacaktı. O gidecek diye evde bir sessizlik, bir
sönüklük vardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Anası için için
ağlıyordu. Bir yandan da yol hazırlığı yapıyor; Çerkezlerin "velibah"
dedikleri.börekten pişiriyordu. Nenesi, elinde Kur'an okuyordu. Babası
iki çift çankdiktirmişti: Biri ona, biri de kendine.
Bir gecede anasına doymak, bir yıllık, birkaç yıllık doyumunu
almak istercesine durup durup sarılıyordu. Boynuna sanlıyOr, kucağına
atılıyor, yüzünü-gözünü öpüp yalıyordu. Biraz duruyor, bir daha
yapıyordu. İçinden, anasmm memesini emmek geldi.
-Ana, memeni çıhar hele.
- Neydecen ananın kuru "çendir"lerini kurban olduğum?
- Biraz emecem.
- Vıyy, hele oğlmıa bah! Ola oğul bebeklegin mi tuttu?
- Ana kurban olim çıhar.
Anası, şaşkın şaşkın göğsünün düğmelerini çözdü, elini soktu •
göğsünden. Ve çıkardığı memeleri:
- Al bahah neydecen! diyerek oğlana uzattı.
Baeılarınıemzinrkenoldukçadiri diri gördüğü memeler"fısaimış"
(havası kaçan bir balon,gibi sönmüş) ve pörsümüştü. Uçları da
çocukların ağzında çekile, çiğnene yaralanmış olmiüctan dolayı kapkara
kararmıştı. Ağzına alamadı. Eliyle okşadı, yüzüne sürdü. Sonra bir
daha sanidı anasına. >
- Ana, âlim olacam, ele ğelecem!
- İnşallah âlim olursun. Allah muradını versin, emeklerine,
sefilliğine değsin!
-" Allâme" olacam.
- "Allama" ne demek oğul?
-"AUama" değil, "allâme".
220
- Her iıeyse, manası ne?
- Alim var ya!
. -Hee? . . •
- Onun "mübalağalı ismi fâiI"!. "Çoh, çoh âlim demek. Ben de
öle olacam.
- İnşallah.
- Basra'nınkileri de, Kûfe'ninkileri de geçecem.
- İnşallah inşallah oğul, inşallah.
Nenesi, okumasma ara verip, anlamlı anlamh bakarak seslendi:
- Geldin geleli, hiç ohudun mu ki?!
- Biraz ohudum nene. Ohuduhlanmı gözden geçirdim.
- Unutmamış mısın?
- Yoh, unutmadım. Nene unutur muyum heç?
- Ey, inşallah!
' - Nene, gelim de bir "meser'-(masal) söle.
- Get oğul, ben Kur'an ohirim. >
- Gurban olim nene, "mesel" sölc. -
' " Nenesinin masallarını çok severdi. Özellikle de "üç oğullu
padişah" masallarını "oynaşlı kan" masallarını, "kırk haramiler"
masalını, "Terzi Kızı" masalı, "Keloğlan" masallarını..
Nenesi, nazlananazlana masa! anlatmaya hazırlanınca, çocuklar
çevresine birikmişti hep. O da gidip, başmı nenesinin dizine koyarak
kendini vermişti.
"Bir varmıŞi bir yohmuş, Allah'ın kulu çohumuş, evvel zaman
içinde..."
221
31
Sabahın en erken saatinde, ev halkı ayaktaydı. Ayrıhk vardı.
Baba-oğul yolcu edilecekti. Hazırlık tamamdı. Oğlanın çamaşırları,
kitapları ve baba-oğula epeyce yetecek yol azığı heybeye, torbalara
yerleştirilmişti. İkisi de sıkı giyinmişti. Çünkü soğuklar başlamıştı.
Hele sabahları, oldukça serin oluyordu. Yolcuları Tanrı'nm koruması
için nene sürekli okuyor, dua ediyordu. "Şelalen lüncinâ"yı okuyor,
Kur'an okuyor, çeşitli dualar okuyup üflüyordu. Hiç durmuyordu
dudakları. Ananın da gözleri. Durmadan ağlıyordu. Burnunu çeke çeke.
Yaşmağıyla, yazmasıyla da, burnundan ve yanaklanndan süzülenleri
siliyordu arada bir. Kızlar da az üzüntülü değil. Büyükleri, Gülenaz
ağlıyor." Ağabeg"lerinden aynlıyoriar çünkü. Ya "ağabeg"? O da onlar
kadar üzgün. Bacılarına sarılıyor, öpüyor, okşuyor. Sonra dönüp
anasına sarılıyor. Ona da sarılıyor, öpüyor. Ama, en az orada sevdikleri
kadar tutkun olduğu bir amaci;var. Onun tutkusu ve coşkusunu taşıyor
olmasa, oradaki sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Yine de göz
yaşlarını tutamıyor, ağlıyor sessiz sessiz.
Anası Hatun'un kafasındaki konulardaln biri de onun yatak
sorunuydu. KartaHı'da döşek tc, yorgan da çok küçüktü. O büyüyünce
daha da küçülmüştü bunlar. Yastığu^a pek işe yaramazdı. Kadıncağız,
tavukların tüyünden bir yastık, bir'de yün yorgan yapıp hazıriamışiı.
Ama götürülmesi kolay olmaz diye kocasına bir türlü söyliyemiyordu.
Sonunda dayanamadı ve söyledi: u
- Mezin Ahmet, kurban olim, bir tüy yastıh, bir de yorgan var.
Çocuğun, orada döşek diye altma serdiği minder çoh küçük. Yorganı
da.. İkisini birleştirip altına sersin. Bu yorganı da üstüne alsın. Ağırlıh
olacah ya, kurban olim, bu yorganı ve yastığı da götür. He mi?
-He he, haydi gelir.
Hatua gidip yastığı ve yorganı getirdi. îçiçe büktüler, güzelce
bağMılar. Kollar geçirildikten sonra sırta alacak biçimde yaptılar.
Eksik birşey kalmamıştı artık. Hatun'un içi de biraz olsun
r^atlamıştı. Tembihlerini yağdu-dı. Kimini bir nice kez yineleyerek
söylüyordu.
222
- Tutak'ta kalırsa bibisi bahar. Fahat, Kartallı'da kim bahacah?
Gene paişan olacah yavrum.
Anasmı biraz daha rahatlatmak için hemen karşıhk verdi:
- Ana, Kartalh'ya gederisem, Safo'nun anası bahar bene.
- Safokim ola?
-Bir kız.
- Sen tanir misin?
- Hee. O da, anası da bene çoh bahir. Yedirirler, içirirler. Safo'nun
anası üstümü başımı ylhir.
- Vıyy i||lah razı olsun.
Hatun, kocasına seslenerek:
- Aman herif, sen de onları gör de, daha ey bahsmlar. Aman
gurban olim.
- Görürüm, görürüm. Haydi biz geç kaldıh, gidekarüh.
Baba-oğul yola çıktılar. Arkadan yine yağan tenbihler, dualar..
* * *
Yollarının üzerindeki ilk köy, Hamzaşeyih köyüydü. Köpeklerin
havlamaları arasından geçtiler. Biraz ilerledikten sonra Murat umağı
karşılarına çıktı. Kıyıda oturup soluklandılar biraz. Azıklarını koyup
yediler. Koca Murat ırmağı. Yatağına yayılmış, kıyılarını yalıyarak
büküle büküle akıyor. Kimi kesimlerinde, üstünde çukurlar oluşarak..
Kartallı'da, Tutak'ta da karşılaşıyorlardı bu uroakla. Kartallı, Tutak
nere, orası nere?! Aradaki uzaklığı, Hafız Celal'le tam dokuz günde
alabilmişlerdi.
- Baba, biz Hafız Celal'le gelirken burada az daha boğulirdik.
- Ben "dayaz" (sığ) yerini bilirim, oradan geçerik. Önce seni
geçiririm, sonrada yükümüzü.
Hoca, oğlunu omuzlarına aldı, bacaklarını da boynundan uzattı.
Kendisi de şalvarı, donu çıkarmış, "ud yeri"ni bir eliyle kapatıyordu.
Öylece girdi ırmağa. Çok iyi bildiği uygun kesimlerinden "temk nli"
223
adımlarla ilerledi. Su göbeğine kadar vanyor, oğlanm ayakları da su
içinde kalıyordu. Hoca, dualar da mırıldanarak, yavaş yavaş gitti ve
kıyıya vardı. Ve yükler için hemen döndü. İki dönüşle de yükü taşıdı
karşı kıyıya. İvedi ivedi de donunu, şalvannı giydi. Ardından, yola
düzüldüler. Geceyi, hocanın daha önce imamlık yaptığı ve yolları
üzerinde bulunan Şlrvanşcyih köyünde geçirecekler. Vardıkları zaman
daha akşam olmamıştı, ama köylüler bırakmadılar eski imamlarını.
- Bu gece burada kal, yarın sizi arabayla "Kop"a kadar gönderirik..
dediler.
"Kop" dedikledi, Muş'un Bulanık ilçesi.
224
3 2
Şirvanşeyih'te bir de yakınlan vardı: "Kirve". Sünnette "kirve",
focoğu dizine, kucağına oturtur, sünnetçi de sünnet ed^di. Bundan
mma da, "kirve" ile, çocuk ve anası babası arasında birçeşit
•tfBabaiık" oluşurdu. Oradaki kirveleri, Ramis ağaydı. İki katlı evi
wdı köyde. Başka da iki katlı ev yoktu. Ramis ağanın, "odası da
ıçıktı" her zaman. Ve herkese> Ramis ağa, Abdul Hoca'yı ve. oğlunu
glhtr de bırakır mı hiç? Bırakmadı. Ertesi gün, Kop'a kadar da at
almasıyla o gönderecekti.
Akşam, "Abdul Hoca geldi" diye herkes toplanmıştı odada. îkİ
kmsım, Ramis ağanın ikikmsıyla değiştiren mahtar da gelmişti. Bu
şaştfası şeydi. ÇünJcü Ramis ağayla, muhtarlığı biç bırakmıyan
nûhtar küsülUydü. Demek ki barışmışlar. Karılannı değişürmenin
ı k ^ d a kolay anlaşabiliyor olmasalar da.. Muhtann da odası vardı ve
j-OBunki dc açıkü. O, herkesi kcn<Üodasma,Ramis ağa dakendi odasma
çekmeye çalışırdı. Kimin odası daha kalabalık olursa, onun göğsü daha
ç o k kabanrdı. Birbirierinin odalarına da pek gitmezlerdi. Köyde
çoğunun olduğu gibi, onların da dördar kanlan vardu Ama ikisinin de
I j i k i karısı epeyce eskimiş, "işe yarar olmaktan çıkmış"ü. O nedenle de
bunlar "sâbil"li, bunlan değiştirme gereği duyulmuyordu, ikisinin de
i k i karısı genç ve güzeldi. Aralannda zaman zaman değiştirdikleri de
bunlardı. Muhtann karılanndan Cennet adlı olanı, güzelliğiyle
ünlüydü. Cennet'i bir kumasıyla birlikte Ramis ağa kaçırmışü.
ft^htar da Ramis ağanın iki karısını kaçırmıştı karşılık olarak.
"Kaçırma", gerçek anlamında değil, lafın gelişi. Gerçekte, kadınlar
I götürülürken kocaları biliyordu ve karşı koymuyordu. Danışıklı bir
' durum. Karşılıklı olarak getirdikleri kanlarla, doyumlannı alana ve
I usanana dek yaşıyorlar, usanınca da yine karşıhkh olarak herkes kendi
S kanlannı geri alıyordu. Ufak tefek tarüşmalar olsa da, "alan da veren
de memnun" oluyordu. Karılar da pek "şikâyetçi" görünmüyOTdu.
Karşılıklı "kan değiştinne", köyün, öteden beri sürüp gelen bir
geleneğiydi. Yalnız buna "değiştirme" değil de, "kaçırma" adı
veriliyordu.
Hoca merak ediyordu: Cennet, acaba nasıl kocasmm yanında mı,
2 2 5
Ramis ağanın yanında mı? Biraz scMira durum aydınlandı: Cennet, yine
Ramiz ağaya kaçmimışü. Yine kumasıyla birlikte. Odadakilere hizmet
eden, çay getirip götüren de, Cennet'ti. Oyalı ve boncuklu
"yazma" sıyla (başörtüsüyle) çok alımlıydı. Cilveli cilveli hizmet
ediyordu. Cennet ki ne "Cennet"..!
Muhtar, "Abdul Hoca'nm hatın için odaya geldiğini" anlatarak
söze başladı. Ve köylerinin imamı bulunmadığını, bütün köylünün de
Abdul Hoca'yı istediğini anlatü. Bir süre bunun üstüne konuştular.
Herkes istiyordu gerçekten. Ama hoca, şimdilik söz vermiyordu.
Çocuğu, okusun diye uzaklara, Tutak'a, ya da Kartalh'ya götürüp
bırakacağını, imamlık içinse kararını sonra, dönüşte vereceğini
söyledi. Bu arada hoca, bir rahatsızlığmı belirtmeden edemedi:
- Bu kövdeki"kan kaçırma" işinden hoşlanmirim. İşin doğrusu
bu!
Ramis ağa, biraz okumuş bir kişiydi. Eski yazıyı bilirdi. Eski
yazıyla birçok kitaplar okumuştu. Hocanın sözlerine karşılık, yerinden
hafifçe kıpırdayarak: '
- Hoca, "kan tebdil etme". Kufan'da da yoh mu? dedi.
- Yoh "lebi" (tabii). Kur'an'da da olur mu heç böle şey?
- Hoca, sen daha ey bilirsin ya, Kur'an'da da var.
- Kur'an'm neresinde var?
- Ahzab Suresinde.
Gerçekten de Ahzab Suresinde 52. ayetinde, peygambere
seslenerek: "-Bundan sonra, sana hiçbir kadın, cariyelerin bir yana,
güzellikleri ne kadar hoşuna giderse gitsin, hiçbirini, başka bir eşle,
değiştirmen, helâl olmaz!" dendiği görülüyordu. Demek ki
peygambere, bu buyruktan önce, karılarını, güzellikleri hoşuna giden
başka kanlarla d e ğ i ş t i r m e s i helM"di. Kimi yorumculara göre, bu
"helâr'lik, peygamber için bir daha geri gelmemek üzere ortadan
kalkmış, kimilerine göreyse, yalnızca bir süre ortadan kalkıp sonradan
yine geri gelmişti. Her. neyse, demek ki, sözü edilen ayetten önce
böyle bir "helâr'lik vardı ve peygambere, kanlanndan dilediğini,
güzelliği hoşuna giden başka kanlarla "değiştirme" izni veriliyordu.
Sonuç, "kan değiştirme" diye bir olay vardı demek. Peygamber için
226
var olan, başka inanırlar için niye olmasın?
Ramis ağa, hocaya başka bir ayet daha gösterdi; Tahrim
Suresinin 5. ayeti. Bu ayette de, peygamberin karıları. Tanrı katından
ileri sürülen koşullar çerçevesinde davranmazsa, o karıların, "daha
iyileri"yle, "evlenmiş ya da hiç evlenmemiş kadınlarla, kızlarla,
değiştirilebilecekleri" bildirilmekteydi.
Abdul Hoca, Ramis ağanın gösterdiği ayetler konusunda birtakım
yorumlar ileri sürmüştü, ne ki inandırıcı olmamıştı Ramis ağanın
söyledikleri karşısında. Hoca da, kimseyi yolundan çeviremeyeceğini
görerek susmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte, hocaya oldukça
saygı gösterildiği görülüyordu. Ramis ağa da çok saygılıydı.
Çaylar içildi, tatlı tath söyleşiler oldu. Sonra vakit ilerleyince
herkes birer-ikişcr çıkıp gitti odadan.
- Baba bit erkeğe bir karı yetmir mi? Allah niye dört karıya izin
vsir?
- O'nun hikmeti. Hikmetinden suâl olunmaz.
- Benim ahlım kabul ctmir.
- Senin ahim daha ne ki?!
- Peygamberimizin karıları dörtten de çohmuş.
- Hee. O, Allah'ın sevgili kulu.
- Ayrıca cariyesi de varmış.
-Hee. . ..
* - Ramiz emmi Arapça ohumamış amma çoh bilir.
-Böh bilir. '
- He vallaha bilir.
- Sus ola! Bilmesi onun başına çalına. Bahsana ne diyir? "Karı
değiştirme Kur'an'da varmış"! Heç ele şey ola?
- Ama ağa görmir misin ayet gösterir. Ben de bilirim. Ayette
"tebeddele" geçir. "Tefa'ul" babından. Bu babın "bina"sı "lâzım
(geçişsiz)" amma burada "muteaddi (geçişli)". "Tebdil'î, yani
"değiştirme" manasında.
Baba ister istemez, biraz şaşkınlık, biraz da hayranlıkla dinliyordu
227
oğlunu.
- "Bedel"den. Yani bir kanya "bedel", başka bir kan. Yaa, vallaha
ele. Demek ki var kanlan değiştirme. Hevallaha. •
- Sus ola eşşegin sıpası sus. Sus da get yat
Yatmıştı. Ne ki kafasmdakiyle...
* * *
O gün düğünleri vardı Safo'yla. Tüıko Safo'suna kavuşacaktı. Kız
bi kal daha güzelleşmişti. Hem de ne güzel. Onun gibisi dünyada
olmazdı. Bakıyordu işte. Alımlı alımlı. Çekip alıyor, içine, taa içine
sokuyordu oğlanı. Her zamankinden daha çok, daha bir özlemle. Koşup
gelip elini tuttu. Çekip sürüklüyordu.
-Dur kız, nereye?
- Gel gidelim artık. Haydi gidelim.
-!!!
Türko bilmiyordu nereye gideceklerini. O gün düğünleri olduğunu
biliyordu, ama ötesini bilmiyordu.
Safo'yla her zamanki gibi Kürtçe konuşuyordu. Ve Safo neler
anlatmıyordu ki! Yerden anlatıyordu, gökten anlatıyordu. Ve işle bir
bilgi daha veriyor.
Koya "Peygambfer" gelmiş. Herkes toplanıp gitmiş onun yanma,
başta Şeyh Şaban, Molla Nâsır ve mollalar, fakilcr. Abdurrahman,
Şehmjıs, Osso, Kasım... Ayrıca Hâlo Şivâno'ların Husso da
öradâymış.
-Yaaa?!
- - Vallahi'l-Azîm! Billahi'l-Azîm.
Demek"Peygambcr" de çıkıp gelmiş!
Safo, Peygamber'in geldiği eve alıp götürüyor. Varıyorlar ki çok
büyük bir kalabalık. Erkekler, kadınlar, oğlanlar, kızlar.
"Peygambcr"in kanlan, cariyeleri de gelmiş. "Ne de çcAlar!" Melekler
de var. Kanatk kanatlı melekler. Biraz sonra da "Allah" gelecekmiş. O
228
Alıntı ile Cevapla
  #36  
Alt 30-09-2012, 06:55
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

da ölecekmiş gökten.
"Peygamber", Safo'yla Türko'ya baku. Özellikle de Safo'ya...
Türico'nun hoşuna gitmedi. Türko Safo'yu çekip yavaşça konuştu:
- Hadi biz gidelim.
-Niye?
- İşte, gidelim.
- Söylesene niye?
- "Peygamber" sana bakıyor, sonra seni elimden ahr.
- Nasıl alacak?
- Alu- vallaha. "Ayet" mayet gelir alır. Ya da kendininkilerinden
biriyle "değiştirir". Haydi biz kaçalım!
Kaçıyorlardı ki uyandı uykudan.
Sabahleyin yola çıkülar at arabasıyla. Ramis Ağa koşturmuştu.
Büyük bir kalabalıkla uğurlandılar.
Öğleye doğru varmışlardı ilçeye: "Kop". Bir başka adıyla:
"Bulanık". İlçe ama biraz büyükçe köy. Öteki köyler gibi.
Yaya bir saat, iki'saat aralıklarla serpilmiş kökler. Birbirinin
upkısı. Serilmiş yaüyorlar bozkıriarda. Kimbilir kaç yüzyıldu- hiç mi
hiç değişmeden. Kıraç tarlalar. Taşlı topraklı, iğri büğrü, inişli çıkışlı,
yarlı çukuriu, atlı eşekli, öküzlerin ya da adarın çektiği kağnılı ve yer
yer bulutlara varıp dayanan tozlanyla dumanlarıyla yollar. Heybeli,
torbalı, kazmalı kürekli, çanklı, kuşaklı, bezlere, paçavralara bürülü,
pıtrak ve toz toprak yüklü, çileli insanlar. Yolda bayırda, tarlada
çayu-da, emekleri ucuz, kendileri ucuz. Kimi uyuz, kimi sıünalı. Ama
savaşlarda birer "kahraman". Barışlardaysa, yoksulluğa, ağaya, beye,
jandarmaya yenik. Dedelerden, babalardan neyi nasıl almışlarsa,
sürdürdükleri o. Ne değişmekle, ne değiştirmekieler. Ne de böyle
birşeyin olabileceğini düşünmcktelcr. Köyler, hep "yeni âdet
istemeyen köyler". Mezarlıkları insanları; insanları ve evleri
229
mezarlıkları gibi. Sürü sürü topluluklar. Başlarında da çobanlar.
Muhtarlar, imamlar, mollalar, şeyhler, ağalar, beyler, "hokumat"
adamları ve adamlarının adamlan. Uşaklar, yavşaklar, bitler, pireler,
keneler, sinekler, itler, kurtlar ve daha neler neler... "Yeni âdet
bilmeyen eski köyler"in ayrılmaz, ayrılamaz birer parçaları. Öyle
gelmişler geçmişleri boyunca. Öyle getirilmişler, öyle götürülmekte.
Büyük baş, küçük baş hayvanianMandalar, öküzler, inekler, eşekler,
atlar, danalar, taylar, sıpalar, kuzular, keçiler, tavuklar,, kazlar,
"culuk"lar.. Ve başlarında çobanlar. Hayvanları insanlarını izlemekte,
insanları da hayvanlarını. Kaim kaim çizgileriyle.. Canlılarında "can"
kalmamış, geçmişlerin çilesiyle ve "bin bir acı"yla dolu. Anadolu.
Özellikle de Doğu Anadolu. Üst üste binmiş çıplak tepeler, dağlar.
Alınları, insanlarınınki gibi kırış kırış. Nice savaşlara sahne olmuş,:
üzerlerinde nice kanlar dökülmüş, canlar yitirilmiş. Ve bu olayları bi
türlü bitmemiş; şu türlü bu türlü de olsa sürüp gitmekte. Verimli
olabilirken verimsiz topraklar. Sulanması yağmura bağlı. Ölü
toprakların üstüne zamanzaman ağlayıp göz yaşları döken bulutlardan
gelen "rahmet"İcr, binlerce yıllık inançlardan kalma "yağmur
dualan"yla Tanrı'dan istenmekte. Ama isteğe göre olmamakta.
Bulutların göz yaşları kimi zaman daha yukardayken donmakta, gülle
gibi dolu olarak yada "lepe lepe" (kar olarak) düşmekte. Birkaç ay yaz,
geri kalan kış. "Kılıç gibi gelen" ve geldikten sonra, çoğu kez "gitmek
bilmeyen" kış.
Kış başlamak üzereydi. Kimi günler yağan yağmurlar, akşamlan,
geceleri kara dönüşüyordu.
230
33
Baba-oğul, köyden köye gittiler. Kimi yerlerde, rastladıkları
arabalara biniyorlardı. Öküz arabalanna... Kimi yerlerde, bu arabalarla
özel olarak gönderiliyorlardı. Kimi yerlerdeyse, yaya olarak
gidiyorlardı. Sekizinci günde Tutak'a yaklaştılar. Bir buçuk - iki saat
daha yürüseler, Tutak'a varacaklar. Bir ses işittiler. Arkalarına döndüler
ki: iki jandarma. Halktan oldukları halde halka karşı hazırlanmış iki
"Anadolu zebanisi". 300 - 500 metre öteden, koşarak geliyorlar. Hoca,
çok korkardı jandarmalardan. Çok korkutulmuştu, çok "zulüm"
görmüştü. Jandarma, yörenin insanları için "korku" ve "zulüm"
demekti zaten. Ama hoca için aynca korkunçtu. "- Durun!" sesleri
karşısında, baba-oğul, ister istemez durdular. Jandarmalar, gelip
kavuştular:
- İyi yakaladık seni! Kaç gündür senin peşindeydik!
Hocaya söyleniyordu bu. Hocanın yüzü kireç gibi olmuştu.
Dudakları da morarmış, titriyordu. Hoca, neden arandığını, peşine
neden düşüldüğünü titrek bir sesle sordu. Jandarmalar, azarı, küfrü
bastı:
- Sus ulan bir de soruyor, alçak herif. Suçsuzmuş gibi
konuşuyor. Çıkar nüfus kâğıdını.
^ Hişnikli köpekler bile bunlar kadar korkunç değildi hoca için.
Hoca, elini ceketinin cebine attı, nüfus kâğıdını aramaya başladı.
Korkudan, telaştan bi türlü bulamıyordu. O bulamayınca da,
jandarmalar bir yandan dipçikle dürtüyorlar, itiyorlar; bir yandan da en
ağır sövgülerle sövüyorlardı.
- Vallaha billaha cebimdeydi.
- Cebindeymiş! Seni namussuz seni! Anasını avradını... Şimdi
seni de, çocuğunu da burada bir düzelim de akim başına gelsin!
Hoca ne yapacağını şaşırmıştı, oğlu da ağlıyordu. Hem de
sövüyordu içinden. '
oğlan ağhyarak:
- Baba ceketini ver bir de ben bahim.. dedi.
231
Jandarmaların tüyler ürpertici aşağılamaları, d^irtüklemeleri
arasında hoca ceketini çıkanp verdi oğluna. Oğlan, bir sürü şeyin
doldurulduğu cepleri orada bir yere döktü ve nüfus kâğıdını buldu.
Sevinçle babasma verdi.
Hoca nüfus kâğıdını jandarmalara uzattı. Jandarmalar alıp
bakülar.
- Askerlik y^mamışsm sen.
- Yapüm, orada yazılı.
- Ananın, kannm a.'ında mı yazılı, nerede yazılı?
Artık hoca dayanamadı. Korkudan arınmış büyük bir öfkeyle,
çekip aldı nüfus kâğıdmı ve gösterdi:
- İşte burada yazılı, terbiyesiz herifler! Sizin mahsadınız başha,
soymah istirsiniz, bende de para - pul yoh. Ellerinizdeki tüfeklere
güvenirsiniz. Yohusa ikizi de burada haklardım pis herifler. Size Türk
askeri denmez.
Jandarmalar hiç beklemedikleri bir karşı çıkışla karşılaşmışlar,
kalakalmışlardı. Şaşkınlıkları geçtikten sonra yine küfürle iki yandan
biraz dipçik kullandılarsa da hoca artık korkmuyordu. Oğlunu da
çekmiş bir yana, ağlamamasını söylemişti.
Jandarmalar "alttan almaya" başladılar. "Kötü niyetleri
olmadığını" söylediler. Karşılarındakinin hoca olduğunu da
bilmiyorlardı. İşini - mesleğini sordular. Hoca tehlikeyi bildiği için
mesleğini söylemedi.
- Çiftçiyim., dedi.
Ama oğlu, babasının ^'imam" olduğunu söyleyince hocalığı da
ortaya çıkmış oldu. Jandarmalar bundan yararlandılar:
- Bir de yalan söylüyorsun "çiftçiyim" diyerek. Hoca olduğunu
saklıyorsun. Büyücülüğün - üfürükçülüğün anlaşılmasın diye..
Köylerde senin büyü, üfürük yaptığını söylediler. Biz de onun için
senin peşine düştük. Ve şimdi yakaladık. Seni Karakola götüreceğiz.
Bir sürü de dayak ye Mada, aklın başına gelsin.
- Büyü, haramdir, ben öyle şey yapmam.
- Sen derdini Karakolda anlat Haydi gidiyoruz.
232
Hep birlikte yola koyuldular. Dereyi, ardından tepeyi aştılar.
: daha yürüdükten sonra Tutak karşıda gözüküyordu.
Bu arada hoca, müftüyü tanıdığını, müftünün çok iyi dostu
oüduğunu söyledi, kendisine yapılan kötülüğü, hakareti anlatacağını
belirtti. Jandarmalar ürkmüştü bu açıklama üzerine. Dostluk
göstermeye başladılar. Biri, zorla hocanın elini çekip öptü, özür diledi.
Öbürü dc özür dilemeye kaüldı.
- Anasını, avradını s.tiğimin köylüleri, demek ki bize yalan
söylemişler, seni yanlış tanıtmışlar. Bilseydik, sana hiç öyle davranır
mıydık? Elhamdülillah biz de müslümanız. Hocalara bizim de
"hörmet"imiz var. Ama biliyorsun, kanunlarımız büyüyü, üfürüğü
yasaklamış. Başımızdakiler bizi sıkıştırıyorlar. "Biz de emir kuluyuz".
Kaymakama hergün sıkı emirler geliyor, kaymakam da başımızdakine
mir veriyor.
Jandarmalar, baskı gerekçelerini uzun uzun anlattdar. Tutak'a
varmadan hocanın gönlünü almaya çalışülar. Yükünün taşınmasına
yardım ettiler. "Müftü"dcn çekiniyoriardı çünkü. Müftü, arkalıydı,
Tutak'ın ileri gelenlerindendi. Tutak'taki Kaymakam'dan, Ağn'daki
Valiye kadar, müftüye saygı gösteriyorlardı. Tutak'taki karakolda
bulundukları için jandarmalar da bu durumu biliyordu.
Jandarmaların biri:
- Benim de babam, Kayseri'de imamdır. Babam duysa bizim
yaptığımızı, beni evlatlıktan reddeder. Hoca efendi, ne olur bizi affet!
dedi.
Hoca da yumuşamıştı.
-Af Allah'a mahsus. Allah affetsin. Bir daha da kimseye
zulmetmeyin.
- Sağ ol hoca efendi.
Tutak'a gelmişlerdi. Jandarmalardan aynlış. "Cırık Ahmet"in evi,
abla Gülbeyaz'm duygulu karşılayışı, enişte Ahmet'in hiç de içinden
gelmediği belli olan "hoşgeldin"i.
* * *
233
Hoca, enişteyle konuştu:
-Müftü sene ne dedi?
- Duran'ı çok beğenmiş ohutmak istir. Gene de sen müftüye
bahma, oğlanı Molla Nasu-'a götür. Biz de geder, gelir bahanh.
Abdul Hoca bir de gidip Müftüyle görüştü. Müftü, oğlanı
olağanüstü buluyordu ve okuünak istiyordu. Ne var ki, oğlanın tek
kalabileceği evin sahibi, "Cırık Ahmet" istemiyordu!
Yine tek çare: Kartallı köyü.
Oğlunu alıp yine Kartalh'ya götürdü ve Molla Nasır'a "teslim"
etti. Aynı gün de aynldıKartallı'dan.
234
34
Kartallı Köyü camii, yine fakilerle, fakilerin yataklarıyla, kitaplarıyla
ve eşyasıyla dolmuştu. Topladıkları zekâtlarıyla dönmüşlerdi
çünkü. Zekâtlardan kendilerine düşenleri almışlar, paraya
dönüştürmüşler ve olabildiğince gereksinimlerini de karşılamışlardı.
Soğuklar da adamakıllı başlamıştı artık.
"Faki"ler, "Türko"nun aralarına döndüğünü görünce sevinmişlerdi.
Neden ki, birbirlerine oldukça alışmışlardı. Abdurrahman,
Osso, Şehmus, Abdurrazzak, Salih, Tâhâ.. hep oradalardı.
"Talib"lerden Seydo da.. Yalnız Hafız Gelalvc öğrencileri olan oğlu
Ahmet, Tutak'lı Reccb gözükmüyorlardı. Demek ki gelmemişlerdi
daha. Belki de hiç gcimiyeceklerdi.
Babasını da çok tanıştırmak istediği halde bi türlü fırsat bulamadığı
Safo'lara gitti. Hem geldiğini bildirecekti, hem de onlardaki
yatağını alacaktı. Varıp kapılarını çaldı. Safo'nun anası çıktı. Görür
görmez tanıdı ve coşkuyla içeri aldı. Safo, Sabo (kötürüm kız) ve
babaları da içerdelerdi. Türko'nün döndüğüne hepsi sevinmiş, coşku
göstermişlerdi; Kürtçe konuştular:
- Hoş geldin.
-Nerelerdeydin?
- Niye geç kaldın?
- Seni çok merak etük.
- Gelmiyeceksin sandık.
- Artık gitmiyeceksin, değil mi? -
- Ananı, babanı da görmeye gittin mi?
Daha bir sürü sorular yönelttiler. O da anlattı. Önce Tutak'a
gittiğini, sonra Hafız Celal'le babasının imam olduğu S imo köyüne
gittiklerini, orada çok kaldığım, anasını, babasını, bacılarını, nenesini
ve karşılaştıklarını anlattı özet olarak. İleride sırası geldikçe, uzun
uzun anlatacağını söyledi. Akşam olduğu için kalkıp gitmeye yöneldi.
Karnını doyurmadan bırakmadılar. Mercimekli pilav pişirmişlerdi.
Birlikte yedi ve kalktı. Yatağıyla, giderken bıraktığı bir kaç kitabı alıp
235
gidecekti artık.- Yatağımı ve kitaplarımı alıp gideyim.
Safo'nun anası getirdi.
- Safo yardım et, götürün.
Safo'yla birlikte aldılar ve götürdüler. Simo'dan getirilen "denk"in
ve kitaplarm yanma koydular. Safo döndü.
Fakiler, kitaplar, yataklar. Ve çabuk çabuk kılıverdikleri
namazlarmı bitirir bitirmez çıkan cemaatten kişiler.
Yine "ders"ler alınacak, "müzakere"ler, "mütâlaa"lar, "metin
ezberleri" olacak, sabahları: "- Rabe, rabe!" (Haydi kalk, kalk!)"lar,
türlü pisliğin yuvalapdığı, çöplerin, "fırtık"larm, balgamların kol
kola, kucak kucağa yüzdüğü, şeriat ürünü kulleieynde "şapur -
şupur"lar, "taharet"ler, "abdest"ler, eskilere eklensin diye yeni fırtık ve
balgam fırlatmalar, çoğu buradan alman sularla pişirilen her tür
yemeğin kapı kapı dolaşılarak büyük kulplu kazanlarla toplanıp
getirilmesinin adı olan "râtib"ler, kısacası: Küllükler - çöplükler
halkıyla, birer molla adayı olan "faki"lerin, "tâlib"lerin, "molla"ların
güz ve kış dönemlerindeki yaşamlarmdan biri daha başlıyacak. Halkın
şeriat terzilerine biçtirilip diktirilen ilkellik giysisini, zâlim"" düzenle
bütünleşen şeyhlik, ağalık, mollalık yararına sürdürmek için...
• Yeni yorgan ve yastığın dürülü olduğu "denk"i önüne koyup
iplerini çözdü. Eski minderle yorganı birleştirip döşek olarak, uygun
bulduğu bir köşeye serdi. Üstüne de yeni yastığı ve yorganı koydu
güzelce. Kitaplanm, heybesini, torba.sını yanına yerleştirdi.
Artık akşam ve yatsı namazları için abdest almalıydı, sabah
namazı için de abdest suyu hazırlamalıydı. Daha önce yapüğı gibi.
Kulleteyn, ona göre değildi çünkü. Buradan abdest almaya, içi gibi,
mezhebi de el vermiyordu. Bu mezhebin başka tür ilkellikleri olsa da...
Her zaman kullandığı abdest ibriğini aradı, buldu. Ve doğru pınara.
10-15 dakikalık itstz yolu izleyerek gitti, sırasını bekleyip suyunu,
abdestini aldı. Ve yemden doldurduğu ibriğiyle döndü.
Akşam namazı, küçük bir "mütâlâa", yatsı namazı, daha uzunca
bir "mülalaa", bir parça ekmek, köy çeçili ve yatış saati.
* * *
236
"Rabe! Nımej, nunej!" (haydi kalk namaz, namaz!)
Kalkmamak olabilir mi? Kimse kalkmamazlık edemez.
KaBonamaya yeltenen, hemen tekmeleri yer ard arda. Haydi gel de
Aralarmda üstüyle - başıyla yatanlann da bulunduğu fakiler,
kalkar kalkmaz fırladılar, kuUeteyne döküldüler. Her zamanki gibi.
Sıyrılan şalvarlar, ortaya konan üçlü takımlar, kulleteyne uzanan sol
avuçlarla alınan ve takımlara çarpılan sular. "Şap, şap, ş ^ . . " Şalvarlar
yukarı. Çekilen uçkurlar, bağlanan kuşaklar, sıvanmış kollarla abdeste
yönelmeler, yeniden çömelmeler. Taharet sularının süzülüp
döküldüğü, bir bataklığı andıriHi kuUeteynin, çöplerden, "fırtık"lardan,
balgamlardan ve türlü pisükten oluşan örtüsünün, abdest için uzanan
dlerle yırtdması, açılan yerden, ne denli kirli, ne denli pis olsa da
"şer'an temiz" say dan suyun avuçlanması, ağıza, buruna götürülmesi^
yüze çarpılması, yüzden süzülen suların ağıza çekilmesi,
aimkürmeler, boğaz ayıklamaları, kulleteyne fırlatılan yeni "fırtık"lar,
yeni balgamlar... Biten abdestierden sonra, "fımk" (sümük) için de
kullanılan çarşaf gibi mendillerle el, yüz, kol, silmeler.. Doğru
camiye.. Islak ayaklarla basılan hasır, kilim üzerinde kılınacak namaz
için sıra sıra oluşlar, eğilip kalkmalar, yere kapanmalar, iki "rek'at"
bilince oturmalar, "ettehiyyaiu"lar, başların önce sağa, sonra sola
çevrilmcsiylc verilen selamlar. Ve namazdan çıkış.
"Râtib"e hazırlık. îki kulplu kazanla ev ev dolaşıp yemek, ekmek
toplıyacak dört öğrenci gerekli. Her gün. Bu görev, nöbetleşe
yapdacak. Hangi gün, hangi dört "faki"nin görev yapacağını belirleyen,
gösteren çizelgeyi hazırlama çabası. Çizelge hazır. Abdurrahman,
Osso, Abdurrazzak, Şehmus, bir; Memo, Tâhâ, Mısdo, Musa da bir;
Kadir, Kasım, Yahya, Halil de bir... "Türko" da Abdurrahman'larla birlikte
yedek olarak çıkacak.
îlk görev, Abdurrahman ve arkadaşlarının. "Türko" da birlikte.
Çıkmak üzereler. Safo. Elinde ekmek "ve bir küçük kap yemek.
Türko'ya yaklaşü, elindekini uzattı. Abdurrahman, durumu anladı ve
onu Safo'yla buakarak arkadaşlarını alıp götürdü.
Türko, arkadaşlarından ayrılmayı hiç de doğru bulmuyordu. Ama
Safo'yu da kırmak istememişti.
237
Alıntı ile Cevapla
  #37  
Alt 30-09-2012, 06:57
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

-Safo bunlan niye getirdin?
- Yemen için.
- Ama "râtib"..
- "Râtib"i seviyor musun?
- Evet. Hayır da evet. Sen-bir daha yemek getirme olur mu?
- Olur, Ama anam "götür" derse? '
- Arkadaşlanndan ayrılmak islemiyor, "ayıp olur" diyor dersin,
-Peki,
- Yalnız, bu yemek tabağı kalsa iyi olur. Çünkü benim hiç
tabağım yok,
- Kalsın, bizde çok tabak var. Kaşık da kalsın.
- Ben sizi görmeye gelirim. '
- Akşam gel, olur mu?
- Bu akşam Husso'lara gideceğim. Daha sonra gelirim.
Her zamanki gibi Kürtçe konuştular bunları. Neden ki, Safo, hiç
Türkçe bilmiyordu, "Türko"ysa Kürtçeyi iyi öğrenmişti artık.
Safo gitti. O da çekilip bir yana getirileni yemeğe koyuldu.
Salo'ların gösterdikleri yakınlığa'bakılırsa, onlarda da yiyip
içebilirdi. Dahası onlarda yatıp kalkabilirdi. Ama bu, orada "faki"lerin
geleneğine tersti. O köylü olan öğrenciler de vardı, onlar da camide
yaüp kalkıyorlar, "râtib"den yiyip içiyorlardı. Bu, kendine özgü bir
disiplinin gereğiydi. Mollalar ve fakiler, bu durumu, peygamber
dönemindeki "suffe ashabı"na benzetiyorlardı. Peygamber Mekke'den
Medine'ye "hicret" ettiğinde, Medine'de, bugünkü adıyla"Mescidu'n-
Nebi"yi, yanıbaşına da, adı "Suffe" olarak anılan, gündüzleri Kur'an
okuyup öğrenme ve öğretme yeri, gecelcriyse Kur'an öğreticilerinin,
öğrencilerinin ve bannacak yeri olmayanlann yatakhanesi biçiminde
kullanılan bir oda yaptırmışü. Fakiler ve mollalar, peygamberin
kurduğu "Suffe"nın öğrencileri ve Öğreticileri gibi görüyorlardı
kendilerini. Ve bundan birçeşit dinsel "gurur" duyuyorlardı.
O da bunu biliyordui aynı gururdan yoksun kalmak istemiyordu.
Öteki fakilerden ayrıldığı zaman, sevimsiz bir duruma düşecekti,
238
tanım bilincindeydi.
Akşam namazmı kıldıktan ve "râtib"ten arta kalma yemeği
yedikten sonra, yatsı namazının hemen ardından başlıyacak olan
'mütâlâa" saatine kavuşmak üzere Husso'lara gitti. Geldiğini
bildirmek için. Hus^o'lar onunla ilgileniyordu çünkü.
Vardığında Husso evde yoktu. Anası kapıyı açtı.
- Hoşgeldin yavrum. Ne zaman geldin?
- Dün geldim.
Kadının elini öptü. Husso'yu sordu hemen. "Hapse atmışlar".
-Neden?
- Hammame için girdiği bir kavga yüzünden. Dadikan'lı Kâmil
ağanın adamlarından birini yaralamış.
Adamlar dövsünler diye Husso'nun üzerine gönderilmiş. Çünkü
Kâmil ağa, mahkemenin Husso'yu serbest bırakmasını bir türlü içine
sindirememiş. Hammame'nin elinden alınması da onu kudurtuyormuş.
Adamları, Husso'nun karşısına çıkmışlar. Husso çift sürüyormuş o
sırada. Sövmüşler ve ardından saldırmışlar. Husso, bir demirle karşı
koymuş. Ve içlerinden birini ağır yaralamış. Öbürleri de kaçıp
gitmişler. Sonra karakol, "şikayet", jandarmalar... Husso yakalanıp
götürülmüş. Ve hemen içeri tıkılmış.
- Hammame nerede?
- Babasının evinde. Onun da iki gözü iki çeşme.
- Husso'yu bırakırlar mı?
- Bilmiyorum. Bırakırlar mı, ne zaman bırakırlar? Allah bilir.
- tnşaallah buaku-lar. Çıktığı zaman Hammame'yi alır mı?
- Babası vermiyor.
- Yine Kâmil ağaya mı verecek?
- Bilmem ki. Kızlığı gitti diye Kâmil ağa almaz herhalde.
Kızlığın ve "kızlığı giüniş olma"nın ne demek olduğunu az çok
öğrenmişti. Hem kitaptan, hem ordan - burdan, hem de Safo'dan..
"Mütâlâa" için camiye hemen dönmek zorunda olduğunu söyledi.
239
- Kamını doyur öyle git.
- Gelirken "ıâtib"ten kalanla kamımı doyurmuştum.
Husso'nun ve Hammame'nin durumuna üzülmüştü. "Seven
insanlann, birbirinin olmasına niye engel olurlar sanki?"
Cami, yatsı namazı, "mütâlâa" ve yatıp uyuma.
240
35
Yeni dönemin ilk dersi, o gün ahnacaktı. Öncesi hep, eski
derslerin gözden geçirilmesi; "müzâkere"ler ve "mütâlaa"larla
geçmişti.
Büyük hoca, Molla Nasır, sabah "râtib"inden ve herkes
yiyeceğini yedikten sonra görkemiyle içeri girdi. "Nakış"h yün
çorapları, geniş şalvarı, uzunca cübbesi, "köstekli saat"inin zinciri
üzerinden sarkan kuşağı, sarığı - kavuğu ve yer yer aklaşmış süpürge
gibi sakalıyla ağır ağır ilerledi; mihrabın yanında kendisi için konmuş
olan minderin üstüne oturdu. Koşup rahleyi getirdiler, önüne koydular.
Herkes sessiz, saygılı ve ayakta. Hoca işaret edince oturdular. Hoca
olanca ciddiliğiylc fakileri süzdü. Herkesin tamam olup olmadığını
sordu. Gerekli bilgiyi aldı. Başka günler, herkese o ders vermezdi. O,
yalnızca belirli fakilere ve "tâlib"lere ders verirdi. Geri kalan da,
"tâlib"lerden alırlardı derslerini. Ama o gün, herkesin dersini büyük
hoca verecekti. "Teberrükcn". Yani "mabarekİiği" ve uğuru olsun diye.
ıHcr yeni dönemde, derslere başlanırken öyle olurdu. Buna son derece
önem verilirdi. İlk dersi hocadan almak ne denli "şeref se, bundan
yoksun kalmak, büyük bir "tâlihsiz"lik sayılırdı. Derslerdeki
zorluklar, başa gelecek terslikler, sıkıntılar da bu talihsizliğe
bağlanırdı. Bu nedenle, herkes sırasına geçmişti. Hocanın vereceği
dersi bekliyordu coşkuyla. Hoca, ilk dersi, uzun boylu vermezdi.
Birkaç .satır, kimine de bir - iki sözcük ile başlangıç yapardı.
"Tcberrük" (uğur) için bu kadarı yeterliydi. Daha sonrasını, herkes
kimdenders alıyorsa, ondan alırdı.
Büyük hocadan ders almak için o da gidip sıraya.girdi. O,
yalnızca ilk dersi değil, asıl dersi de Molla Nasır'dan alacaktı.
Derslerini büyük hocadan alması, geçen dönemin ortalarında
başlamıştı. Böyle olmakla birlikte yeni dönemin ilk dersim onun için
de önemliydi. O da heyecanlıydı. Hepsinin küçüğüydü. Koca koca
fakiler sırasında yerini alırken nokta gibi kalmışü. Kitabıyla birlikte
elleri dizlerinin üzerinde, gözlerini hiç ayırmadan hocaya bakıyordu.
Sırası gelen dersini alıp çekildi. Ona sıra geldi. Önceki dönemde,
dersleri daha bitmeyen kitabı değil de, daha sonra, daha üst basamakta
241
okunması gerekenokunması gereken kitabı getirmişti.
- Oğlum, bu "îzhar". Daha "Avâmiri bitirmemiştin sen.
- Hocam, "Avâmil"den çok az kalmıştı. Onu da kendi kendime
bitirdim. Hepsini biliyorum. İsterseniz "imtihan" edin.
- Haydi getir de bir bakim.
Hemen gidip Avâmil'i getirdi. Açıp, önceki döneme bırakılan yeri
gösterdi. Hoca, oradan okumasını, çevirmesini (Kürtçeye. Çünkü hoca
Türkçe bilmiyordu.) söyledi. O da okuyup çevirdi. Çok beğenen
hocadan aferin aldı.
- Şimdi İzhar'a geçmeyi hakkettin!
Ve o da dersini alıp çekildi.
Yeni dönemin ilk dersi bitmişti. Hoca kalkınca herkes de kalktı.
Yine çıt yok, büyük bir saygı. Vt büyük hoca çıkü.
Alıntı ile Cevapla
  #38  
Alt 30-09-2012, 06:58
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Caminin içinde büyük bir gürültü. Tartışmalı "müzâkere", alınan
derslerin karşılıklı gözden geçirihnesi, bilmeyenlerin bilenlere sormaları,
yüksek seslerle "tekrâr"lar, sözcüklerin nereden nasıl geldiğinin
öğrenilmesine yarıyan "i'Iâr'lar, sözdizimlerinin türlü yönlerinin
öğrenilmesine yârıyan "terkib"ler, "şeriat (fıkıh) mes'eleleri",
Arapçadaki söz ustalıklarını, anlam derinliklerini, bunlara ilişkin
"bedii san'aflan içine alan "alâka"lar, "fesahat"lar, "belâgat"lar, daha
yüksek basamakta okutulan "mantık" konuları, "tasavvurât",
"tasdikât", kimi zaman "akâid" adı da verilen ve "Tanribilim" demek
olan "kelâm" konuları, "tefsir" ve "hadis" konuları ve daha başka
konular birbirine karışmıştı camide. Her sabah olurdu bu. Bir - iki saat
sürerdi. Vazgeçilmez, aksatılmaz bir gelenekti. Biraz sonra başlıyacak
olan "metin ezberi" ve yatsı namazından sonra başhyan "mütâlâa"
gibi...
"Müzâkere" bitti. Kitabını alan, metin ezberi için dışarıya.. Metin
ezberleri, yazın camiinin çevresinde, başka uygun yerlerde, açık havada
ve ayakta, iki nokta arasında gidip gelerek olurdu. Kışın da kapalı
yerlerde, özellikle ahırlarda.. Artık soğuklar kendini epeyce belli ettiği
__a 41-1 —
için ahırlara yöneliş başlamıştı bile. Dışan çıkan fakilerden tek tük de
olsa ahu-lara gidenler vardı. "Türko" da üşüdüğü için dışanda kaknayıp,
kitabını da alarak Safo'lara gitmişti.
Pek sıcak ve elverişli olmasa da Safo'lann da bir ahırı vardı.
"Şimdilik bu kadar sıcaklık yeter". Ne ki orada metin ezberlemesi
kolay olmayacaktı. Neden ki, Safo gelip gidecek, konuşacak,
"meşgul" edecekti. Öyle de oldu.
- Safo, ezberlemem gereken çok metin var.
- Ben şimdi giderim, ezberlersin.*
Ama Safo hemen gitmedi.
"Fe hâzihi..."
-Bu okuduğun nedir?
- İzhâr. .
-Ne demek?
- Anlamazsın. "Nahiv"dcn..
"Fe hâzihi risâletün..."
- O dediğin ne demek?
- Hangisi, "nahiv" mi?
- Evet. .
- "İ'rab"dan sözedcr.
"Fe hâzihi ri.sâlelün fîmâ yehtâcu ileyhi eşeddel ihtiyacı..."
- İhtiyaç" mihtiyaç diyorsun. Ne ihtiyacı?
- Safo ne olur bırak da biraz çalışayım.
- Kamm aakmadı mı?
- Hayır, daha öğleye var, biraz çalıştıktan sonra gider, sabahki
"râtib"ten kalandan yerim..
- Ekmek, yoğurt getireyim ye!
- Hayu-, istemem. Safo bak böyle yaparsan bir daha gelmem.
- Senin yanında kalmamı istemiyor musun?
^ İstiyorum, ama dersim, ezberim var.
- Ama o hiç bitmez ki!
İkisi de hakhydı. Onun ezberlemesi gereken dersleri, Safo'nun da
onunla konuşma isteği vardı. Kınanabilirler miydi?
243
36
Olanca tutkusuyla, açlığıyla sarılmıştı derslere. O dersi bitirip
öbür derse, onu bitirip bir başkasına dalıyordu. Durmadan okuyor,
ezberiiyordu. Kimi zaman fakiler gelip onu zorla koparıyorlardı dersten
- kitaptan. Yemeyi - içmeyi unutuyordu. Kimi zaman, camide, ahırda,
kendini.verdiği kitaplar üzerinde düşüp uyuya kalıyordu. "Nahiv",
"kelâm", "hadis", "fıkıh", "tefsir"... Kitaplar devriliyor, dersler
ilerledikçe ilerliyordu. Aradan birkaç hafta geçince dersler şaşılası
biçimde ilerlemişti. Fakiler dc, hocası da şaşıyordu. Fakiler arasında
olduğu gibi, KarUillı köyünde de herkes birbirine gösteriyordu. Bu süre
içinde, arada sırada gelen Safo'yla hiç ilgilenmez, Safo'lara da gitmez
olmuştu. Abdestten, namazdan, "râtib" işinden ve yeme - içme
konusundan kurtulur kurtulmaz kendini atıyordu derslere. Çoğu kez
ahırlarda ve camide- Okuma, ezberleme,"müzâkere", Mütâlâa". Yine
ders, yine okuma, ezberleme, yine "müzâkere", "mütâlâa".. Herkes
günde bir ders alırken, o hocaya yalvarıyor, dersini yaptığını, okuyup
bellediğini, ezberlediğini söylüyor ve aynı günde iki ders, üç ders,
kimi zaman da dört ders birden alıyordu. Öğrendikçe derslerin tadını
alıyor, tad aldıkça da daha çok kendini verip koyuluyordu. Küçücük
dünyası, bütünüyle "dersleşmişii". Yüksek derslere tırmanmıştı.
"Mantık", "maanî" gibi. Okuyup geçtiği alanlarda da derinleşiyordü.
Bir yandan da okutmaya başlamıştı. Aşağı derslerde olanlara ders
veriyor. Bu da çok yararlı oluyordu kendine. Unuttukları olursa,
anımsanmış oluyordu. Birlikte aynı dersleri, aynı kitapları okuduğu
faki arkadaşlarmm derslerine de yardım ediyordu. Orada, burada arayıp
buluyorlardı onu. Çıkaramadıklarını sorup öğreniyorlardı.
- Hafız Celal, oğlu ve Receb gelmişler.
İlgilendi. Köyde bir tanıdığının evine geldiklerini öğrendi. Ev
sahibi. Şeyh Şaban'm müritlerinden. Hafız,, ŞeyhŞaban'ı da,
müritlerini de pek sevmez, ama orada ister istemez sever görünür.
Barınmak için, şeyhin de yardımıyla o eve yerleşmiş. Ne kendisi, ne
244

c^lu, n,e de Recep "Kürt fakileri"ne karışabiliyordu. Hâfız Gclal'in
dersler için ilişkili olduğu tek kişi. Molla Nasır'dı. Kafasına koyduğu
müftülüğe yükselmek için büyük hocadan ders alıyor, oğlunu ve
Reccb'i de kendisi okutuyordu. Receb'i okumaya zorlıyan da anası,
babasıydı. Kendisinin okumada gözü yoktu pek. "- Hâfız'dan, biraz
va'zedecek kadar birşeyler öğrenirsem yeler." diyordu. Hafız Celal'in
oğlu Ahmet de öyle. Onu da Hâfrz zorluyordu.
> Gclal ve öğrencilerinin geldiklerini öğrenince yanlarına gitti. Ne
de olsa. Celal, onun da hocalığını yapmıştı. Bir dc yol arkadaşlıkları
olmuştu. Ahmet'i ve Reccb'i de çok severdi. Sonra hepsi "Türk"lü.
Babasının Türk olması nedeniyle Kürt olan anasını daha çok seviyor
olsa da, kendisini "Türk" sayıyordu. Kürtlere karşı Türkleri
savunmalara bile girmiş, daha çok bu nedenle "Türko" diye ad almış
değil miydi? Şimdi "Kürt faki"lcriylc arası çok iyiydi, hem sevgilerini
kazanmıştı, hem de seviyordu onları. Kaynaşmıştı onlarla. Böyle
olmakla birlikte; "Türkler ba§ka"ydı kafasında.
Varınca, eski hocasının elini öptü. Öbürlerine dc "hoşgeldin"
deyip sarıldı. Konuştular:
- Nerde.siz, nerde kaldız? Biz derslere başhyalı 2 ay oldu.
Celal, Erzurum'da, Kars'la, Ağrı'da epeyce dolaşmış, "cer"den elde
elliklerini salmış, bir küçük te "licarere girilmiş, sonra Tutak'la,
"Medeni Kanun'a aykırı nikâh yapmak" suçundan bir-iki hafta "içeri
tıkılmış", daha sonra Dadikan'lı Kâmil ağanın çabalarıyla ve Şeyh
Şaban'ın"himmet"iyle "yakayı kurtarmış".
- Bu iki ay içinde sen neler ohudun, hangi derslere çıhdm?
Okuduğu dersleri, kitapları anlattı eski hocasına. Celal, onun zeki
olduğunu, alışılmadık bir hızla okuyup geçtiğini biliyordu. Ama bu
kadarı inanılacak gibi değildi. Onun anlattıkları karşısında şaşıp
kalmıştı.
- Essah mı diyirsin ola? Bunları hep ohudun mu?
- Essah diyirim, ohudiım!
- Sen beni de geçmişsin!
- Estağfirullah hocam.
245
- Vallaha, dorgu diyirim, beni geçmişsin.
Çok sevdiği Ahmet'le de konuşup özlem giderdiler. Ama asıl
haberler, Recep'teydi:
Önce bibisiyle görüştüğünü söyledi:
- Bibinin göz yaşlan heç durmir. Herifini, "Cınh Ahmet"i
"kargışlir" durir (yani ona beddua ediyor). Bene de "tenbih"lerde
bulundu.
-Ne tenbih etti?
- Ben arada bir Tutak'a gettigimde, senin "pırtı"lannı (çamaşırlarını)
da ğötürecem. Oyıhayacak, ben gelinken alıp getirecem.
- Allah râzı olsun.
Receb'in bir başka haberi. Esmer köyü yakmlannda bulunan
"kesik baş adam"la ilgili. Araştırmalar sonucunda durum anlaşılmış.
Adamın kesilmesine, bir "kan davası" neden olmuş. Ama, önce
tanınmaması için "'kellesi kesilmiş", bununla yelinilmemişi
tanınmasını iyice güçleştirmek için gövdesi de parçalanmış, sonra
"elinden koyunlarını almak isteyen eşkıya" işi gibi gösterilmek
islenmiş. Konu üzerine gidilincc, gerçeğin öyle olmadığı açığa çıkmış.
Gerçeğin aydınlanmasında, çobanın karı.sı yardımcı olmuş. Karısı,
Çoban Cemil'in Bitlis'in bir köyünden olduğunu, orada çokça malı -
mülkü bulunduğunu, kan davası yüzünden kaçıp Esmer köyüne
geldiğini ve izini yitirtmek için çobanlık etliğini, ne var ki
düşmanlannca izlenip sonunda bulunduğunu anlatmış. Dedikodulara
göre, olayın "eşkıya işi" gibi gösterilmesinde Kasım ağanın da payı
varmış. Cemil'in düşmanlarıyla işbiriiği yapmış, koyunları "kayıp"
diye göstermiş. Gerçekte koyunlar kayıp değilmiş, sürü tamammış.
Ama ağa güçlü olduğu için ilçedeki ilgililer dokunamamışlar ona.
Receb'in getirdiği bir başka haber, Musik köyünden "evliya
Celil"le ilgili:
Celil, üç çocuklu bir kanlı yoksul bir kişidir. Dindardır. Kartallı
köyünden Şeyh Şaban'ı ve "keramallerini" duyar. Kansını, çocuklanm
bırakıp Şeyh Şaban'ın yanma gider, uzun süre şeyhin hizmetinde
bulunur. Şeyhin "himmet"ine "mazhar" olur, şeyhin işaret ve
246
"delaletiyle", Icendisinde de başkalıklar ve kerameüer görmeye başlar.
Bu arada, şeyhten bir de "halifelik" ahr. Sonra köyüne, çoluk
çocuğunun yanma döner. Celil, artık başka bir Ceiil'dir.
"Görünmeyenleri, bilinmeyenleri bilir". Kimi namazlan gider,
Mekke'de kılar. Kimini Medine'de, peygamberin "kabnnm yanında"
edâ eder. "Keramet"ler gösterir herkese. Devlet kuşu başına konmuşttuartık.
Elini öpmeye, himmet almaya gelenin - gidenin hesabı yok. O
köyden, çevreden, uzak uzak yerlerden akın akın gelenler, yığınlar,
kuyruklar oluşturmakta. Evi, gelenlere yetmemektedir artık. Celil,
olmuştur "evliya Celil". Her yerde söylenen, dillerde dolaşan: "Evliya
Celil". Sânına lâyık bir ev bulunur. Gelenler, burada kabul edilir.
İşte bu Celil, Receb'in getirdiği habere göre, geçenlerde bir gün,
karnına bıçak saplı, kanlar içinde ölü bulunmuş. Yanında da bir yazı.
Yazıda şunlar yazılıymış:
"Miraçtan önce, peygamberimizin göğsünü yarıp kalbini çıkaran,
iman ve hikmetle dolduran melekler, bana da geldiler. Göğsümü
yardılar. Kalbimi çıkarıp iman ve hikmetle dolduracakları sırada,
cenabetii olarak gelenler tarafından ürkütülüp kaçınidılar. Ben de bu
halde kalakaldım."
Ne ki yazıya gerçek gözüyle bakmayı güçleştiren noktalar da var
Birincisi, "Evliya Celil"in hiç yazı bilmiyor oluşu. Adam, okuma
yazma bilmeyen bir kişi. Böyle bir yazıyı nasıl yazmış olabihr?
İnanırları, bu soruya şöyle karşılık vcriyorlarmış: "Allah'ın gücü
herşeyc yeter. Bir ümmiye de okuma -yazmayı öğretir. Peygamber de
ümmi değil miydi? Cebrail, '-oku!' dediği zaman, '-okumayı bilmem!'
cevabını verinişken sonra okumuştu. Celil'e de bu güç ka7.andınlmışür
Allah katından..." İşin içine"Allah'ın herşeye gücü yeter." cevabıyla
girildiğinde, akan sular durur. Artık tarüşma sözkonusu olmaz. Bir de
şuydu olayı gerçek saymayı güçleştiren:
Adam nasıl olmuş da, göğsü açılmış ve kanlar içinde bulunurken,
kaleme - kağıda sarılmış; bu yazıyı yazabihniş?
Bu soruya da "Allah'ın herşeye gücü yeter" karşılığı veriliyormuş.
Ama şu soru askıda kalıyor:
"Herşeye gücü yeten Allah, EVUya Celil'i o durumda niye
bu'akmış ve neden kurtarmamış?"
• ••247
Alıntı ile Cevapla
  #39  
Alt 30-09-2012, 07:00
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Receb'in anlatöğma göre, Tutak'ta, Gelil'in, bir cinayete kurban
gittiğini ileri sürenler varmış. Şeyh Şaban'ın elinin dc işin içinde
olduğu ileri stirülüyormuş.
- Bunu neye göre söylirler?
Bu yoldaki yorum şuna dayanıyormuş:
Cclil'in "kerâmei"leri, başlangıçta, şeyhi Şeyh Şaban'ı da
yüceltiyordu. Ama "halife"nin, "Evliya Gelil" diye anılması, giderek
yükselmesi vc ününün çok uzaklara değin yayılması, şeyhi gölgede
bırakmıştı. Şeyh, çok rahatsız vc tedirgin oluyordu artık. Birşeyler
yapması gerekmektedir. Düşünür, Ccliri"öbür dünyaya göndermeye"
karar verir. Adamları eliyle de gerçekleştirir. Gelil'in yanında bulunan
yazıyı yazdıran da şeyhten başkası değil. Cinayeti örtmek için
hazırlanmış bir kılıftı yazı.
Aşağı - yukarı böyle deniyormuş.
Bir başka haber de Receb'in kendisiyle ilgili: Recep nişanlanmış.
- Kız güzel mi?
- Hec, çoh güzel.
- Zayıf mı "tavlı" (şişman) mı?
. - Tavlı. Ben zayıf karı alır mıyım? Karının üstüne çıktın mı, kan
akımda yayla gibi olmalı.
248
37
Çok ayaz vardı dışarıda. Cami de oldukça soğuktu. Sabah ezanı
okunmuş, herkes uyanmıştı. Uyanmamış olanlar da "rabe rabe!"lerle
uyandırılmışlı. Yatağından kalkıp "abdeshane"ye, taharet ve abdest için
de kulleteyne gidenler olmuştu. Ama çoğunluk, yalağındaydı, sıcacık
yatağından kalkmak istemiyordu. Sobayı yakan da olmamıştı.
Soluklar ve osuruklar da camiyi ısıtmaya yetmiyordu. Kapı - pencere
sıkı sıkıya kapalı olsa bile..
Sabah cemaati birer ikişer gelmeye başlayınca,.görevli fakilerin
de zorlamalarıyla herkes kalkmak ve yatağını katlamak zorunda kaldı.
Bu arada sobaya da tezek dolduruldu ve ateşlendi.
Dışarıya fırlayışlar, "abdesthane"nin önünde ve kulleteynin
çevresinde büzülmeler, litreşmelcr, çabuk çabuk "taharet" ve abdestler
vc kurulanmadan camiye koşuşlar.
"Narlaşan" soba, çevresinde ayakta dikilenlerin arasında
gözükmüyor. Eller de üstünden uzatılmış.
O da abdest alıp gelmişti. Soğuktan elleri ibriğine yapışa yapışa
ve litreye litreye.. Varıp sobaya sokulmak istedi. Ne ki sobayı
çeviren, tutsak alanlardan yol buhunadı. Gidip yatağının yanma
büzüldü. Abdurrahman ilgilendi. Sobadan ona da yer açılmasını
söyledi ve çağırdı onu. Yer açıldığını görünce o da gidip ellerini uzam.
Soğuk sularla iyice yıkanamıyan eller, kirden katmer katmer, çatlak
çatlak; Ufak ufak kanlar sızıyor çatlaklar arasından. Ellerini daha iyi
ısınsın diye, sobanın iyice "narlaşmış", kızarmış kesimine doğru
uzatmıştı. Birden bir dokunan oldu; elleri tam o kızarmış yere gidip
yapıştı. Ellerini çektiyse de soba, parmakların derilerinin epeyce, bir
kesimini soyup almıştı. İçine işleyen biracı. Acıyı alacakmış gibi
ellerin, parmakların silkelenişi, derisi soyulan kesimlerin ağıza
gölürülüşü, öpülürcesine dudaklara yanaştırılışı, kıvranışlar, için için
ağlamayla birlikte dökülen göz yaşlan.
- Sen dokundun çocuja!
- Hayır, ben dokunmadım.
-O dokundu.
249
Dokunan üstüne almadı. O elini uzatırken yanmda bulunanlar,
birbirini suçladılar.
Yanıkla ilgilenildi.
- Ne yapılabilir?
Herkesten bir öneri geldi:
- Sobanın külünden dökülsün.
- Hayır, sigara külü daha iyi.
- Yoğurt sürmek daha iyi gelir.
- En iyisi tütün basmak.
- Tezeğin ufağı..
-Toprak..
- Tükrük..
Tütün, tezeğin ufağı ve külün kanştınlarak yanığın üstüne
konulmasına karar verildi. Tezekten bir parça ezildi, kül ve tütün
eklendi ve tam yaraya basılacakken, sabah namazım kıldumak üzere
büyük hoca. Molla Nasır içeri girdi. Durumu gördü. Yapmak
istediklerini söylediler. Hoca:
- Olmaz., dedi.
Ve bir yaşlı kadına danışılıp onun dediğine uyulması gerektiğini
söyledi.
Namaz kılındı. Bir yaşlı kadın bulma yoluna gidilirken, o,
Husso'nun anasını anımsadı.
- Husso'nun anasma giderim, o bakar parmaklanma.
Üşüye üşüye, ayakkabılarına karlar dola dola Husso'lara gitti.
Kapıyı Husso'nun anası açtı. Kafasını üst üste sardığı kat kat örtünün
arasından dikilen gözler sevgi doluydu. Onu hemen içeri aldı.
• - Parmaklarım yandı.
Parmaklannı uzatü kadına. Kadın, eliyle başını okşadı, sevdi.
Sonra gidip dışandan biraz kar getirdi.
- Uzat elini, kar iyi gelir.
Sevginin, ilginin Kürtçesi de vardı. Ve kadın, Kürtçesinden
cömertçe sunmuştu. Bir ananın tüm cömertltğiyle.. •
* * *
250
Husso'nun anası, yanığın iyileşeceğini söylemişti. Ama ne
zaman? İyileşinceye dek nasıl dayanacaktı? Dayanmasına dayansın
haydi, dersleri, ezberleri ne dacakü, kafasma nasd girecekti?
Acıdan kendini derslerine veremiyordu. Yine de acısını bastırmak
için en iyi yolUj kitaplara kapanmakta buluyordu.
Çıka gelen Safo.
- Elinin yandığını duyduk. Anam gönderdi beni. Seni çağırıyor.
Birlikte gittiler. Safo'nun anası, üzgün.
- Getir bakim nasd oldu elin?
Sobaya gelen yerlerin kimi su toplamış, kabarcıklar oluşturmuş,
kimi de kabuğu soyuhnuş, ciğer gibi ortaya çıkmıştı.
Safo:
- Ana, sarılsa daha iyi olmaz mı?
- Olmaz, sarılan şey yapışır. Açıkta kalması daha iyi. Birkaç
güne iyileşir.
Kadın, içinde tere yağ bulunan bir dürüm getirdi.
- Al bunu ye. Haydi çekinme..
Dürümünü yedikten sonra gidip çalışması gerekiyordu. Safolarm
ahu-acaba sıcak mıydı? ,
- Okuyacaklarım, ezberleyeceklerim var. Sizin ahır sıcaksa orda
çalışayım.
- Haydi Safo götür de bir bakın, sıcak değilse geri gelsin!
Birlikte ahıra vardılar. İstendiği ölçüde sıcak değildi. Ama biraz
kalabilirlerdi.
O ders çalışmak istiyordu ama Safo da konuşmak istiyordu.
Birbiriyle çatışan tuüculu iki istek.
- Sana bir şey gösterecektim ya?!
- Ne gösterecektin?
- Şeyimi, unuttun mu? İçini gösterecektim ya!
Ne yapsın şimdi? Safo'nun "şey"ine mi, baksın, dersine, kitabına
mı? Ahırda bağlı, arada sırada önündeki samandan yiyen inek de başını
sallayıp duruyordu. İkide bir dönüp dönüp bakarak.. Onun isteği de
başkaydı. Ya yem, ya da su istiyordu.
- Şimdi dersime çalışacağım.
251
- Yine çalışırsın. •
- Gösterecek misin?
-Evet.
- Ya anan gelirse?
- Anam gelmez. Anamın cvdC'işleri çok.
- Baban?
- Babam başka köye gitti. İki-üç gün sonra gelecek.
- Peki göster.
Ahır çok sıcak olmasa da, Safo soyundu, üşümüyordu.
Çınlçıplak oldu. Memeleri biraz daha tomurcuklanmıştı.
-Haydi gel!
Ters çevrilmiş sepetin üstüne oturan Safo'ya yaklaşü. Kitabını bi
yana koydu.
- Haydi emsenc memelerimi!
Dokunup da yanık yerler acımasın diye ellerini havada yanlara
doğru uzatarak eğildi, dudaklarını,memelere uzatü. Emer gibi yaptı.
Bir çeşit tad alıyordu vc alman tad, yanıklardan gelen acıya karışıyordu.
Acılı-iatlılı bir yemek yiyordu sanki. Bu arada Safo, bacaklarını iyice
ayırmıştı. Memeleri em ildikçe de hoşuna gittiğini belli ediyordu. Ve
oğlanı üzerine doğru çekiyordu.
- Bak, şeyimin içine de bak.
Elindeki yanık renginde bir yank vardı karşısında. Olması gereken
çıkınlılar vc oyulup çıkarılmıştı sanki. Öylesine bir yarık. Kendi
bacak arasındakiler! göz önüne getirdi, karşısındakiyle karşılaştırdı.
Eğilip iyice baktı.
- Baktım, tamam.
- Ben de seninkine bakacağım.
-Olmaz.
- Niye, sen benimkine bakun! ^
- Ben soyunursam üşürüm.
- Şalvarını çıkar yeter.
- Yine üşürüm.
- Üşümezsin, haydi çıkar.
- Sonra ben utanırım.
252
- Benimkine bakarken litanmadm. Çıkar haydi!
İster istemez çıkardı şalvarını. Önce sıyırdı^, sonra da tümüyle
çıkarıp bir yana koydu.
- Al bak sen de işte|
Safo fırlayıp sepetin üzerinden indi, ayakta dikildi.
- Şimdi sen sepetin üstüne otur.
Oturdu sepetin üstüne. Bacaklarını önce birleştirdi, sonra ayırdı.
Ve solucan gibi şey, yastığının üzerinden başını kaldırarak dikelmeye
başladı. Dikeldi, dikeldi. Üşüme filan kalmamışü artık. Yanıklardaki
acılar da sinmişti. Meydan, bir başka şeye bırakılmıştı.
Safo, bir süre baktı karşısındakine. Sonra gidip eliyle dokundu.
Safo'nun dokunuşu, onu bir başka dünyaya götürür gibi oluyordu.
Daha çok tad alıyordu ve Safo'ya karşı koymuyordu. Safo, eliyle
tuUuklarıyla oynamaya başladı. Sonra yüzünü üzerlerine koydu.
- Ben babamınkini de anamla "şey ederken" görmüştüm. Yatağın
altından. Onlar uyuduğumu sanmışlardı. Babammki kocamandı. Aha
bu kadar..!
Safo, oynaşmak için daha iyi bir yer düşündü. Hayvanların yemi
için yapılmış olan yer elverişliydi. Orayı gösterdi.
- Gel şuraya gidelim.
İş ilerlemişti adamakıllı. Safo, varıp gösterdiği yere uzandı. Arka
üstü. Oğlanı çağırdı.
- Haydi sen de gel.
Gitti. Safo yatarken yine bacaklarını ayırmıştı.
- Sen de gel, üstüme uzan. Haydi!
- Zina olur, haram olur.
- Bizim için günah olmaz, biz daha küçüğüz.
- Olur, günah olur.
- Günahı bana.
- Kitap diyor ki "kimsenin günahını kimse yüklenemez".
- Gelmezsen bağırırım, anam gelir.
•' - Bağinrsan anan geldiğinde sana da kızar.
- Bana kızmaz. "-Beni o soydu!" derim.
- Benim .sana gücümün yetmiyeceğini düşünür.. '
253
- Gel haydi. Bana bakarken de günah işlemedin mi? Haydi gel!
Birlikte yalvannz, Allah günahmıızı affeder.
Sürüklenmişçesine gitti ve Safo'nun üstüne uzandı. Sonra hemen
doğruldu. Safo, yakalayıp üstüne doğru çekti. Bir süre oynaştılar.
Sonra da kalkıp üstlerini giydiler.
- Yıkanacak mısın, su getireyim mi?
- Cünüb olmadık, kitabın yazdığma göre cünüp olacak kadar bir
şey yapmadık. Ama okumam için abdest almam gerek.
Safo, küçük bir kabla su getirdi, yardım edip abdest aldırdı.
- Şimdi sen oku, ben gideyim.
- Ben de artık gidip camide okuyacağım.
Safo uğurladı, o da camiye yöneldi- "Tevbe estağfirullah"larla
birlikte..
Aradan 20 gün geçtiği halde, elinin yarası tam iyileşmemişti
daha. Soğuğa, sıcağa da hiç dayanmıyordu.
Recep geldi. Tutak'a gidecekti. Yıkanacak çamaşırını verdi
Receb'e.
- Bibimlere selam söle. Ellerinden öperim.
- İsijersen seni de götirim.
- Derslerim var. Hem dc "savuh" (soğuk). Ellerim de savuğa
dayanmir.
- Ben geliriken ilaç getiririm.
- Bibime söleme, üzülür.
- Sölemem.
Recep gitti.
254
38
"Müzâkere". Ortak bir konu: "Kaza ve kader". Seydo yönetiyordu
tartışmayı:
Şehmus'a sözverdi:
- "Kaza", "hüküm"dür. "Kader" dc takdir etmektir. Tann, neyin
nasd olacağına hükmeder ve yine neyin nasıl olacağını takdir eder.
"kaza" ve "kader" budur.
Abdurrahman'a söz verildi:
- "kaza", "kazıyye"den gelir. "Kazıyye", bir şeyi hükme
bağlamaktır. "Kaza", Tanrı'nm, bir konudaki hükmünü gerçekleştirmesidir.
" Kader" de, neyin ne olacağının kararlaştmlmasıdır.
Başkalarına da söz verildi. Söz verilenler arasında Türko da yer
aldı:
- "Kaza", "kader"den sonradır. "Kader", neyin ne olacağının
önceden. Tanrı katında, Tann'nın zaman öncesi bilgisiyle
belirlenmesi, "kaza" da, zamanı gelince gerçekleştirilmesidir. Herşeyi
yapan, belirleyen, "ehl-i sunnct"e göre, yalnızca Tanrı'dır. Evreni de,
insanları da, insanların işlerini de yaratan Tanrı'dır. Mutezile
mezhebine göreyse; insan, kendi işinin yaratıcısıdır...
Türko'nün okuyup ezberlediklerinden aktararak anlattıkları, öteki
fakilerin hayranlıklannı -toplamıştı. Ne var ki, kendi anlattıklanyla
kendini doyuramamıştı. Hep takılırdı bu konuya. "Kader" ve "kaza"
üzerinde derin derin düşünürdü: "Bu dünyayı Tanrı yaratmışsa
kötülükleri neden yaratmış? 'İmtihan için' olduğu söyleniyor. İmtihan
olmasaydı olmaz mıydı? Herşey ve herkes tam Tanrı'nm istediği gibi
iyi olsaydı, öyle yaratılsaydı, imtihana gerek kalır mıydı? Herşeyi
yapan, eden Tann'ysa insan neden suçlu, günahlı saydıyor? Kader ve
kaza karşısında, insanın 'iradesi' ne işe yarıyor? Sonuçta yine Tanrı'mn
dediği olduğuna göre, insanın herhangi bir yolu, herhangi bir davra uş
biçimini seçmesinin ne önemi kalıyor? İnsanları cehennemde, ate.te
yakmak, kader ve kazanın sahibi kendisi olduğu halde böyle bir cezayı
255
insanlara çektirmesi; Tanrı'nm yüceliğiyle ve 'merhamet'iyle nasıl
bağdaşıyor? Sorular, birbirini kovalıyor, birbirini doğruyor, sonra da
burgulaşıyor ve çengelleşiyordu kafasmda. Kitaplardaki açıklamalar ve
mezheplerin görüşleri de bunlann kafasından çıkarılıp temizlenmesine
yetmiyordu. Saldıran sorulan, yalnızca "tevbe estağfirullah"larla
basürmaya çalışıyordu.
* * *
Yarısı yere gömülü alçak* duvarlı, tezekli evlerin damlan
örtülmüş, duvarları örtülmüş, tfczekleri örtülmüş, demir uçlu
karasabanlar örtülmüş, "kotan"lar örtülmüş, kağnılar örtülmüş, at
arabalan örtülmüş, "Küllük"ler - çöplükler örtülmüş, yollar - izler
örtülmüş. Ak bir örtü gerilmiş tümünün üstüne.: Saklanacak,
utanılacak şeyleri gizlemek mi isteniyordu? Ya da kefeni giydirilmiş
bir ölü müydü her kesim? Ölü yüzünden de soğuk bir örtü. Yukarda ak
kelebekler uçuşmakta, konacaklan yeri döne döne aramakta, bulunca da
yeryüzündeki ak örtü üstüne, yavaş yavaş konmakta her biri. Ne var ki
bu aklar, altındaki karaları, lekeleri, yalnızca bir süre için, eriyene dek
örtebilecekler. Bu aklarla örtülememiş olan da var:. Kulleteyn. Lekesini
hiçbir örtü gtzleyemez diye mi acaba?
Kar, diz boyu. Yağanlara bakılursa, daha da yükselecek.
Çocuklar serpilmiş oynamaktalar. Ama pahah pahah botlar,
montlar, kazaklar giymiş olarak değil. Kiminin ayağında çarık,
kimininki çıplak. Karda da çıplak dolaşılır mı? Yaşam kuralına göre
dolaşılmaz. Ama oradaki kural başka. Yalın ayaklılar da dolaşmaktalar.
Ayak parmaklarıyla iz bıraJcarak.. Kar topu oynamaktalar. Ağızlara
kadar akan sümüklerin silindiği çıplak ve çatlak ellerle karların
avuçlanması, sıkılıp top yapılması, karşılıklı atılması.. Kar içinde
yuvarlanmalar. Kardan insan yavrulan mı bunlar?
Oynayanlar içinde yaşıtları da vardı. O da oynamak istiyordu.
Hem de nasıl? İçi gidiyordu. Ama gövdesi, o "kardan çocuklar" gibi
dayanıklı değildi. Üstelik, "sobanın nanna yanmış" olan parmaklan,
dayanıklılığını iyice yitirmişti. Gözü kaldı,' karda, kar topuyla
oynamada, boğuşmada.. Çekildi, girdi içeri. Derslerine daldı.
256
*
Alıntı ile Cevapla
  #40  
Alt 30-09-2012, 07:01
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

*Ve'l-ânıilu fismeyni atâ kısmeyni... (isimlerin okunuşunda rol
oıynayan, iki türlüdür...)"
* * *
"Metin" ezberleme, cami pek elverişli görülmüyordu. Yaz
cdmadığt için de, bu iş dışarıda, açık havada olamıyordu. Kalıyordu
ahırlar. Fakilerden her birinin ya da birkaçının birden sürekli gittiği bir
ahır vardı. Onun da çoğu kez gittiği ve alıştığı bir ahır vardı:
Hamo'nun ahırı. Sıcacıktı, Ne ki oraya giünesi kolay değildi. Uzak
tiduğundan değil. Dışanda keskin bir soğuk bulunduğundan. Camiden
dışarı birkaç adım atü, geri döndü. Kitabına içerde göz gezdirdi.
Ezberliyeceklerini camide ezbcriemeyc çalıştı. Hayır, olmuyordu.
Kendini veremiyordu. Camiye giren - çıkan, namaz kılan, sesli sesli
dua eden,. Bütün bunlar birer engeldi. İlle de ahu- gerekliydi. Gücünü
K^layıp bir kez daha çıktı dışarı. Bu kez dönmedi. Ve dona dona ahıra
vardı.
Ahuda neler bulunur?
Manda, öküz, inek, dana, tosun... Kısacası: Büyük baş hayvanlar.
Hayvanların "alaf'ları, yahi yemleri için yapılmış olan su yalağı gibi
derince, uzunca ve göğüsleri düzeyinde yüksekçe bir kesim. Bokları
süpürmek için kullanılan "çalgı" (büyükçe süpürge), bokların
dökülünceye kadar süpürülüp yığıldığı, ortada çukurca bir kesim
Cmazgal"), bokların taşınıp dışanda uygun görülen bir yere dökülmesi
için kullanılan sepet (büyükçe), ya da biri önde biri arkada iki kişinin
iki eliyle tutup taşıdddarı, ortası epeyce bok alacak kadar çukur olan
sedye gibi bir araç. Hayvanların günlük yiyecekleri «aman, ot.
Hayvanların soluklan, bok ve sidik kokulan. Aynca, ahm süpürmek,
hayvanlara yem, su vermek için bulunanlar. Aşık oynıyan çocuklar.
Bütün bunlar, ahırın "aynlmaz"ları, ya da "olmazsa olmaz"lan.
Bunlara bir de, her gün gelip metin ezberiiyen bir ya da birkaç faki
eklenmişü.
Ahırdan içeri girince, birkaç dakikada ısmıverdi. Öylesine sıcaktı
Hamo'nun ahırı. Birkaç çocuk aşık oynuyordu. Yaşıtlan da, biraz
25'
büyükleri de, küçükleri de vardı. Aşıklan kınalı kınalı. Kimilerinin de
ortalan delinmiş, kurşun dökülmüş. "Heneke" ya da "eneke" deniyordu
bu türierine. Bir "heneke", birkaç sıradan aşık değerinde. En çok işe
yanyan da "heneke"ler. Yenmek, yenilmek onlara bağlı. Heneke için,
aşıkların biraz büyükleri seçilirdi.
Gidip kaülmak, birlikte oynamak istiyordu. Ama bu, kesinlikle
doğru değildi. Hem hocası çok kızardı, hem de kendisi uygun
göremezdi. Kartallı köyüne aşık oynamak için değil, okumak için
gelmişti.
Bir süre izledi aşık oynayanları. Çıplak ayaklar, kimi zaman
topuklara değin boklara, sidiklere batıyordu. En az battığı zaman bile,
parmakların aralarından cıvık cıvık çıkan bokların, ayakların üstüne
taştığı görülüyordu. Eller de batıyordu zaman zaman. Aşıklann
peşinden koşarken ayakları takılanlar, ortadaki çukura yuvarlananlar da
eksik değildi. Bu çukura düşenlprin, dizlerine kadar batüğı bile
oluyordu. Ellerin, yüzlerin boklara bulanmasıysa çok olağandı.
Aşıklar, bokun - sidiğin içinde oynanıyordu çünkü, işte 10 yaşlarında
biri. Adı: Mcmo. Memo'nun ellerinin asıl derisi gözükmüyor. Çünkü
kir, kurumuş sümük ve boklarla kaplı. Üstelik katmer katmer.
Bileklerine değin. Memo çok mutlu. Bir eliyle, düşen şalvannı
tutuyor, öbür eliyle aşık atıyor, aşıklara vuruyor. Burnu da sürekli
akıyor. Burnunu silmeye zamanı yok. Koyu, uçlarına doğru incelen bir
"fırtık", burnunun iki kanadından, iki meme gibi ve renkli renkli
sarkmış, dudaklarına dek u z ^ ı ş . Yalıyor Memo tatlı tatlı. Arada bir
de, çok rahatsız edici bulmalı ki, siliyor. Ama kollarına. Çocukların
burunlarını silmek için kullandıkları temel silici, ellerinin üstüyle
kolları. Yaşlar, kurumuşlann üstüne ekleniyor, onlar da kuruyor. O
nedenle sümükler, o yörenin Türklerinin deyişiyle "fırtık"lar, kat kat
oluyor. Çocuklar bu eikrie yiyip içiyoriar da. Lezzetli, lezzetli, mutlu
mutlu. Memo gibi.
Epeyce izledikten sonra, uykudan uyanmışcasına kitabına döndü.
"Kısmm mensûbuhu..."
Izhar'dan ezberlemesi gerekenleri bitirdi; "kelâm" (Tanribilim)
ezbaine koyuldu.
"Hakikat'ul-Hakki lem Tu'kal bi âlimine..." (Hakk'm, yani
258
Tann'nın hakikati, bizim bilgi ölçülerimizle kavranamaz).
Bir koyun melemesi işitti. Şaşılası şey. Ahırda koyun yoktu.
Olamazdı da. Koyunlar, ahuda değil. "kom"da (a^lda) bulunurdu. Peki
bu ne? Birkaç meleme daha! Olacak şey değil. "Ğayb"dan mı geliyor?!
Durup dinledi; bir daha, bir daha. Dayanamayıp çocuklara sorduğunda
durum anlaşıldı: Meğer ahırın bitişiğinde bir yer yapdmış, hiç
alışılmadık biçimde, birkcsim koyunlar, keçiler oraya konmuş. Dahası
kimi büyük baş hayVıanlar da.. Peki niçin?
"Sayım"dan kaçırmak için.
"Hokûmat", insanlardan çok hayvanları sayardı. "Kelle başına
vergi" almak amacıyla. Hayvan sahipleri de kaçırma yoluna giderlerdi.
Bunun adına "sirkat" denirdi. Asıl anlamıyla "hırsızlık" demek. Yasal
anlamıyla da "hayvanı sayımdan kaçırma" ve bu yolla "devletten
çalma". Cezası da büyüklü. Ağa, bey takımlarından, asıl çok hayvanı
olanlardan değilse, sahibinin "hapse aülma"sı bile olurdu işin
sonunda. Bu denli tehlikeyi-göze alarak "sirkat" yoluna giderlerdi.
Neden? Vergi ağırdı, hayvan sahibinin (güçsüz olanların) gücünü
aşardı. îçeri tıkılmayı bile göze almak bundandı işte. "Rızık meselesi".
- Ooo, hâlo HU.S.SO sen misin? Ne zaman çıkım, ne zaman
geldin?
- Dün geldim. Cezam yeterii görüldü. '
Sevindim, çok sevindim.
Husso, eve geldiği günün ertesi günü, küçük dostu "Türko"yu
görmeye gelmişti camiye. Sabahın erken saatinde..
Bir süre konuştular; Husso giui.
- Bize sık sık gel! diyerek..
259
39
önemli "müzâkere'lerden birine hazırlanıyordu fakiler. Büyük
hoca Molla Nasır da bulunacak. Müzâkerenin önemi, biraz da bundan.
Konu: "Tıbbu'n-Nebî". Yani "peygamberin doktorluğu" ve sağlık -
hastalık alanında peygamberin öğütleri.
Büyük hoca geldi camiye. Geçip yerine oturdu. Önünde rahle.
Rahlenin üstünde fıkıh ve hadis kitapları. Büyük hoca, müzâkereyi
başlattı:
Molla Nasır, Seydo'ya "dertler ve ilaçlan" konusunda
peygamberin ne dediğini sordu. Seydo hadisi okudu:
- Tanrı, "şifa"sını "indirmediği" derdi "indirmemiştir". (Mâ
enzelellahu dâen illâ enzele lehu şifaen) Yani: Her derdi Tanrı
"indirmiştir" ve her dert için de bir ilaç, bir şifa indirip göndermiştir.
Hadisin bir kaç biçimi vardı. Molla Nasu- onlar üzerinde de durdu:
- Bu, kimin "tahrici"dir?
- Buhari'nin. '
- Müslim'inki nasıldır?
- "Her derdin bir devası vardır (li külli dam devâun)".
Molla Nasır, fakilere, hadisin başka biçimini bilen olup
olmadığını sordu. Birkaçı birden atıldı söylemek için. Atılanlar içinde
"Türko" da vardı:
- Tanrı, derdi de, "deva"sını da birlikte "indirmiştir". Her derde bir
deva (ilaç) vermiştir. Dertlerinizi, devalarıyla giderin. Ama haram olan
ilaçla tedavi olma yoluna giüneyin.
Büyük hoca sordu:
- Bu biçimiyle hadisi "tahriç eden" (yazıp kitabına alan) kimdir?
Birlikte cevap verdiler:
-EbuDâvûd.
- Hangi bölümde?
- "Tıp" bölümünde.
260
"Tedâvi"nin çeşitli yollan vardı. Olabildiğince hepsi üzerinde
duruldu birer birer.
Tedavi biçimlerinden biri de "Kur'an'la tedâvi"ydi.
- Kur'an'la tedavi olabileceğim nereden öğreniyoruz?
- Kur'an'm "şifa" olduğunu belirten ayetlerden ve Kur'an
ayeüeriyle tedavi edildiğini anlatan hadislerden..
Peygamberin ve arkadaşlarının, "FaUha"yı, "muavvizeteyn"i ve
başka surelerddn ayetleri okuyup üfliyerek nasıl hastalıkları
iyileştirdiklerine örnekler verildi.
- Kur'an'la tedavi eden kimse, bunun karşılığında bir "ücret"
alabilir mi, bu caiz midir?
Fakilerin tümünün verdiği cevap:
-Caizdir.
Büyük hoca, hadisten örnek istedi bu konuda da. Örnek sunuldu:
- Ebu Said el Hudri'den aktarılan bir hadise göre Ebu Said şöyle
der: "Peygamberin esbabından bir topluluk; bir gezideydiler. Bir kesim
Arap kabilesine uğradılar. Konuk edilmediler. O sırada kabile
üyelerinden birileri geldi:
- Kabile başkanımızı akrep soktu. İçinizde tedavi edebilecek biri
var mı?
-Var.
Peygamberin esbabından biri gösterildi. Doktorluğu o vapıp,
kabile başkanını o kurtaracaktı. Başkanı tedaviye yöneldi. Fanilayı
okudu ve başkanı kurtardı. Daha önce esbabı konuk etmekten kaçman
kabile üyeleri, başkanlarının kurtarıldığını görünce, konuksever
davranddar ve tedavinin karşılığı olarak bir sürü (15-25) koyun
verdiler. Ne var ki, Kur'an'la tedavi karşılığında ücret alınması, kimi
eshabça iyi karşılanmamış,'- âyetler karşılığında ücret almak, hiç dc
hoş bir şey değil.' denmişti. Tartışma oldu. Peygambere gidilip durum
anlatıldı. Peygamber olayı dinledikten sonra güldü ve şöyle konuşlu:
- Kur'an'la tedavi edin ve böyle durumlarda ücret alın, benim
payımı ayırmayı da unutmayın!"
Ebu Said el Hudri'nin bu hadisini, Şehmus sundu. Seydo da,
261
hadisin. Buharı ve Müslim'deki yerini gösterdi.
Hasiahklar için peygamber çeşitli ilaçlar öğütlemişti:
- Bal şerbeti. "Balda şifa var"dı.
- Hurma.
- Deve sütü.
- Deve sidiği. (Peygamber, kimilerini, deve sidiği içirerek tedavi
etmişti.)
- Sülükle ya da başka türlü kan aldırma.
Peygamberin "tıb"bında "şifa" verici başka şeylerden de
sözediliyordu. Örneğin "artıklardaki şifa".
"Sineğin bir kanadındaki şifa". Yiyecek ve içeceklere düşen bir
sineğin,, bir kanadında "zehir", öbür kanadmdaysa "panzehir"
bulunduğu bildiriliyordu hadisle.
-"- Sineğin bir kanadı ballığında, öbür kanadını da siz batmn.
Çünkü bir kanadında zehir, öbür kanadında panzehir var."
Müzakerede, fakilerin kimi konuşup hocanın sorduklarına karşılık
veriyor, kimi de dinliyordu. Ve. "tıp" alanında peygamberin neler
buyurduğu, hangi hastalıklara hangi tedavi yollarını gösterdiği bir bir
anlatılıyordu. Ne var ki tedavi yollarından kimi çok zordu, kimiyse
olanaksızdı. Örneğin "baF'la tedavi. O yörede "bal" bulmak kolay
değildi. Çoğu kim.se, balın adını duymuş.sa da kendini bilmezdi.
Görmemişti çünkü. "Hurma". O da yoktu. "Deve sütü". Hiç
bulunamazdı. "Deve sidiği". O da öyle.
Tedavi yollarından kolayca elde edilebileni iki şeydi:
- Artık.
- Kur'an ayetlerinin okunup üfürülmesi.
"Ariık"lara da, "ayetlerin okunup üfürülmesi"ne de kolaylıkla
başvurulabilirdi. Birincisi, "bedava"ydı üstelik.
Büyük hoca Molla Nasır, müzakere konusu olan "Peygamberin
Tıbbı"nı özetledi ve müzakereyi kapatu.
262
40
Kar ve tipi. Karakışın tüm zorbahğı^ûnde. Dışandan kapılara
omuzlarını vermiş, içerdekilere: "dışarı çıkmıyacaksınız!" diyor,
bastırıyor. Hem de ne bastırma. Kapı aralarından ıslıklarını çalarak
î ^ c a korkutuyor içerdekileri. Kapıyı açan oldu mu, yüzüne şaplağı
basıyor. Ardından kamçdıyor, bıçaklıyor ayazı ve tipisiyle. Kucağına
düşeni acımasızca dilim diiim doğruyor. Sergilediği ak örtüsünde bile
göz gözü görmüyor. "Vay babo!"
Ak giysili canavarın elinden nereye kaçıhr?
- Ahırlara. - '
En iyi yerdir ahu^lar. Bir süre sonra gözlerin alıştığı karanlığıyla,
hayvanıyla, bokuyla, kokusuyla.. Hemen herkesin sığınağı. Kimileri
oldukça sıcacık. Çoğunun, odalara açılan kapılan var. Kiminde, arada
kapı bile yok. Yazın, tarlasıyla, çayınyla, harmanıyla, küllüğü -
çöplüğüyle, camisi - abdesthanesiyle, kulleteyniyle, türlü türlü
sinekleri ve böcekleriyle, daha nice neleriyle içice olan kadın, erkek,
çoluk-çocuk, kışın da en yakın dosüarı ahırların hayvanlanyla, bok,
sidik, .soluk ve osuruktan oluşan sıcak ortamıyla kucak kucağa. Hele
evinde, ocağında yakacak tezeği tükenmişler için tek kurtancıdır
ahırlar. Gecc-gündüz ayrımı olmadan.. Hayvan - insan ayrımı
olmadan. Birlikte yatılır, birlikle kalkılır..
Elinde, bir "fıkıh"tan, biri "nahiv"den, biri "maritık"tan, biri de
"kelâm"dan dört kitabıyla dışarı çıktı; ak donlu, ama kara yürekli
karakışın şaplaklarını,-kamçılannı yiye yiye ahu-ın yolunu tuttu. Düşe
kalka, yalpalıya yalpalıya varmayı başardı. Kalın tahtalar ve koca
ağaçların birbirine kocaman demir çivilerle çakılmasından meydana
getirildiği için kapı oldukça ağudı. Zorlaya zorlaya açü. Ve girdi. Oh
sıcacık. Girer girmez yüzüne çarpan sıcaklık,, çok geçmeden tüm
gövdesini sanverdi.
Daha ikindi bile olmadığı halde, karanlık. Tavandaki el kadar
pencerenin aydınlığı, bir - iki kanş çevresine yetiyor ancak. Gözler
karanlığa yavaş yavaş alışacak. Alışsın diye kapının yanında biraz
durdu. Gözleri, yanını - yöresini görmeye başlayınca yürüdü.

263
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 00:53 .