Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Turan Dursun > Turan Dursun

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #41  
Alt 30-09-2012, 07:02
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

çalışacağı, "metin" ezberliyeceği kesime doğru ilerledi. O kesimde,
duvardaki yuvasına yerleştirilmiş olan fitilli lamba vardı. Ama
yakılamazdı akşaın olmadan. Ahır sahibi izin vermezdi. Gazyağı
yokluğu vardı.
Hayvanlar, bağlı, bulundukları "alaf'larında (yemliklerinde),
başlarını salhyarak ve soluklana soluklana otlarını, samanlarını
yiyorlardı. İşeyip sıçıyorlardı bi yandan dâ. Karakış ortamında hepsi bir
başka tür güzeldi. Bok, sidik kokuları bile. İçini ısıtıyordu insanın.
Alaflığm en başmda "camus"lar (mandalar) bağlı. İki manda.
Yanlannda da "balak"ları. Biraz beride üç inek, iki "düğe", iki dana.
Daha beride de dört öküz ve üç tosun. Dik dörtgen biçimindeki ahınn
uzununa, bir baştan öbür başa uzanan alaflığm ucundan önemli bir
kesimiyse boş.
Boş olan kesimin uygun bir yerine,,elindeki kitaplardan üçünü
koyduktan sonra bir kitap koltuğunda, metin ezberlemeye koyuldu.
"Kelâm"dan başlamışü;
- Lâ dahle li'l-akli fî hükmi'l ilâhi (Tann'nm yargısında, işinde,
aklın yeri olamaz)..."
O da ne? Alafhktan "kofık"li bir kadın çıkıp indi. Her yanı saman
dolu. İşte, ardından da bir erkek. Ceketi vc uzun donuyla.. O da toz ve
saman içinde. "Nereden çıkü bunlar?" Demek ki alaflığm bir kesimindeydilcr.
Ses çıkarmadan yatmışlardı. Biri altta, biri üstte. O kesim,
yeterince aydmhk olmadığı için dc gözükmemişler, farkedilmemişlerdi.
Alaflık, oldukça derindi çünkü. Kathnm giyinik olması da, bir gören -
eden olur olmaz ya da bir tehlike sezilir sezilmez, hemen fırlamaya
hazır bulunma gereğinden ileri geliyordu. Giyiniklik, erkekle kadınm
yatarken işlerini görmelerine engel değildi. Yatma sırasında, gereken
yerlerini açarlar, işlerini görürlerdi. Onlar da öyle yapmışlardı. Pek
rahat olmasa da.. Rahatlık aranır mıydı böyle durumlarda?
"Kofik"li genç kadm, ahır sahibinin karılarındandı. Mutlu
görünüyordu. Ahm süpürmek için varıp "çalgı"yi aldı eline.
Süpürmeye koyuldu. "Mazgal"a doğru.. Herif de kaşağıyı aldı,
"camus"Ian kaşağılamaya girişti. "Türko"ysa onlan görmezlikten
geliyordu.
"lâ dahle Hl-akli fî hükmi'l-ilâhi ve fî tecvizi..."
264
Adamın karılanndan biri daha. Odadan çıkıp geliyor. Söylene
söylene. Öfkeli olduğu belli. Genç kadına doğru yürüyor, bağmyor.
- Doymadı mı gözlerin daha? Herifi yiyip bitireceksin! Gece
yetmiyor, gündüzleri de altından beri gelmiyorsun prospu!
Eyvah kavga başlıyacak. Erkeklerini paylaşamıyan kumaların
kavgası. Erkek, ilgilenmez görünüyor.
Eski karı, kavgaya kararlı. Ağzından köpükler saçıla saçüa,
Kürtçedeki sövgülerin en okkalılarıyla sövüp sayıyor. Genç kadınsa
iliç oralı değil. Başını işine eğmiş, "çalgı"yı çalıp duruyor, boklara
sidiklere. Bu durum, eski kanyı, daha da çıldırtmışa benziyor.
- Söylesene ******, ne şjusuyorsun! Herifi mal gibi kendine
bağladın! Gözün ne zaman doyacak?!
Eski karı, sövgülerle kalmadı. Varıp bir vurdu genç kadına.
Herifte yine ses yok. Genç kadm, başım kaldırıp bir dikildi, yine işine
koyuldu. Hiç sesini çıkarmadan. Bakalım sabrı ne zaman tükenecekti.
Eski kan, bir vuruş daha indirdi yumruğuyla. îşle o sırada genç kadın
katlanamaz olmuştu artık. Elindeki "çalgı"yı kaldırdığı gibi eski
karının kafasına.. Bir boğuşma. Hem de ne boğuşma. Saç saça, baş
başa. Herif durmuş bakıyor. Ne ses çıkarıyor, ne de gidip ayınyor.
Kadınlar, yenişmeye çalışıyorlar. Hiç biri yenilmek, altta kalmak
istemiyor. Genç karı, eski karıyı, ortada bokların yığılı olduğu
"mazgal"a çekti. Başındaki "kofik", düşüp yuvarlandı, sonra da ayaklar
alünda kalıp çiğnendi. Çevresindeki zincirleri, paralarıyla.. Genç kan,
öbürünü "mazgaf'a sokmaya çalışıyor. Bir süre itişme ve boğuşma
sonunda birlikte yuvarlandılar. İkisi de "mazgal"ın boklarına
gömülmüş debeleniyor. Herif yine gidip ayırmıyor. Dahası:
Keyifleniyor gibi bakıyor. O su-ada 15-16 yaşlarında bir kız gözüktü.
Ardından başka çocuklar. Ve yaşlı bir kadın. Koşup ayırdılar iki
kadını. İkisinin de her yanı boklara bulanmışa. 5 - 6 yaşındaki çocuk,
anasının eteğine yapışmış ağlıyordu. Sümükleri ağzına aka aka.. Evin
herifiyse, bakıp bakıp gülüyordu. Toplanıp gittiler odaya. "Türko"ysa
şaşkın kalakalmışü. Neden sonra kendine gelip ezberlerine döndü.
"Ve fi tecvizi Ta'lilihi fi'l-ba'zi kavlâni (Tann'nın işlerinin bir
nedene, niçine bağü olup olmadığı konusunda iki görüş vardır)..."
265
Akşam olmuştu. Gidecek, akşam namazmı kılacak, biraz da
kamım doyurduktan sonra yine gelecekti ahmı. Ve isi tavana dayanan
fitilli lambanın kör ışığında yine okumaya koyulacaktı. "Mütâlâa"
saatine dek. Ama ak donlu karakışm kan, tipisi yol verirse..
Kardan, tipiden güçlükle kendini camiye attığında, bir de baktı ki:
Hafız Celal, oğlu Ahmet ve Tutak'lı Recep de oradalar. Demek ki
Recep Tutak'tan dönmüşüi.
-Recep ağa beg.hoşgeldin!
- Hoşbulduk.
- Bibim nasddı?
- Eyidi. Fahat ağlayıp durirdi. "- Duran'ı al getir!" diye bene çoh
yalvardı. Amma "Cınh Ahmet"in gönlü yoh.
- "Pırtılanmı (çamaşu^lanmı) getirdin (mi)?
- Getirdim. Bibin, yağ - peynir de gönderdi.
- Sene "zehmet" (zahmet) oldu!
- Ne "zehmet"i..!
Hafız Celal'in elini öptü. Ne de olsa eski hocasıydı. Ahmet'e de
"hoşgeldin" dedi. Onun da "hâlini - hatırım" sordu. Namaz kıldılar
birlikte' Sonra bir köşeye çekildiler. "Râtib"den arta kalanla ve
Tutak'tan getirilenlerle kannlarım doyurdular. Başladılar söyleşmeye.
Taa yatsıya dek.. Yatsı namazından sonra Celal ve öğrencileri gitti.
"Mütâlaa"ya katıhnadan..
Ve "mütâlâa" saati. Koca koca kütükler üzerindeki fitilli isli ve
camsız lambalann çevresinde fakiler Öbek öbek dizili. Uzanmış olarak.
Her öbek, bir ayçiçeğinin yapraklan dizilişinde. Kitaplar önde, açık ve
çenelere dayah. Gözler kitaplarda. Okunsun okunmasın. Uyuma -
uyuklama da yok. Olursa gözetlİyen görevlilerin vurması, dürtmesi
hazır. Camsız fitilli lambalardan çıkan koyu, kalın isler, tavandaki
hedeflerine önce direk gibi varıp dayanmaktalar. Sonra vurulan
noktalarmçevreİCTİra döne döne firçalamalar başlamakta. İslerin kollan
daha da geniş çevreye uzanıyor, kıvnla kıvnla yayılıyor ve kimbilir
kaç bin kez fırçaladddan yerleri bir kez daha fırçalayıp yalıyor. Kollar
birleşiyor, ayrılıyor, yeniden birleşiyor, yeniden ayrılıyor.
266
Kucakladıkları tavanda, "koşat"larda, duvarlarda, mimberde, mihrapta,
rahlelerde, kitaplarda, yataklarda, yaygılarda buluşuyorlar, aynlıp bir
daha buluşuyorlar. Kollar sarmaş dolaş. Her zamanki gibi. Öbekler bu
kollar arasında, "sakin" ve sessiz. Hepsi birbirinin aynimaz bir
parçası. Ağızlar ve burunlar da bolca payını alıyor islerden. Yine her
zamanki gibi. "Fırtık"lara, balgamlara karışan isler, ertesi gün,
sabahın erken saatlerinden başlıyarak, karıştıklarıyla birlikte,
kulleteyne fırlatılacaklar, kulleteynin yüzündeki kaim örtüyü biraz
daha kalmlaştıracaklar. Ve karakışın soğuğuyla donup buzlaşacaklar.
Kışın her sabahında olduğu gibi...
267
41
Camiyi dolduran "fa]d"lerin birbirine kansan soluklan, osuruklan
olmasa, karakışm dondurucu soğuklarında, soba hiç durmamacasma
yansa bile, caminin ısınması "muhâl"di (olanaksız). Havasız mıydı
cami? "O da ne demde?" ,
Tanyeri daha ağarmamıştı. Ama ağarmak üzereydi.
Türko'nun uykusu tutmamıştı bir türiü. Biraz uyumuş, daha da
uyanmamıştı. Gördüğü bir düşün etkisiyle.. Düşünde, büyümüş,
Safo'yla evlenmişti. Bir çocuğu olmuştu Safo'dan. Oğlan'. Sevimli.
Yer beşiği içinde. Ve konuşuyor. Tıpkı İsâ peygamber gibi.
- Babam gibi ben de âlimim. Basra'lı, Kufe'li âlimlerden daha
büyük âlimim. Babam gibi. Ama benim ilmim, kazanılma (kesbî)
değil. Tann katından (vehbı). Ne islerseniz sorun, cevap vereyim!
Anası Safo da çok güzel bir kadın olmuş. Benzeri görülmedik bir
güzellikle. O da "ilim"den payını almış. Yine Tann kaündan.
Çocuk da, anası da, anlaüyor durmadan. Yerden, gökten,
ululardan, meleklerden... Ve cennetten, cehennemden..
Gökte, yerde bir başkalık var. Görülmedik bir kalabalık. Gök
halkının ileri gelenlerinden oluşan, Kur'an'daki adıyla "El
Meleü'l-A'lâ", yani "En Yüceler Kurulu" üyeleri, ulu melekler,
Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail; "Tann'nm ARŞ'ı"nı (tahtını)
.omuzlaı;ında taşımaktalar. Çevrelerinde de öteki melekler. Kanatlı
kanatlı. Meleklerin omuzlannda Tann geliyor. Ayetlerde, yoramlannda
ve hadislerde anlaüldığı gibi. Gökteki, yerdeki başkalık da çocukla
ilgili. Bir çeşit kutlama. Genişçe bir meydan. Kar yağıyor. Ama
yağan, kar değil. Kar biçiminde "nur" yağıyor. Meydan ortasında
kulleteyn. Ama başka tür bir kulleteyn. Ne fırüklar, ne de yemeklerden
dökülme arüklar var içinde. Tertemiz. Güzel mi güzel bir havuz.
Gökten yağan "nur"lann aydınlığı, havuzun cam gibi yüzeyinde.
Suyun parlaklığıyla bütünleşiyor. Melekler, "selâma durmuş". Taht
üzCTinde taşman Tann yaklaşıyor. Beşiğin yanma geldi işte. Ve durdu.
Tann'dari "nur" saçıhyor çevreye. Çocuktan da. İki "nur", birleşiyor.
Tann, çocuğun babasına sesleniyor:
268
- Ne mutlu sana. Senin de bir oğlun oldu işte. Beşikteyken ulu
bir âlim. Büyüyünce dünyayı kurtaracak. Seninle birlikte. Ne mutlu
sana!
Uyanınca aynı düşü bir daha görmeye çabalamışü. Uyumaya
zrarfamıştı kendini. Ama başaramamışa. Ne güzel bir düştü o.
"Düş"lerin nasıl "ta'bir" edileceğini az, çok öğrenmişti. Bu düşü
de yorumladı kendince. Güzel yorumlar yaptı. Geleceğine ve "âlim"
olmasına ilişkindi yorumları. Tüm benliğini derin, tatlı, anlatılmaz
duygular sarmıştı. Kartallı köyünde değildi sanki. Kapkara islerle,
soluk - osuruk kokularıyla kaplı ve havasız bir camide değildi. Ve
sanki dışarıda soluk kesen bir karakış yoktu. İçindeki dünya başka,
Aşındaki dünya başkaydı.
Bir sürü mutlu düşüncelerle kucak kucağa kaldıktan sonra kalktı,
ceketini, şalvarını giydi. İnce kilimlerden birine de bürünerek,
"abdesthane"ye gitmek üzere dışarı çıku. .Tipi kesilmişti. Kar da
yağmıyordu. Ama alabildiğine bir ayaz vardı. Elinde ibrik, koşarak
"abdesthane"yc girdi, çabuk çabuk işini görüp çıktı. Tam camiye
yönelmişti ki, kuUeteynde bir ses işitti. Bir dc baktı ki: Abdurrahman.
O soğukta soyunmuş. Çırıl çıplak. Abdurrahman'ın yanma varmaktan
kendini alamadı. Kulleteyn buz tutmuştu. Abdurrahman kıyıdan bir
kesim buzu kırmıştı. Ve daldı buzlu suya. Ağzına, burnuna da su
verdikten, "guslettikten" sonra hemen çıktı. Tiü-iyordu. Kurulanmadan
ve çabuk çabuk üstünü giymeye koyuldu. "Gece düşü azdığı, şeytan
atladığı vc cünüb olduğu" için "gusül abdesti" almıştı. Zorunluydu.
Sabah namazına hazırlık gerekti. Karakışın ayazında, kulleteynin
fırtıkh, balgamlı buzlarını kırıp yıkanmak, "cehennemde yanmak"tan
daha kolaydı. İnanmıştı Abdurrahman. Askerlikteki Mehmetçik'ler de
aynı tutumu gösterip kışta-kıyamette, bulabildikleri derelerin, çayların
buzlarını kırarak "boy abdesti" almıyorlar mıydı? "Cünüplük"ten
kurtulmak için 'şarttı boy abdesti. Koşullar ne olursa olsun. "Din,
Şeriat" öyle diyordu. Suya batıp çıkmak, temizlenmek sayılıyordu.
.Abdurrahman da temizlenmişti işte. Tir tir titriyor olsa da-
"lemizlenmiş" olmanın rahatlığıyla koşup camiye girdi. Ve doğru
yatağa^ Biraz sonra ısınacaktı. Kendi gibi"faki"lerin, önlerinden ve
arkalarından çıkan sıcak havayla.. Köyünde bir türlü kavuşamadığı
269
Cemile'siyle belki bir daha buluşaeaktı düşünde. Bi kez daha
kuUeteynin buzlannı kırıp karakışın dondurucu soğunda litreye litreye
"gusletmeye" hazırdı. Sevgilisiyle düşünde de olsa yatmak, birieşmek,
değerdi titremeye, hastalanmaya.. "Haydi gel, nerdesin ey sevgili!"
* * *
Kış ne denli "şiddeüi" olursa olsun; kimileri için önemli değildi.
Keyifli bile sayılabilirdi. Tahıl, yağ, peynir, hayvanlarına "alaf" ve
sobasına yakacak boldu. Otlukla dağ gibi ot yığını, tezeklikic dağ gibi
tezek yığını, kuyusunda, ambarında yelerince tahıl, cvirıdc çuval çuval
un, bulgur, yarma, tulum tulum peynir, teneke teneke yağ, küp küp
turşu, ayrıca da kuru üzümüyle, kayısısıyla, inciriyle hoşaflığı,
"kartol" (patates), mercimek, "lazıt" (mısır) ve benzeri şeyler olduktan
sonra kış olursa olsun, uzarsa uzasın; "zevk" verir insana. Ne ki
kimileri için de bir derttir. Hem de nasıl..! Nc otlukla otu, ne
samanlıkta samanı, ne evinde unu, buğdayı ve yiyeceği, ne yakacağı
vardır. Olanlardan bir parça gelirse gelir, gelmezse o da yok. "Elden
gelen öğün olmaz, o da her zaman bulunmaz". Kış bir "afet"tir
böyleleri için. Hele "şiddetli" olursa... Hele uzarsa...
Ağanın, beyin keyfi yerindedir. Şeyhin de öyle.. Yok, yokluk
nedir bilmezler.
Kimi yoksullara, ağa, bey, şeyh "el atar", yardım eder. Yoksul da
zamanı gelince onu öder. Diyetim ki, darda kalan yoksulun evinde,
"horanta"sına yaza değin elli teneke buğday gerekli. Ağa, bey ya da
şeyh, o buğdayı verir. Darda kalan, buğdayı almca başlar "dua"ya.
-Allah râzı olsun. Alah ağamıza ömürler versin. Allah şeyhimizi,
beyimizi başımızdan eksik etmesin.
Ağa, bey ve şeyh; güzel yüzlü, güler yüzlü bir devlettir o sırada.
Devletin nimet yağmuru, kimi "devleüû"larda göller, gölcükler
oluştururken, bir ki^ük damla da, darda kaldığı sırada kendisine düşen
bir zavallının devlete nasıl dualar yağdırdığmı herkes bilir
-Allah devlete zeval vermesin.Devlet de olmasa ne yapardım?
Allah devletin eksikliğini göstermesin. "Mülkünü daim etsin."
270
o yörelerin devletini oluşturan şeyhe, ağaya, beye de öyle dua
edilir. Asıl devleüe, şeyh, ağa ve beyden oluşan devlet arasında bir de
fark var: İkincisi, çatık kaşlı değildir. Son derece sevimli, sevecen
görünüşlüdür. Darda kalan oldu mu, hemen yardımına koşacağına
inandırmıştır genellikle. Yardım etse de etmese de, bu inancı
vermiştir. Kayganın olduğu kadar, barışın, uzlaşmaların da kaynağıdır.
Karakola, jandarmaya gönderen de,' kurtaran da odur çoğunlukla.
Kartalh köyünde de durum böyleydi.
Köylülerin çoğu yoksuldu. Ama yoksulun da yoksulu vardı.
Tümüyle darda kalmış ve çaresiz olanlar vardı. İşte bunlara bakmak
durumunda olan, köyün devletiydi. Baktığı kadar bakardı,
bakamadıgında da bakıyor görünürdü. Öyle görünmeyi bilirdi. Öyle
görünmek için çeşitli yolları, yöntenileri yardı.
Karakış, kara kara düşündürüyordu herkesi. Karları ak olduğu
halde, "karakış" diye ad verilmesi dehundandı belki de. Kimileri için
"hava hoştu". Ama ya yoksulluk gömleğini giymiş olanlar, çaresizler
için?!
Sabah abdesti ve uıhareti için kulleteyne dökülen "faki"lerin
taharet vc asdcsl yerlerinde sular, burunlarının çevresine, yüzlerine
gözlerine bulaşan fırtıklar hemen donuyordu. Eller, kollar, ayaklar;
çalık-çolak oluyordu ayazda. Abdestini alan, yarun yamalak yaptığı
işini bitirir bitirmez, çarpık-çurpuk koşuyordu camiye. Parmaklar
yumulup ağızlara götürülmüş, burunlar, kulaklar kızamıış olarak...
Her zamanki gibi. Sobanın çevresinde dizilişler, silinişler,
söyleşmeler.
- Allah dışarda kalanlara yardım etsin., türünden dua etmeler..
Ardından çabuk çabuk kılınan sabah namazı, parmak eklemleri
sayılarak yerine getirilen "tesbih"ler, namaz sonrası dualan..
Ve "râtib" için hazırlık.
"Râtib nöbetçileri", Abdurrahman, Osso, Şehmus ve Tâhâ'ydı.
Türko da, bir tür yamak olarak kaülacakü.
27i
42
Hava soğuk mu soğuk. Kar yağmıyor, tipi de yok. Amadonduracu
bir ayaz.
Hergünkü iki büyük, kulplu kazan. Her birini yine ortasına
sokulan sopalarla iki £aki taşıy^ak. Kapı kapı dolaşılacak, yemek ve
ekmek toplanacak. Yemekler kazanlara, ekmekler çuvallara.. Süt,
yoğurt, pekmez gibi şeylerse, yemeklerin döküldüğü kazanlarda yer
alacak. Yani herzamanki gibi, eti, sütü, pilavı, pekmezi, hoşafı,
çorbası, turşusu.., hep aynı kazanlarda toplanacak. Ve bu karışım
caminin "hücre"sine götürüldükten sonra tabağı olanlann tabaklarına,
olmayanların da ekmeklerine konularak paylaştınlacak.
Her zamanki gibi düşüldü yollara. Ellerde eldiven yok. Eller
soğuktan, tutulan yerlere, sopalara yapışıyor. Ayaklarda çarık. Baş ve
kulaklar sarih, ama ağız, burun açıkta. Kar, fakilerin dizlerini aşıyor,
Türko'nun da göğsüne yaklaşıyor. "Vay babo"!
Bata - çıka ve kârlar yarıla yarıla, kimi kesimde birbirinden
epeyce uzak evlerin yolu tutuldu. Köpeklerin yüreklere saldığı
korkularla.. İtler, büzülüp sindikleri yerlerden çıkıveriyorlar birden..
Kimilerinin boyunlarında demir şişler. Aman - zaman vermemekte,
karakışla yansırlar.
İki kcsiış faki de, toplıyacağını topladdctan sonra, "yoksulun da
yoksulu" durumundaki evlere uğrıyacaklar, topladıklarından onlara
biraz verecekler. Kimlerin hangi evlere ugnyacaklan, önceden
kararlaştırılmışı!. Bir kesimine Şehmus ve Tâhâ, bir kesimine de
Abdurrahman ve arkadaşlan ağrıyacaktı.
Tüm evler dolaşılmıştı. E>öne döne.. Ve eller, ayaklar dona dona.
Şehmus ve Tâhâ, işlerini bitirmiş, camiye yönelmişlerdi.
Abdurrahman ve arkadaşlan da işlerini bitirmek üzerelerdi. Yalnız,
ugnyacaklan bir ev kalmıştı. "Yoksulun da yoksulu" olanlardan ve
çaresizlerden. Bu eve uğnyacaklar, "râtib"den vereceklerdi. Bu evde, bir
kadın, bir çocuğu, bir de çok yaşlı kaymbabası vardı. Genç kadının
kocasıysa, askerlikte "vatani gö-eV'ini yapıyordu.
272
"
Alıntı ile Cevapla
  #42  
Alt 30-09-2012, 07:06
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

"Faki"ler bu eve vardılar. Varır varmaz da acı acı yükselen bir
sesle kaışılaşblar.
- Bu bir çığlık.
-Evet,kadının çığlığı.
-Ne olabilir?
-Kimbilir?
- Kapıya vurup girelim mi?
- Öyle yapalım.
Kapıyı çaldılar, sonra da itip açtılar; Bir de ne görsünler: Kadm,
doğum yapıyor. ''Faki"ler hemen geri çıkacak oldular, ama kadının
yardım istediğini görünce çıkmadılar. Kadın doğuracak, ama
doğuramıyor. Yanında yalnızca bir çocuk var. Anası ağlarken o da
ağhyor.
- Halo Abdo nerede?
Abdo dayı, yani kadının kayınbabası olan yaşlı adam, köyde
ebelik işini de yapan yaşh kadınlardan birini getirmeye gitmiş. GideU
de çok olmuş. Kadm, ağhyarak anlatıyor.
- Kurban olayım beni bırakmayın, bana yardım edin, bir ebe
bulup gelirin.
Kadın, ebelik edebilecek olan vc yaşlı adamın getirmeye gittiği
kadının hangi evde olduğunu söylüyor. "Faki"lerden biri hemen gidip
bakmalı, getirmeli. Abdurrahman:
- Ben giderim., diyor ve fırhyor.
Yürüdü Abdurrahman. Üşüyen ayaklannm ve ellerinin sızısına
aldırmadan.. Karlarla boğuşma. Arada bir karlann örttüğü çukurlara
düşüp kalkma. Yöneldiği eve yaklaşmıştı ki, yaşlı adamı karşısında
buldu. Ama yazık ki iş işten geçmiş olarak. Düşüp debelendiği,
çıkmayı başaramadığı çukurda. Yarısına değin karlara gömülü.
Gövdenin kalan, kesimiyse kardan adam. Yamah ceketi ve kuşağı
karlarla kaph. Başının takkesi ve sargısı, çözülüp düştüğü yerde karlar
içinde. Donuk bir yüz. Yardım ister gibi bakarken donup kalmış olan
gözler. Kdları, buzlaştırdığı karlara yapışmış sakal., Çırpmırken
yorgun düştüğü belli olan ve iki,yanda seriU kalan kollar. İz yaptığı
yerde kıvrılmış parmaklar.
273
-HaloAbdo,HaloAbdo!
Abdo dayı gitmiş.
Abdurrahman cenazeyle uğraşarak zaman yitirmenin doğru
olmıyacağım, doğuramıyan kadmı kurtarmak gerektiğini düşünerek
ayrıldı. Ebelik edecek kadının evine vardı. Kadın evdeydi. Durumu
anlauı Abdurrrahman. Ama yaşlı kadın, o karda, kışta dışarı nasıl
çıkacak ve götürülmek istenen eve nasıl gidecekti?
- Gel, sırtıma bin!
Abdurrahman şutladı kadım. Ve düştü yola.
Bu sırada doğum yapamıyan kadının evinde neler oluyordu?
Kadın acılarla bağurıyor, kıvranıyor; yanmdakilerse birşey
yapamıyar. Yalnız Osso, ağlıyan çocukla ilgileniyor, susturmaya
çabalıyor. Türko da bir şeye yaramış olmak için çıkmış ezan okuyor.
Doğum kolay olsun diye. Anası doğururken, babası böyle yapıyordu
çünkü.
Bir süre sonra Abdurrahman sutındaki yaşlı kadıhla yetişti.
Yaşlı kadın hemen kolları sıvadı. "Faki"lere de sobaya ısınması
için su koymalarını söyledi.
- Sonra siz bir yana çekilin, ben AUah'm izniyle doğurturum.
Yaşh kadının anlattığına göre, "çocuk ters çevrilmiş", doğum
onun için güç oluyormuş.
- Dişini biraz daha sık kızım, kurtulacaksın! •
^ Ve doğum gerçekleşti. Ana kurtuldu. Ne var ki, çocuk, birkaç
dakika yaşadı ancak. Yaşlı kadm, genç kadını yatıştırmaya, avutmaya
çahşıyordu:
- Daha çok gençsin. Çok çocuk doğurursun daha. Üzülme, canın
sağ olsun, kocanın canı sağ olsun!
Cenazeyi de getirmek gerekiyordu. Abdurrahman, genç kadına
duyurmadan, yaşlı kadına anlattıktan sonra, Oso'yu alıp çıktı. İki faki
varıp yüklendiler cenazeyi. Ve getirip dışarda, yarısına dek karlara
gömülü kağnının üstüne koydular. Sonra evden bir hasır götürüp
cenazenin üstüne örttüler. Yaşh kadına da -bi yana çekip- anlatülar.
Çıkmak zorundalardı. "Ratip" kazanmdaki karışımdan,bir tasa
koyduktan, biraz da ekmek buaküktan sonra çıkülar. Cenaze için yine
geleceklerini, yaşlı kadına anlattıktan sonra çıkmışlardı evden.
274
"Ratip" kazanı, çuvalla ekmek götürüldü cami "hücre"sine.
Oıadakilere durum anlatddı. Öbür fakilerin götürdükleri dağıulmı^ ve
yramişti. Abdurrahman ve arkadaşlannm götürdükleri de paylaşünldı.
O da yendikten sonra, cenazeye hazırlık başladı. Cenazenin, cami
yanında yıkanması kararlaştırılmıştı. Kimi, mezar kazmaya gönderildi.
Kimi teneşiri alıp cenazeyi getirmekle görevlendirildi. Kimine kazanla
su ısıtma görevi verildi. Kimine de sabun, eldiven, kefen sağlayıp
getirmesi söylendi. Bir yandan da köyün ileri gelenlerine, bu arada
Şeyh Şaban'a ve Molla Nasır'a haber verildi.
Görevlendirilenler, aldıkları işi yerine getirdiler. Mezar kazılmış,
su ısıtılmış, cenaze getirilmiş, sabun, eldiven, kefen gibi şeyler
hazırlanmıştı. Cenaze yıkanıp kefenlendi, teneşire kondu, sonra da
"musalla"ya. Namazı kılındı. Büyük hoca Molla Nasır kıldu-mıştı
namazı. Şeyh Şaban da hazır bulunmuştu. Ve götürülüp gömüldü
Abdo dayı.
Sonra, doğru cenaze evine. Genç kadına durumu anlatmaktan
başka bir yol yoktu. Şeyh Şaban ve Molla Nasır, kadını teselli eden
sözlerle anlatülar. Baş sağlığı dilediler. Herkes birer birer baş sağlığı
diledikten sonra cemaat ayrıldı. Fakiler camiye, köylüler dc evlerine..
Ardından, kadmlar gelip doluşmuştu cenaze evine..
275
43
Safo. Ürkek, sağa sola bakarak atüğı adımlarla girmişti camiye.
Elinde de tiftikli ve yünlü şeyler. Gözlerini Türko'ya dikmişti. Türko
da özlemişti onu. Ne zamandır görüşmemişlerdi.
- Safo, hoşgeldin. Nedir o elindekiler?
- Sana getirdim. Şu tiftiği başına geçireceksin. Boğazına kadar
gelir. Yüzünü çıkaracağın yeri de var. İşte şurası. Başını, kulaklarını
ve boynunu sıcak tutar, soğuktan korur. Anam ördü. Şu eldivenleri
de..
- Allah râzı olsun. Kulaklanm ve ellerim üşüyordu, iyi olacak.
- Anam bize gelmeni istedi.
- Gelirim ama, şimdi dersim var. Bugün nahivden İzhar'ı
bitiriyorum.
-İzharnediT?
- Bir kitap.
- Öyleyse yarm gel.
- Yann da Halo Husso'lara gideceğim, sözverdim.
- Öbürgün gel öyleyse.
- Olur, gelirim.
- Vallaha de.
-Vallaha.
- Tavuk keseriz yersin. Tavuklu pilav yaparız.
- İnşaallah. Allah râzı olsun.
- Bak unutma, gel.
- Gelirim dedim ya, gelirim.
Safo gitti.
Büyük hoca gelmişti. 'Birgün önce verdiği dersi dinledi.
Herzamanki gibi mutluluğu yüzünden okunuyordu. Çok önem verdiği
öğrencisinin, hergünkü gibi dersini eksiksiz başardığını görüyordu.
"Ve'l münâda'l-müfredu'l-muanafu..."
276
Bir haber yayılmıştı o gün: Hammame'nin babası, kızını
Husso'ya vermeye razı olmuş sonunda. Yakında da düğünleri
olacakmış.
Haberi duyar duymaz, Husso'ların evine yöneldi. Zaten
sözvermişti, o gün gidecekti. Hava soğuktu. Ama basma tiftiği,'
ellerine de eldivenleri geçirmişti. Kazağı filan yoktu ve hiçbir zaman
da olmamıştı. Ama, kimin vardı ki? İşlik ve ceket yeterli görülüyordu.
Herkesin gidip geldiği yoldan yürüyüp vardı Husso'lara. Vardı ki, evde
bir kalabalık. Herkeste de bir sevinç. Onu görünce ilgi ve sevgi
gösterdiler, sedirde, altına minder koyup oturttular. Ve hemen tasla
hoşaf getirip koydular önüne.
- Hele şunu bir ye!
Hoşafını yedi. Husso içeri girdi. Türko'yu görünce gidip
ilgilendi, konuşmaya başladı.
- Nasıl, derslerin zor mu? .
- Bana zor gelmiyor. ...
- Seni hep söylüyorlar zaten. Ben fakilerle görüşüyorum, seni
çok övüyorlar."- Türko gibi kimse olamaz." diyorlar. Aferin.
- Hâfız Celal'la görüşüyor musun?
- Sabahları camiye geliyor. Molla Nasır'dan ders alır almaz
gidiyor. O, bir evde kalıyor. Karısını da getirmiş. Oğlu Ahrtıet
söyledi.
- Ben de görüşüp konuşuyorum Hâfız Celal'le.
- Ya! Banştmız mı?
-Kendisi bize geldi, barıştık.
- Şaştım. Demek öyle..
-Nikahımızı da o kıyacak.
- Dadikan'lı Kâmil ağaya da o nikahlamamış mıydı aynı kızı?
- Evet.
Türko bi kez daha şaşıp kalmıştı. Çünkü, Dadikan'lı Kâmil
277
ağanın nikâhı Şeriatçe geçerliyse, aynı kız Husso'ya nasıl
nikâhlanabiliyordu? Kafası bi kez daha allak-bullak olmuştu.
Akşam oluyordu.
- Çok kaldım, artık gideyim. Akşam namazına hazırlanmam
gerek.
- Biraz pilav ye, sonra gidersin.
Pilavı getirdiler. Yağı boldu. Öylesine ki, bulgurun altında
gölleniyordu. O yörede, yağ bulunduğu zaman pilav çok yağlı
pişirilirdi. Ne denli yağh olursa, o denli "makbul" saydırdı.
Herkesle birlikte kaşık salladı pilava. Husso, anası, kardeşi,
konuklar... Koca bir tepsi pilavı bitirdiler. Lavaş ekmekle.
- Halo Husso, düğün ne zaman?
- 20 gün sonra..
Ve Türko çıktı asıl yuvasına gitmek üzere. Abdest, namaz,
dersleri gözden geçirme, yatsı ve "mütâlâa". Sonra da uyku.
Camiyi dolduran fakilerin önlerinden vc arkalarından çıkan sıcak
hava olsa da yeterli bir ısınma olhıadığı için gece üstü açılınca
üşümüştü. Bu yüzden dc "karnı ağrımış"tı. Üstünü giydi, bir kilime
büründü, ibriği de alıp "âbdesthane"ye çıktı. İshal olmuştu. O yüzden
dc tuvaletle epeyce kaldı. Birkaç kez kalkmış, sonra yeniden oturma
gereğini duymuştu. Sonra daha çok üşüyüp hasta olacağını düşünüp
çıktı "abdcsthane"den. Ve gelip hemen yatağa girdi. Ama uyuyanıadı.
Sinmişti yalnızca. O sırada bir yavaş sesle kıpırdama. Bir karalü.
Kapıya doğru gidiyor. Kapı açıldı, kapı aralığından karaltı netleşti:
Seydo. Ya "abdesthane"ye gidiyor, ya da kuUeteynin buzlarını kırıp
yıkanmaya. Aradan geçen bir süre. Kapı açılıyor. Yine Seydo. kapı
kapamyor. Seydo'nun karalüsı. Sobayla ilgileniyor. Kibriti çakıyor,
sobayı yakıyor. Sobanın ön kapağından ateşin aydınlığı vuruyor
Seydo'ya. Seydo titriyor. Belli ki kuUeteynin buzlarını kırmış ve
"gusletmiş". Ya "ihtilâm" olmuştur. "Şeytan atlama" ve "düş azması"
da derler buna. Seydo kimbilir, yatmak isteyip te yalamadığı hangi
278
kadınla, düşünde yatmıştır? Sonra da pıt pıt atma ve boşalma.. Ya da
kendi gibi bir "faki"yle yatmıştu:. "Livata". Çok günâh, "günâh-ı
kebâir"den, yani büyük günâhlardan. Şafii mezhebine göre "zinâ".
Ama "faki" de olsalar, "din ve şeriat" yolunda da bulunsalar, orada
kadmlan olmayan erkeklerdir. O tür günahlar, herkesten "sâdir"
olmakta. Bu yüzden herkes, birbirine göz yummakta. Olağanlaşmış
bir günâh. Ama olağan olmayan ve hiç mi hiç hoşgörülmeyen bir şey
var: "Cünüb" durmak. Yani boy abdesti almadan durup kalmak.
"Gusletmek"'ve "hades-i kübrâ"dan, yani büyük abdestsizlikten
temizlenip annmak gerek. Kış-kıyamet de olsa, dondurucu soğuk da
bulunsa, bu olacak. İşin ucunda ölüm olsa bile. Çünkü "cünüb" olan
kimsenin bulunduğu yere melekler girmez. O durumdayken ölmüş
olsa, "pis pis ölmüş" olur. Ve doğru cehenneme. Öbür günâh içinse
"istiğfar" edilir, yani Tanrı'dah bağışlanma dilenir. Tanrı
"Ğafurur-Rahîm"dir, yani bağışlayıcıdu; bağışlar.
Seydo'nun sobayı yaktığını görünce o da kalkıp sobanın yanma
gitti. Sobanın önündeki taşı aldı, üstüne koydu. Kendisi de ısınmaya
koyuldu. Sonra gidip yatağının yanında bulundurduğu bir çapıtı alıp
geldi. Sobanın üstünde kızmış olan taşı çapıtla tuttu, çapıta sardı.
Sonra da yatağına götürüp kamının üstüne koydu ve yorganı üstüne
çekti. Kamının ağrısı dinmişti.
279
44
o gün Safo'lara gidecekti. Ama dışarda korkunç bir tipi vardı.
Yalnızca soğuğuyla, soluk kesiciliğiyje değil; ıslıklanyla bile insanı,
ürküten bir tipi. Ne ki, gitmek zorundaydı. Sözvermişti Safo'ya. Ne
olursa olsun gitnieliydi. Yoksa Safo'larda güvensizlik yaraürdı. Bu da
hiç iyi olmazdı. Başına tiftiği geçirdi. Eldivenleri de taktı. "Metin"
ezberi ve okumak için iki de k i t^ aldı. Ve çıktı. "Vay babo"! Tipinin
önünde sürükleniyordu. Yürüyor, düşüyor, kalkıp bir daha yalpalayarak
yürüyordu. Çabahya çabalıya vardı. Ve ard arda çaldı kapıyı.
- Vıy bâvemin (babam), gel içeri gir gel! Bu tipide nasd
gelebildin?
- Safo'ya sözvermiştim.
- Safo'nun anasıydı kapıyı açan ve karşılayan.
^ - Yemek pişince bizim herif seni gelip getirecekti. Neyse, gel
. . a l i d i r basma gidelim.
Tandır başı. Alev, tandırın dibinden kollarını yukan doğru atı
atıveriyor. Büyük bir tencere bu kollar arasında. Tencerede tavuk.
Çevresinde hamur teknesi. Yuvarlak ve alçak bir masa biçiminde
genişçe bir "peşhun", bir başka adıyla "ekmek tahtası". Yanmda bir
leğen içinde un. Oklava. Açılmış hamuru pişmesi için tandıra vurmaya
yanyan "rapata" (tahta). Tandır yakılırken çıkıp oda^ı doldurmuş olan
dumanlann kimi bacadan yol bulup gitmiş, kimi çekildiği diplerde,
köşelerde, duvarlarda, odadaküer üzerinde sinmeye çalışmakta. Evin
erkeği, minderin üzerinde keyiflice bağdaş kurup sutmı duvara vermiş.
Kötürüm kız Sabo, babasının yanında yığılı duruyor. Herkesten daha
mutlu Safo önünde peştemal ekmeklik hamurla uğraşan anasına
yardım çabasında. Bi yarelan da tencereyle ilgileniyo-.
- Ana, bulgurunu da koyalım mı?
- Tuzuna bak, sonra da koy bulgurunu.
Daha önce ayıklanmış, hazırlanmış olan bulgur, tavukla kaynıyan
suyun üzerine boşaltılıyor. Tavuklu pilav pişeicek.
Tenceredai çıkan buhar, yaydığı kcAulanyla mutluluk saçıyor.
Kadın, tekneden bir eliyle kopardığı hamur parçalannı iki eliyle
280
topak topak yapıp una buladıktan sonra önceden hazırlanmış yere
diziyor. Yemek pişip kaldu-ılacak, tandırın da alevinin kesilmesi
beklenecek, sonra topaklar tahta üzerinde oklavayla açıhp rapatayla
tandmn kıyılanna vurulacak. Ve çarşaf çarşaf lavaş olacak.
- Ana pilavın suyu çekildi, dibine yanmadan indireyim mi?
- îndir, koy dinlensin. Ardından da ayran yap. Turşu da koy getir.
Hazırlanan sofra. Bulgur pilavına gömülü tavuk. Tavuğun
parçalanıp paylaşünlışı. Pilavın, herkesin kaşık sallıyacağı bir büyük
kaba konulusu. Tandıra ilk vurulan ve çıkarılan lavaşlar. Lavaşlann
sofrada herkesin önüne dizilişi. Sıcak lavaşlardan eller yana yana
koparıp ağızlara götürmeler. Evin erkeğinin soğanı ezmek için
yumruklayışı. Kaşıklarla, bir yandan tepsideki pilava, bir yandan
tasdaki ayrana ve turşuya saldmşlar. Kadm, bir yandan kaşık yarışında
geri kalmamaya çalışırken bir yandan da tandıra vurduğu ekmeklerin
pişip pişmediğine bakıyor, pişenleri çıkarıyor, yerlerine, açılıp
hazırlanmış olan hamurlan yapıştırıyor. Dışarda karakış, tipisiyle
ıslıklannı çala dursun, içerdekiler keyifli. Tandırbaşı keyfi, yemek
keyfi, sıcak lavaş keyfi. Bir de kötürüm kızm kötürümlüğü olmasa,
oradakilerin mutluluğuna diyecek olmıyacak.
Herkesle birlikte o da kamını iyice doyurmuştu. Artık kalkıp bir
yere çekilmesi, getirdiği kitaplara bakması, okuması, ezberlemesi
gerek. En uygun yer de ahır. Ne ki o ailenin ahırij istenen ölçüde sıcak
değildi.
- Artık ben ahıra gidip çalışayım.
- Git, ahır şimdi sıcak. Soğuk gelen yerleri iyice kapatıldı. Her
yan iyice bastmldı. İçindeki mallar da çoğaldı. Şimdi çok sıcak. Haydi
git çalış.
Sevinmişti.
Kitaplarını alıp gitti ahıra. Gerçekten de sıcaktı. Oh, tam istediği
gibi. Üstelik, Hamo'lann ahırından daha aydınlık. Artık hep burada
çalışabilirdi. Ama Safo'nun engel olması vardı. Safo'yu görmek
istemiyor değildi. Ne var ki dersleri ağır basıyordu. Zamanı azdı. Az
bir zaman-içinde bir sürü kitap okuması gerekiyordu. "Nahiv"den,
"fıkıh"tan, "kelâm''dan, "manük"tan.. O, öteki fakiler gibi tek tek
okumuyordu. Hepsinden birden ders alıyordu. Hepsini birlikte
Alıntı ile Cevapla
  #43  
Alt 30-09-2012, 07:07
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

281

götürmekse kolay olmuyordu. Buna da kendini zorunlu görüyordu.
"Basra'lı, Kûfe'li âlimler"den daha büyük âlim olmayı kafasına
koymuş olmanın verdiği bir zorunluluk. "-Herkesi geçeceğim!"
diyordu. İlk hocası Hafız Celal'i, hemen hemen geçmişti. Çok saygı
duyduğu ve beğendiği Molla Nasur'm görüşlerini bile, kimi konuda
beğenmemeye başlamıştı. Çok sert olmasa da, karşı çıkışları bile
oluyordu hocasına.
İşte Safo yine geldi. Duraksamalı adımlarla ve karşısındaki
"faki"yi iirkütmemeye çalışan bir tutumla..
- Sen çahş, ben şöyle bir baktım, gideceğim. Nasıl sıcak mı ahır?
- Çok iyi. Tam istediğim gibi.
- Her zaman gel burada çahş. Elin ahu-larma giüne.
282
45
Safo, kendisini ve ailesini "el" (yabancı) saymıyordu. Ve
karşısındakinin da saymamasını istiyordu. Gerçekten de bi çeşit
yakmlık-akrabalık oluşmuştu aralarında. O da bunu ve bunun verdiği
sıcaklığı duyuyordu zaten. Oradayken, kendini, aile ocağmdaymış gibi
görüyordu. Safo'nun ailesi de onunla çok ilgileniyordu. Kol-kanat
açmışlardı. Acıyorlardı. Ama bundan da çok, hayranlık duyuyorlardı
ona. Bi yandan da Safo'ya ısınduma çabası içinde olduklan seziliyordu.
Büyüyünce Safo'yla evlenmesi sağlanabilir miydi? Olabilsin,
olamasın, bunu istiyorlardı. Ve bunun, temellerini atmaya
çabalıyorlardı.
Safo, dikilmiş duruyordu. Onun gözleriyse kitapta. Kafasındaysa
ezberler.
"Mantık"tan okuduğu kitabm başlanndaydı daha.
"El ilmu imma tasavvurun fakat... İlim, ya, yalnızca
'tasavvur'dur..."
Peki "tasavvur" nediı?
Tanımı yapılıyordu kitapta:
"Ve huve husulü sûreti'ş-şey'i fi'l-akU". Yani: "Tasavvur, bir
şeyin 'sûret'inin (biçiminin), akılda oluşmasıdu"".
"İlim", ya yalnızca böyle bir oluşmaya denir. Ya da bu
oluşmasıyla birlikte gerçekleşen "hüküm"dür. "Tasdik" denir buna da.
Bu da şöyle tanımlanıyordu:
"İsnâdu emrin"... olumlu ya da olumsuz yönde, bir şeye bir başka
şeye dayayıp yüklemek".
Örneğin "insan"ı, herhangi bir yargıya bağlamadan ve bir nitelik
vermeden düşünüp kafada "betimlemek", bir "tasavvur"dur ve bir
"ilim" (bilgi) oluşumudur. "İnsan"ın ne olduğuna, ya da ne olmadığına
"hükmetmek"se, "ilm"in "tasdik" kesimidir. Burada birşeyin, bir başka
şeye dayandmlıp yüklenmesi vardır. Örneğin, "el insanu hayvânun
nâtıkun", yani "insan; konuşan (buradaki konuşma, düşünme-kavrama
anlamındadır) bir hayvandır" dendiğinde, "konuşan hayvan olma"
niteliği, "insan"a yüklenmiştir. "El insanu leyse bi camidin", yani
283
"insan, donmuş (cansız) değildir" dendiğinde de "donmuş olmama"
yüklenmiştir insana. Biri olumlu yönde, öbürü de olumsuz yönde bir
"tasdik"tir.
Bunlarsa "fikir" denen düşünmeyle oluşur. "Fikir''se şöyle
tanımlan»: "Tertibu umûrin mâlûmâtin li't-teeddi ilâ mechûlin", yani
"bilinmeyen bir sonuca ulaşmak için bilinen şeyleri -bir basamak
oluşturacak biçimde- düzenleyip kullanmakür". Buysa herzaman doğm
olmayabilir. Yani, bilinmeyeni elde etmek için girişilen düzenleme ve
bilinenleri kullanma, her zaman, doğru sonuca götürmeyebilir. Öyle
olmasaydı, "akıllı insanlar arasında tartışma olmaz"dı ve hepsi aynı
görüşte birleşirlerdi. Dahası: Bir insanın, kimi zamanki görüşü, kimi
zamanki görüşüne uymamakta. Öyleyse, doğm düşünmek için bir yasa
(kanun) gerekli. îşte bu yasa, "mantık"tır. "Doğru düşünme"nin
yasasıdu-manük. Bir "düşünme sanaüdu"". .
"Mantık" da tammlanıyordu:
"Aletün kânuniyyetün'... öyle bir yasa biçimindeki araçtır ki, bu
aracı kullananlar, zihni, düşüncedeki yanhştan korurlar".
* * *
Safo, gitmemişti daha. Onun mınldanmalarmii ses çıkarmadan
dinUyordu. Bir noktadan bir başka noktaya gidiş-gelişlerini, arada
kitabı açıp baktıktan sonra yeniden ezberlerine kendini verip dalışlannı
da izliyordu gözünü ayırmadan. Gidip konuşmak istiyordu, ama "ya
ürküUip bir daha kaçırırsam!" diye çekiniyordu. Ama dayanamadı
sonunda: '
- Sen hiç yorulmaz mısın?
Derin, çok derin bir uykudan uyanmış, daha doğrusu
uyandırılmışçasma başını kaldırdı.
- Bir şey mi dedin?
- "Sen yorabnaz mısm hiç?" dedim.
- Daha yorahnadım.
- Durmadan okuyorsun, gidip geliyorsun; ne zamandır öyle.
Yomimuşsundur, istersen biraz dinlen, yine çalışırsm.
284
- Safo, sen yine engel olacaksm derslerime.
- Yok yok sen çahş, ben gidiyorum işte.
Safo gitti. O da bu kez, kitap değiştirdi. "Nahiv"den yeni
başladığı bir kitap: "Elfıyye". "Binlik" demek. "Bin beyt"i içine aldığı
için bu ad verilmiş. Bu kitabı okumak, o yaştaki bir çocuk için hiç
kimsenin düşünemeyeceği bir olaydı. Ama hocası daha önce
okuduklarına bakarak onu da okuyabileceğini düşündüğü için bu
kitaptan ders vermişti. Ona da bu ders kolay gelmiyordu. Ama kitabı,
"şerh"leriyle, yani bu kitap için yapılmış açıklamaları izleyince az-çok
anlıyordu. Şiir biçiminde olduğu için d'e, ezberlenmesi hoşuna
gidiyordu.
"Kelâmuna lafzun müfidun ke's-istekim + İsmun ve fi'lun
sümme harfuni'l-kelim"
Şu anlatdıyordu bu iki dizede:
"Kelâm", yani cümle, "başlı başına bir anlamı olan bir söz"dür.
Örnek: "lİstakim!", yani, "doğru ol!". Bu, bir "kelâm"dır.
"Kelime"lerden oluşur. "Kelime"yse üç türdür: "İsim", "fiil" ve "harf.
285
46
Tipi, tavandaki iki pencereyi dövüyordu sürekli. Biri, ahınn bir
ucunda, öbürü de öbür ucunda. Hayvanlar, dışardaki karakışın
tipisinden, soğuğundan habersiz. Kimi yatmış, tatlı tatlı geviş
getiriyor. Kimi ayakta, başını uzatmış, yemlikteki otunu, samanını
yiyor. Karşıda yan yana iki inek. Biri yatmış; yutmuş olduğu yiyeceği
midesinden ağzına dek çıkanyor, yeniden çiğniyor, yutuyor, bir daha
çıkarıp çiğniyor. Öbürüyse ayakta. Başı yemliğe uzalı. Bacakları
arasında da danası. I>ana, iki meme ucundan birini bırakıp öbürüne
yapışıyor. Çekiştiriyor sürekli. Süt gelsin diye de kafasıyla vuruyor.
Anasıysa, bu vuruşlardan rahatsız olmak yerine mutlu mutlu duruyor.
Arada bir başını çevirip yavrusuna bakıyor. Sevgiyle.. Öbür uçta, bir
manda, iki öküz, bir tosun ve bir "düğe". Son ikisi ayakta, öbürieriyse
yatmışlar. Ayaktakilerin işeyip sıçtıkları, ayaklarının altına
dökülürken, yatanlarınki kıçlannm önünde yığılı. Hepsinin de
"çalgı"yla süpürülüp "mazgar'a yığılması gerekiyor. Ya Safo, ya
anası, ya da babası yapacak bu işi. "Ben de yapamaz mıyım?".
Elindeki kitabı, yemlikte uygun bulduğu yere, öbür kitabın yanına
koydu; "çalgı"yı eline aldı. Ve boku-sidiği süpürmeye başladı. Beli ve
bacakları büküle büküle biraz süpürdü. "Çalgı"yı taşımaya ve
kullanmaya gücü zor yetiyordu. Eline çalgıdan küçük bir kıymık batar
gibi oldu. Eline baktı. Avucunun içi kabarmıştı. Terlemişii kendisi de.
İşi bitirebileceğini aklı kesmediği için bıraktı. O sırada yine Safo
gelmişti.
- Ne yapün, ahırı süpürmeye mi kalktın?
- Avuçlanmm içi kabardı, bu-aktım.
- Sana kim dedi ahin süpür! Senin işin mi o?!
Akşam oluyordu, kitaplan alıp birlikte çıktılar ahırdan. Ahırın
bitişiğindeki odaya. Orada soba yanıyordu. Arada da kapı yoktu. Ahu-ın
sıcağından da yararlanılıyordu. Soba yandığında da ahıra sıcak
gidiyordu. Karşdıklı alış-veriş. Genişçe bir oda. Ve bu oda da
yatılıyordu. '
Akşam olduğu için gitmek istediğini söyledi.
286
- Dışanda çok tipi var, nasıl gideceksin?
- Halo Salih (Salih dayı, yani Safo'nun babası) beni götürür.
Evin erkeği götürebilirdi gerçekten de. Ama yine de güçlük
çekerdi. Çünkü tipi çok şiddetlenmişti. Kapıyı aralayıp baktılar, dışarı
da çıkılacak durum yok.
- Bu gece burada kal.
-!!!
Abdest alacağını söyledi. Safo leğen ve ibriği getirdi, su döküp
abdest aldu-dı. Kurulanması için de çapıt verdi.
İyice karanlık olduğu için lamba yakılmıştı. "Terek"te, camlı vc
aynalı bir lamba.
Geçip akşam namazını kıldı. Sonra kitabını aldı, lambanın
yakınında, gözlerini kitaba dikü. Dalıp giui saurlar arasında.
Yemek hazırlanmıştı. Sofraya çağnidı. Tavuk suyundan bulgur
çorbası. Herkesle birlikte kaşıklayıp kamım doyurdu. Yeniden kitabına
döndü. Yatsı namazına değin okudu. Herkes konuşurken o hiç
ilgilenmiyor, okuyor ve okuyordu. Yatsı namazı olmuştu. Abdesti
bozulmadan kalkıp yatsı namazını kıldı. Biraz daha çalıştıktan sonra
uykusu gelmişti. Yoğurt ekmek getirdiler. Yine herkesle birlikte yedi.
Yoğurt-ekmekten sonra uyku iyice bastırmıştı. Evdekilcrin hepsi
farkında olmuştu. Yüklükten yataklar getirilip serildi. Tümü, aynı
odada yatacak. Öbür odalar çok soğuk. Tandırbaşı bile yaülacak gibi
olmaktan çıkmış bir kaç saat içinde, öna da bir yatak serdiler. Safo'yla
kızkardeşi bir yatakta. Babalan ve anaları bir yatakta. Üçüncü yatakta
da o yatacak. Yaklaşık ikişer metre arayla..
- Yalağın hazır, gel yat, biz de yatacağız.
Kalkıp, çekine çekine soyundu. Ve hemen yatağa girdi. Öbürleri
de yataklarına girdikten sonra lâmbanın ışığı içine çekildi. Gece kalkıp
hayvanlara, özellikle de doğurması beUenen ineğe bakılacağı için tam
söndürülmemişti.
Gece yarısı. Fısır fısu- bir konuşma. Kan-koca arasında. Koca bir
şey istiyor, kan "olmaz" diyor. Koca direniyor, kadm direniyor.
- Çocukları uyandıracaksın. Elin çocuğu da var, çok ayıp olur.
- Sen de direnme artdc.
287
Kıpırkıpır. Fısır fısır. Sonunda adam isteğini kabul ettiriyor.
Kadm teslim oluyor. ,
V - Haydi sesini çıkarmadan, ne yapacaksan yap.
Lambanın içine çekilmiş fersiz ışığından karaltılar
seçilebiliyordu. Adamın belden aşağısı çıplak, istek gözlerini
bürümüş, çevresine bakmıyor. Kadına salduımş, bacaklanm kaldırmış.
Entarisini (onunla yatmıştı çünkü) yukarıya doğru sıyırıyor. "Hamle"!
Ard arda yüklenişler, Bi yandan da memelerin emilişi. "Babam anamı
şey yaparken, memelerini emdiğini gördüm. Yorganın alünda uyur
/gibi yapıyor, arasından görüyordum..." dememiş miydi Safo? Hızlanan
soluklar, inlemeler, "ah", "oh" anlamında çıkan sesler. Ve işin
bitirilişi. Yayılmalar..
Ve uyanıp yorgan alündan izleyen çocuklan, Safo'yu, "Türko"yu
alt üst eden duygular., ikisi de uyuyamadı arük. Ama uyur gibi
görünüyorlardı.
Bir süre sonra kadm yatağından fırlayıp ahıra gitti. Sonra
coşkuyla geri geldi.
-İnek doğuruyor..!
Adam da uyandı. Uzun donunu giyip doğru ahua. Ardından Safo
ve "Türko"..
Dananın yansı, ineğin orasından çıkmış, gözüküyor. îneksc iyice
çıkarmak için zorluyor kendini. Adam çekip çıkarıyor. Pırt diye
çıkıyor dana. Sıvılar boşanıyor. Birşeylerle birlikte.. Dana kaygan
kaygan kıpırdıyor. İnek ayağa kalkıyor. Danaya dönüyor ve başlıyor
yalamaya. Daha çok yalasmdjye tuz getirip döküyorlar danaya. İneğin
yavrusunu okşarcasma yalayışları sürüp gidiyor. Dana, biraz da
oradakilerin yardımıyla kalkmaya çalışıyor, başarıyor. Ve hemen
anasının memesinde.. Memeyi tutturuyorlar danayla.. Sabaha daha var^
Uyuyan uyuyor.. ,
* * *
Sabah namazına uyanamamışu. Kaldıran da olmamıştı. Zaran
yok. "Kuşlıdc namazı" kılmabilir.
288
Karakış tipisine ara vermiş. Çocuklar, dökülmüş oynaşıyorlar.
Koşanlar, düşenler, yuvarlanmalar, birbirine kar topu vuranlar, karlan
savuranlar, Kürtçe konuşmalar, bağırmalar, çığırmalar, kavgalar,
sövgüler, ağlamalar..
Aralarından geçip yürüdü.
Bir genç "kaçe" elinde kovasıyla kulleteyne yürüyor. Bir it
arkadan izliyor. Ve 7-8 kaz.gövdelerini tartarak, bir öne, bir arkaya,
bir sağa, bir sola eğerek paytak paytak yürümekte. "Kaçe",
kulleteynde. Kıyısından buzlarını kırıyor. "Fırtık" ve balgamlarla,
çer-çöple birlikte donmuş olan yüzeyden çıkardığı parçalann büyükçe
olanlarını alıp bir yana koyuyor ve kovasını daldırıyor. Alıp yürüyor
evine. Buzlan kırılan kıyıya, köpek yanaşıyor. "Lâk lâk lâk" su
içiyor. Suyunu içti çekiliyor. Ardutdan kazlar. Aynı yerden onlar da
birer ikişer ve itişerek su içiyorlar. Her içişte ağızlannı yukarı
kaldırarak ve çenelerini birbirine vurarak.. Kazlar da içti'suyunu.
Çekiliyorlar. Kulleteyn. İnsanının da, hayvanının da en başta
başvurduğu, günde kimbilir kaç kez can atüğı yer. Yıkanmak için, su
doldurmak için, içniek için.. Yaz ve kış. Kışın zorluğu, buz tutuyor
olmasında. -
289
47
Caminin içinde hava gergin. Fakilerden kiminin yüzünde
yarâ-bere. Anlatıyorlar: Osso'yla Şehmus kavga etmiş. Sobaya
yakacak doldurma ve yakma sırası yüzünden. O, "-sira senin!" demiş,
öbürü: "-senin!" ctemiş ve başlamışlar kavgaya, önce sövüşme, sonra
vuruşma. Biri sobanın demiriyle girişmiş. Öbürü "râtib" sopasını
kullanmış. Birbirini adamakıllı hırpalamışlar. Eğer büyük hoca Molla
Nasu- gelmemiş olsaymış, birbirlerini öldürcbiliriermiş. Çünkü öbür
fakiler ayıramıyömuş onları. Büyük hoca gelip te:
- Ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi, ayıp değil mi? Haydi bırakın!
deyince kcsivermişler kavgayı. Sonra hoca, hemen barışmalarını
söylemiş. Barışmışlar. Ama yine de birbirlerine karşı kinliler.
Durumlarından belli çünkü.
* * *
Abdurrahman hazırlanmış, köyüne gidecekti. Bunun için bir hafta
izin almıştı hocadan. Köyü, Tutak'tan da ötede. Tutak'm Hamur
bucağına bağlı bir köy. Bu kışta-kıyamette yola çıkmanın doğru
olmıy^ağıra, bir delilik olacağmı herkes söylüyor, ama Abdurrahman
kafasına koymuş, gidecek.
Abdurrahman çok iyi bir dostuydu. Onun gitmekte kararlı
olmasına üzülüymlu. Vazgeçiremez miydi acaba?
- Biraz beklesai de sonra gitsen olmaz mı?
- Olmaz.
-NedoT?
- Biraz daha beklersem. Cemile elden gideceğe. O giderse ben
ölürüm.
- Cemile naeye gidiyormuş?
- kocaya veriyoriarmı^.
-Kim söyledi?
- H e r i n i aldım. "Doktt»" (baytar), bizim köye yakın yerden.
290
Geçende Şeyh Şaban'lara gelnüşti, haberi o getirdi.
- Belki yalandır.
- Yalan değildir, ben de birşeyler biliyordum zaten. Onu o kadar
istedim bana vermediler. Oysa Cemile beni seviyor.
- Bu kışta gidersen yolda perişan olursun. Şimdi yola gitmek çok
tehlikeli.
- Allah'ın izniyle birşey olmaz.
-Ne olur gitme.
- Ölsem bile gideceğim.
• -.!!! ' ' ' ' - "
Abdurrahman hiç .söz dinlemiyordu. Cemile'si çekiyordu onu.
"Gırç", yani karların üzerindeki sertlik gevşemeden yola çıkmalıydı.
"Gırç''ların üzerinde yürünebiliyordu. Dizlerine kadar varan nak'ışlı yün
çorapları çarıklarla giymişti. Bir de çoban keçesi ayarlamıştı. Giymiş,
başhğını başına geçirmişti. Oldukça sıkı giyinmiş sayılabilirdi. Ama
bunca sıkı giyinme, oranın karakışı, soğuğu, kan, tipisi karşısında ne
ölçüde yeterii olabilirdi?
Çıktı yola.
- Haydi güle güle. Allah yardım etsin!
Ve gitti AbtIurrdhman.
* * *
- Meleklerin erkeklikleri vc dişilikleri yoktur. Günâh da
işlemezler.
Tam bu noktada "Türko"nun bir sorusu vardı:
- Hocam,"Hârül-Mârût" niye günah işlemiş. Bakara Suresinde
(ayet: 102), bu iki meleğin Babil'de "büyü öğrettikleri" açıklanıyor.
"Büyü"yse "haram"dır. Sonra "tefsir"lerde bunların, "Zühre" adında bir
kadına âşık oldukları, cezalanduildıklan, Babil'de bir kuyuda baş aşağı
asıldıkları anlatılıyor. Erkeklikleri olmasa bir kadına nasıl âşık
olurlar? •
- Hârût ve Mârüt'un "melek"mi, "melik"mi oldukları konusunda
291
"
Alıntı ile Cevapla
  #44  
Alt 30-09-2012, 07:12
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

"ihtilaf' (tartışma) var.
- Ama hocam, ayette "melek" oldukları belirtiliyor.
- Kimileri ayetteki "melekeyn"i (iki melek), "melikeyn" (iki
melik) diye okuyor.
- Ama hepimiz "melekeyn" okuyoruz.
- Öyle ama, öyle de olsa, Hârût-Mârût, melekler içinde
"müstesna" (kuraldışı).
"Türko", verilen karşılıktan pek doymamıştı, ama sustu.
"Müzâkere" sürdü:
- Cinierinse erkeklikleri de, dişilikleri de vardır. İnsanlar gibi.
Kimileri "nvüslüman", kimileri "kâfir"dir. Müslümanları da
"mezhep"lere ayrılmışlardır. Bunlar, "Cin Şuresi"nde anlatılıyor.
Cinlerden kimileri gelip peyganıberden Kur'an dinlemişler ve.
müslüman olmuşiardm
Bir soru daha sordu "Türko".
- Hocam, cinler, peygamb^imiz zamanına, kadar hiç yok muydu?
-Vardı.
- O zamana kadar bütün cinler, hep "kâfir" mi kalmışlar?
- Allah bilir. Ama Allah, onlardan da peygamber göndermiştir.
Peygamberlerine inanıp müslüman olanlan da olmuştur.
- Ama sen, onların müslümanlarımn, peygamberimiz zamanında
müslüman olduğunu söylemedin mi hocam?
- Ben hepsini demedim.
Melekler ve cinler üstüne, hocanın yürüttüğü müzâkere, tüm
"faki"lerin hiç eksilmeyen ilgileri ve katılımlarıyla s ü r u y o r d u .
"Melek"lerle "cin"lerin "gök"te nasıl sâvaşüklan, cinler, gokte verilen
kararları, "En Yüceler Kurulu" demek olan "el Melikul A-la'da
görüşülenleri, "Levh-i Mahfuz"daki bilgileri ve T|
"vahiy"ler4 "çalıp" almasınlar diye meleklerin j
göklere "hırsızlık" için çıkan cinleri "ateş saçan ı
kovdukları, öyleyken, cinlerin "kulak hırsızl|
başardıkları ve nasıl "vahiy" çalıp büyücülere, "li
ayrıca, cin^insan ilişkileri, cinlerle insanl.arı|
evliliklerin sonuçları konusundaki şeriat hükür
292
türedikleri, bir cinin kendikendisiyle de cinsel ilişki kurabileceği, bir
bacağında erkeklik, öbür bacağında dişilik organı" bulunduğu,
üremelerini daha çok böyle gerçekleştirdikleri, yine de insanlarla cinsel
ilişkilerinin az olmadığı, bu ilişkilerinin de önemli sonuçları
bulunduğu, ne yiyip ne içtikleri, kemiklerle ve soğan kabuklanyla
nasd beslendikleri, melekler gibi nasıl kılıktan kılığa girdikleri,
cinlerle şeytanlar arasındaki farklar, kimi cinleri ve şeytanları
Süleyman peygamberin işçi olarak aldığı, onlara yüksek yüksek
yapdar, heykeller ve ev eşyası yaptırdığı, kimileriniyse asker olarakordusuna
aldığı, Süleyman peygamberin ordusunun insanlar, cinler ve
kuşlardan oluştuğu, sonra melek-insan ilişkileri, meleklerin insanlarla
cinsel ilişki kuramayacakları, meleklerin inanan kimselere yardım
ettikleri, bu insanların günâhlarının bağışlanması için Tanrı'ya duada
bulundukları ve daha başka, konular üzerinde duruldu. Vakit çok
geçmemiş olsaydı, müzâkere daha da sürecekti. Ama öğle namazı
olmuştu. Cemaatten namaza tek tük gelenler olmuştu bile. Onun için
hoca müzakereyi kapattı. Ama "Türko" bir soru sormuştu yine de:
- Hocam, meleklere, cinlere inanmamanın hükmü nedir?
İnanmayan kimse kâfir olur mu?
- Tabii kâfir olur. Meleklere imân, "imânın şartlan"ndandır.
Cinlere inanmak da, ayet ve hadislerde açıkça yer'aldığı için farzdır.
- İnsanın ya biraz kuşkusu olursa? O zaman da kâfir olur mu?
- Olur, Bu konularda "şüphe" caiz değildir.
Türko'nün çok canı sıkıldı. Çünkü anlatılanlara inanıyorsa da,
içinde biraz "şüphe" beliriyordu. "Tevbc estağfirullah tevbe, ya Rabbi
sen günâhımı bağışla.. Şüphe kendiliğinden doğuyor. Elimde değü
ki:..." • • •
293
48
294
Bir cenaze vardı yine. Aman vermeyen bir ayaz. Öyleyken cemaat
toplanıyor. Üstelik, epeyce kalabalık olacağa benziyor. Her cenaze için
gelmeyen .Şeyh Şaban, Molla Nasır, Molla Zeki ve öteki köy ileri
gelenleri de gelmişler. Öğrencileriyle birlikte Hâfız Celal de vardı.
Sarık cübbe giymiş. Anlaşılan, cenaze namazım o kıldıracak. Hâfız
olduğu ve iyi Kur'an okuduğu için büyük hoca, namaz kıldırma
görevini ona vermiştir. Cenaze namazında Kur'an okumaya gerek yok,
ama sonrası var. İmamlık eden, mezarda da Kur'an okur genellikle.
"Telkin" (talkın) öncesinde.
Köyde doğan çok olduğu gibi, ölen de çok olur. Hele kışın..
Yaprak dökülür gibi dökülür köylüler. Çocuklar, gençler, yaşlılar.
Kimi, üşütür; hastalanıp ölür. Kimi doğarken, ya da doğururken, ya da
doğumdan sonra kan yitirirken ölür. Kimi bir "kaza"ya uğrayarak ölür.
Kimi kavgada ölür. Kimi de yolda-beldc kalarak, donarak ölür. Kış
boyunca böyleleri çok görülür, duyulur. Haberler yayılır: "Falanca
yolda gelirken ya da giderken yolunu şaşırmış tipide, boğularak ölmüş.
Donarak ölmüş." diye. Ayrıca bir dereyi ya da ırmağı buzun üstünde
geçerken buzun kırılmasıyla düşüp boğulanlar, kariaria örtülü bir
uçuruma, bir çukura yuvarlanarak ya da bir yerde saplanıp kalarak
ölenler.. Hemen her gün duyulur ölüm olayları. Ölen ölür, kalan kalır.
Ölenlerin yakınları yanar; o kadar. Kimin neden üzüldüğü çoğu kez
bilinmez. "Ecel"e bağlanır. Yörenin Türkleri arasında yaygın bir söz
var: "Ecel geldi cihâna, baş ağrısı bahane". Yani ölüm için gösterilen
nedenler birer uydurmadır. Asıl neden: "Ecel". Ecel geldi mi nc yapsan
yararsız. "Ecele çâre bulunmaz". Kimin ne zaman, nerede vc nasıl
öleceği alnında yazılı. Tann eliyle kazılı alınlarda. Gözükmese bile.
Değişmez ve şaşmaz. Böyle inandırılmışlardır hep. Herşeyin asıl
nedeni "ecel" olunca da, doktora, ilaca gerek yok. "Gerek var" dense dc
nerede bulunur? "Şeher"lerde, ağalarda, beylerde olur bunlar. Köylere de
gelir doktor. Kartallı köyüne de. Hayvanı olanların hayvanlarına
bakmak için. Arasıra insanlara da baktığı olur. Olur ama, kışın da her
zaman olmaz ki.. Geldiğinde de her eve bakmaz. Adamcağız herkese
nasıl baksın? Hayvanlara mı, insanlara mı?!
Kışm, ölüm iyi karşılanmaz. Kadınlar için çok sıkıntılı olur.

294
çünkü. Mezar kazma vardır, "tekfin ve teçhiz" için "kefen" bulma
vardır, cenazeyi yıkama, teneşirde önce "musalla"ya, sonra gömmek
için mezara taşıma vardır. Daha bir sürü hizmeti vardu ölünün. Ortada
bırakdması düşünülemiyeceği için ölüyü kaldırmak zorunlu. Ne
demişler: "Ölüyü örte korlar, deliğe dürte korlar". Deliğe "dürte"ne dek
te, dinsel ve geleneksel "hizmet"lerin, ağanın beyinki ayrı, ayak
takımınmki ayrı biçimlerde de olsa tamamlanması gerekir. Bunlar da
kış ortasında, karda-tipide, elin ayağın donduğu, solukların buzlaştığı
sıralarda kolay mı? Yine de hizmetler görülür kuşkusuz. Ne ki
isteyerek mi? Her zaman isleyerek olmadığından, "ecel" gelecekse,
kışın gelmemesi için Tanrı'ya dua edenler olur. Ama "ecel" bu, aman
zaman tanu mı?
Her cenaze içİn cemaat pek kalabalık olmaz. Cemaatin
kalabalıklığı, ölenin durumuna göre değişir. İlerigelenlerinkiyle,
sıradan kişilerinki bir olmaz. En yüksek katlakilerin cemaatiyle, en alt
kesimlerin cemaati hiç bir olmaz. "Dünya öyle kurulmuş".
Avzâro Cino'nun cenazesine gelen cemaat de şuadan olmayanlara
özgüydü. İçlerinden, "gebereceksen başka zaman geberseydin, şimdi
şuası mıydı?" deyip için için söylenenler olsa bile..
Gelin görün ki, "faki"ler seviniyordu. Neden ki "ıskat" diye bir
şey olacaktı. Avzâro Cino'yu günahlarından temizleme, "borç"larından
arındırma karşılığında birşeyler alacaklardı. Çünkü "sırtı kalın"dı
Cino'nun.
"Tekfin ve iechiz"den sonra cenaze namazı kılındı. Sonra da
mezara götürülüp "defn" olayı bitirilip dönüldü.
Artık sırada "ıskat" vtudı.
. Onun için hazırlık. "Iskat arabası"na konulacak olanlar
konulacak, sonra fakiler, karşıdan karşıya birbirlerine itecekler dört
tekerlekli el arabasını. "-Aldın kabul ettin mi? Aldım kabul ettim!"lere
girişilecek.
Arabaya genellikle tahıl konur. Aslında değeri olan her şey
konabilir. Acaba kışın büyük değeri olan tezek de konsa olur mu?
- Olur.
- Olmaz.
. - Neden olmasın? Tezek de değerii bir nesne. Hele bu kışta..
- Tezek boktur, bokunsa ıskat arabasında yeri olamaz.
295
-
Alıntı ile Cevapla
  #45  
Alt 30-09-2012, 07:14
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

-Olur.
-Olamaz.
"Olamaz" diyenlerin gözlerinde, "tezekli ıskat" yoluna gidilirse
meydana gelecek şöyle bir durum canlanmaktaydı:
- "Avzaro Cino'nun ku:k yıllık namaz borcu için, araba üzerinde
bulunan bu tezekleri alıp kabul ettiniz mi?"
- "Alıp kabul ettik, geri size hibe (armağan) ediyoruz."
- "Avzaro Cino'nun farz oruç borçlan için bu tezekleri alıp kabul
ettiniz mi?"
- "Alıp kabul etdk..."'%
- "Avzaro Cino'nun bütün hukukullah'ı (kul hakları) için bu
tezekleri kabul ettiniz mi?"
- "Alıp kabul ettik..:" ^
"Tezek" karşılığında Tann'nm bağışlamasını istemek. "-Olmaz
öyle şey." deyip kiarşı çıkanlar, buna karşı çıkıyorlardı işte.
- Kuru da olsa, tezeğin aslı hayvan pisliğidir, boktur., diyorlardı.
Bunakarşdik, "tezek"lede "ıskat" olabileceğini savunanların da
söyledikleri vardı:
- Tezeği de Tamı yaratmıştır. Dile gelse, "beni niye küçük
görüyorsunuz? benim ne günâhım var?" diye sorardı. Üstelik kışın
tezek olmasa herkes soğuktan ölür. Karakışta, zemhiride insanların
kurtarıcısıdır tezek. Onun için de çok değerlidir. Değerii olan her şey
gibi, "ıskarta bir "bedel" olarak yer alabilir...
"Olmaz, olamaz!" diye direnenler, tezeğin tezekliğini
düşünüycfflardı hep.
'- Tezek, yani kurumuş bok, hâşâ Tann kaunda nasıl değerli
olabilir? diyorlar da başka birşey demiyorlardı.
Çok alevlenmişti tartışma. Sphunda büyük hoca Molla Nasır
kesip attı. .
- Iskat, tezekle olmıyacak!
Ve büyük hocanın dediğine uyuldu, çok zorlukla da olsa,^ tahıl
getirildi, her zamanki gibi tahılla "ıskat" yapıldı.

Isınm sıfinn alünda kimbilir kaç d^ece olduğu, kann göbeklere
296
tirmandığı, tipinin önüne çıkanı sürüklediği ve soluğunu kestiği
günlerde, ev ev dolaşıp kulplu kazanlarfa yemek, çuvallarla ekmek
toplamak çok zor bir işti. O yüzden bu iş için sırası gelen fakiler
zorlanıyorlar, söylenerek çıkıyorlardı. Ne ki başka da yolu yoktu. Kış
el-ayak kesse de* soluk kesse de, dahası ölüme götürse de, bu işin
yapılması şarttı. Yoksa aç kalacaktı herkes. Açlıksa bi çeşit ölümdü.
Kimi zaman ölümden de beterdi. Ev ev dolaşılmasın da ne olsun?
Her gün, sabahın abdest suyunu," ne yapar eder akşamdan
hazırlardı. Ama o sabah hazır değildi su. Akşamdan hazırlayamamıştı.
Şimdi ne yapacak? Dışarıda tipi korkunç. Dışarı çıkılacak gibi değil.
Herkes kulleteyne kadar zor çıkıp abdest alabiliyor. Kınlan buzların
alundan. Abdestini alan da yan donmuş olarak koşuyor camiye. O da
herkes gibi, dişini sıkıp çıkmaya çalışsa ve kuUeteynden abdest alsa
-gerçekte başka nice ilkel boş inançlann "kaynağı olan Hanefi
mezhebinden olduğu içiri^ caiz olmıyacak. Köyün ötesinde olan
çeşmeye kadar giönesiyse olanaksız. Öyleyse ne yapmalı?
Düşündü, hiçbir çözüm yolu bulamadı. "Tann'm, abdesti böyle
zamanlarda farz kılmasaydın olrna^ mıydı sanki?" Abdestsiz namaz
kılmaya karar verdi. "Teyemmüm" olamaz mıydı? Orada olamazdı.
Çünkü, çok zor da olsa su sağlama olanaği vardı. Ama abdestsiz
namaz kıldığını kimse bilmemeli^^di. "Yoksa ne derler?" Dışandan
biraz kar aldı, ibriğin içine tıktıktan sonra ibriği sobaya koydu. Biraz
su oluşmuştu. Onunla -kimseye sezdirmemeye dikkat ederek^ ellerini,
kollarını ve yüzünü ıslatü. Ayaklar kalmışu tabii. Öyle düşündüğü
için de içi rahattı. Tann'ysa bağışlardı. "İsterse bağışlamasın, ne
yapim?" Elini-yüzünü mendiliyle kurularken herkese abdest almış
havasını vermişti. Ve namaza başlanacaktı. Tam o sırada%eydo ona
yanaşu. -
- Türko kurban, ayaklarm kaldı, unuttun!
Çok utanmıştı. Ama iyi ki Seydo "-unuttun!" demişti,
.Herkes namaza dururl^n, 6 gitti, biraz daha kar alıp eritti
Ayaklainnı ıslatacak kadar. Ve ıslatü. Sonra da namaza durdu..
297
49
Abdurrahman gideli bir haftadan çok olmuştu. Ne bir haftası, 15
günü bulmuştu. Oysa onun izni bir haftalıktı. "Peki niye gelmedi?"
Kendisi yerine "kara haber"! geldi Abdurrahman'ın:
- Abdurrahman Murat ırmağını buz üstünde geçerken buz
kırıirnış, o da düşüp boğulmuş. .
Haberi getirenler, gelişmeleri de anlattı:
Abdurrahman gider, bakar ki, kız için başkasına "sözkesilmiş".
Kızı.alacak olan, kızın babasına çokça mal, davar vermiş. Çaresiz
kalan oğlan, "-Cemile'm elden gitti.." diyerek deliye döner. Gidip
alacak olanı vurmaya karar verir. Adamın peşine düşer. O sırada bunun
farkında olanlar olur. Olayı, işlenebilecek bir cinayeti önlemek istericr.
Ve bulup akıl verirler Abdurrahman'a:
- Bak, elini kana bulama. Cemile'yi elde etmenin bir yolu var.
-Nedir? /
- Cemîle'nin babası, Şeyh Şaban'ın müritlerindendir. Onun
dediğinden çıkmaz^ Molla Nasu-'ı da araya koy ve şeyhten, mühürlü bir
mektup getir. O zaman,.kızın babası kesinlikle kızını sana verir.
Söylenenler, Abdurrahman'm aklına yatmıştır. Hemen yola
çıkmak için hazırlânu-. Ama bırakmazlar. Çünkü yol çok tehlikelidir.
- Söz kesildi ama, nikâh vc düğün için havaların düzelmesi
bekleniyor. Havalar iyice düzelmeyince ne nikâh, ne de düğün olur.
Birkaç gün bekle, yola çıkılacak gibi olsun, sonra gidersin., derler.
Abdurrahmart günlerce bekler. Cemile'yle görüşmeye de çabalar
bu arada. Ama başaramaz. İç sıkıntısından iyice bunalmıştu-. Ve ne
olursa olsun deyip Kartallı'ya doğru (Şeyh Şaban'dan mektup
getirecek) yola çıkar. Onu yalnız bırakmak istemeyen birkaç kişi de
biriikte çıkariar. Arada Murat ırmağı vardır. Biriikte ırmağa kadar
gelirler. Murat buz tutmuştur. Ama yine de dikkatli olmak
gerekmektedir. Buzlann üsttf karla örtülüdür. Ayaklannı dikkatli atarak
geçmeye başlarlar umağı. Abdurrahman herkesten önde gitmektedir. O
sırada olan olur: Buzlar kmlıvermiştir. Ve zavallı- Abdurrahman
buzlarin altında. Arkadaşlannı bırakıp dönmek zorunda kalıriai". Gözleri
yaşlı..
298
Alıntı ile Cevapla
  #46  
Alt 30-09-2012, 07:16
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Abduırahman'ın ölüm haberi, onu çok sarsmıştı. Çok iyi, en iyi
dostuydu çünkü. Açıktan ağladığı oldu, için için ağladığı oldu.
Günlerce unutamadı. İnanamıyordu bi türlü. Birgün çıkıp gelecekmiş
gibi, "-bak işte geldim." diyecekmiş gibi ve söylenenleri
yalanlayacakmış gibi içinde yer luuuı bir beklentiyi uzun süre taşıdı.
"Tanrı'm, niye yardım eünedin Abdurrahman'a? O, kızı seviyor, kız da
onu seviyordu. Abdurrahman bir Firavun muydu ki boğdun onu
ırmakta? İşlerin senin hep böyle mi olur? Senin hikmetine akü ermez
ama, bu hikmet, nasıl bir hikmet?!" Öüşünürkcn bi çeşit kırgınlık,
küskünlük duyuyordu içinden. "Gitti Abdurrahman!"
209
50
Tipiler biraz ara verince, Husso'nun düğününe başlanmıştı.
Köydeki tüm düğünler gibi ahu-da.
Ahırlar, Soğuktan kaçanlann en iyi sığınağı. Kimilerin yatak
odası. Bok-sidik içinde düşe kalka oyun oynıyan çocuklann oyun
alanı, "Faki"lerin "metin" ezberleme ve okuma yeri. Sevgililerin
buluşma, sevişme yeri. Ve evlenenlerin düğün salonu.
Kadınlar "kaçe"leir (kızlar) bir âhırda; "herifler, "kro"lar da bir
ahırda. '
Kadınların, "kaçe"lerin bir kesimi, "kofik"li. "Kofik" başlarında
olur. "Fes" gibi bir şey. Bu fesin çevresinden paralar sarkar.
Varlıklılarda altın paralar. Küçük, büyük, pul pul, dizi dizi, sıra sıra.
Kimi sıralar zincirli. "Kofik"lerin üstünden örtülmüş sayılı bir
"yağma" olsa da, bu yazma arka kesimdedir, arkadan bele sarkıktır.
Önse açık. Bu nedenle, yazma, kofıkteki paralann gözükmesine pek
engel olmaz. Kat kat "fistan"lar. (entariler), kimi fistanın altından
gözüken şalvanmsı şeyler, bellerde kuşaklar, üstünde yelekler,
ayaklarda yün çoraplar ve şöyle böyle ayakkabılar (genellikle lastik).
Bunlar genç kadınlarda olur. Yaşlılardaysa, sarıp sarmalayan ne
varsa oi^ar bulunur.
Genç erkekler de yelekli, kuşaklı, çeşitli türden, çoğu sarığa
benzer başlıklı... Ayaklarında nakışlı yün çorap (genç kadınlar eliyle
örülmüştür); çarık, kiminkindeyse ayakkabı (yine çoğu lâstik).
Oynarlar. Halay tutulur genellikle.
"Lorke lorke lorke; hâmme lorke..."
Sallanmalar, silkelenmeler, hoplamalar, sıçramalar.. Ayaklar
türkülere göre.. Bi çırpıda, uyumlu.. Öne, arkaya, sağa, sola dönmeler,
kıvrılmalar, kalça ve göbek sallamalar; Bükülen, bir katlanıp bir
gerilen bacaklar, bir ileri, bir geri atılan adımlar, ustalıklarını
sergileyen ayaklar. Ve Kürtçe türküler.. Komut, baştakinde. Halay
onsuz olamaz. Türküleri de, oyunu da o başlaür, o bitirir. Mendilini
salhyarak başı çeker. Sallar, kimi zaman da kuşağına sokar mendilini.
Kimi zaman elele^ kimi biçimiyle kol kola, omuz omuza oynanır.
300
. Hayvanlafi
e. Herkes şöyle
'ne kanşır. Kimi
dinler. Ardından
Düz şualar, eğik sıralar, çemberler oluşur. Halaym t ^ ü d a da oyunlar
olur. Kimileri tek tek çdcar oynar, öbürleri bakıp izl^;
Ahır, hayvanlar, boklan, sidikleri, pisIMerin süpürülüp yığıldığı
"mazgal", tavanda kaön kalın "koşat"lar (ağaçlar|iıjık gelsin di^e
konulmuş tavandaki bir ya da iki baca.. Bunlarfa-tümü, birbirinin
ayrılmaz parçası. Düğünün de.. Bok-sidik yığının çevresinde ustalıkla
oynanan oyun ve söylenen türküler, izleyenleri cı
bile.. Herkes düğünün havasına kaülmıştır olabildi]
ya da böyle düğünün sevincini yaşar. Sesler bırbı
zaman da tüm sesler kesilir, biri birşey anlatır hı
gülüşmeler, kahkahalar..
Yaşhlar, ağır başlılar da odalarda, yarda ahularda buluhurlar, ama
bi başka türlü. Oyunsuz-eğlencesiz olarak. Büyüjçfer, en büyükler
dinlenir, çaylar içilir:. İçki içilen kesiınlefbil|;oİitf. (Ağalar, beyler
kesiminde..) >'
Zengin ve varhklann düğünlerinde kufu y ^ i ş de dağıtılır.
Çoğunluğun düğünündeyse böyle şeyler b ı | u n ı | ^ . Böyle şeyler
yerine "kavurga"lar,'"çedeneli kavurga"lardağıWu. 4'
Husso çok varlıkü değilse de, çed^e}i kavurgapm yanında, kuru
üzüm de dağıtılıyordu. "Türko"nun cepleni dcjdurulmuştu. Çok
sevinmişti o da. Bir yandan ağzına atıyor, bir yâft^an da okşar gibi
ellerini şişkin ceplerınde-gezdirıyordu.Mutlj[iluğj|9a diyecek yoktu.
Okumayı, metin ezberlemeyi unutmuştu o^ün. t^rkesin, özellikle
düğün sahibinin, Husso'nun ve anası^mbij|?ük İlgisini görüyordu.
Gözler üzerindeydi. Bu da mutluluk veriyordıijâyrje^.
Husso gidip onu kucağına aidi. Götürüp, ^ijin en güzel yerine
oturttu. "Geleceğin büyük din âlinirî' diye spndu herkese. Sonra,
gelinin armağını olan nakışlı ç o r a ^ ^ e^fcri|leâyâğına giydirdi.
- Hepimiz seni çok sevi^pruzi Bunları ^^a Hammame senin
ayağına göıe örüp göndeımiş. / '
""Türko", şalvarının parç^lannpkaitlamp içine sokulduğu ve
dizlerine'Ueğin ulaşan, Anadpluljia&ınıntördüğü yerli kilimlerde de
benzeri görülen nakışlarla süslü ç^^ları^a f i y o r d u . Anlabimaz bir
sevinçle..

301

51
Metin ezberi için Safo'ların ahınna gitmişti yine.
"Fi'l-akii ğufrânu kiifrin câizun ve lâkin + Etâ lehû nassu tahlidin
bi nîrânin" (Akıl, kâfirliğin başlamasını caiz görür. Ne var ki, onların
ateşte sürekli yanarak cehennemde kalacaklarına ilişkin kesin âyet ve
hadis kanıtları bulunmakta...)
Safo yine gelip dikilmişti karşısına.
- Yeter çok çalıştın, biraz dinlen.
-Ezberleyeceklerim var daha.
- Sonra ezberlersin.
Safo gidip iyice yaklaştı oha. Anasıyla babasının "şey
eüneleri"ndcn söz açu. Bakışülar, gülüştüler. Safo'dan bir öneri:
- Biz dc onlar gibi yapalım mı?
-Olmaz. '
-Niye?
- Birden çıkıp gelirier, görürler.
- Gelmezler. Çünkü Sabo (kötürüm kız) uyuyor. Babamla anam
da dayımlara gittiler. Akşama kadar da gelmiyecekler.
- Ya gcliricrsc? '
- Vallaha gelmezler.
-Günâh olur.
- Olmaz, biz daha çocuğuz. .
- Çocuklara da günâh olurmuş.
-Kim diyor?
- Şeriat kitabı. Evlenecek yaşa geldiler mi, çocuklara da günâh
olacağını söylüyor.
- Biz o yaşa gelmedik ki!
- Sen o yaşa gelmişsin. Geçmişsin bile.
- Ben daha 12 yaşındayım.
- Şeriatimize göre; kızlar 9 yaşma geldiler mi, evlenecek çağa
gelmiş oluriar.
302
-Yaa?!!!
- Vallaha. Peygamberimiz Aişe 6 yaşmdayken evlenmiş. Ama
Aişe anamız 9 yaşına basınca "zifaf olmuşlar.
- Peygamberimiz kaç yaşındaymış o sua?
-52 yaşında.
- Bunu da kitap mı yazıyor?
- Evet. Hadis kitapları. Buhari'de bile yar.
- Buhari ne demek?
- Büyük hadis kitabı.
- Şimdi biz babamla anam gibi yapsak, "günâh olur" öyle mi?
- Evet. Sana günâh olur.
-Sana olmaz mı?
- Benim yaşım küçük. Oğlanlar, 12 yaşına basmayınca evlenecek
yaşa gelmiş olmazlar. Ama ben "faki" olduğum için biraz da bana
yazılır günâh.
- Günâh yazılırsa ne olur? .
- Cehenneme atarlar.
- Kimler atar?
- Zebânî'ler. Azap melekleri.
- Pis Zebaniler.
- Kız öyle söyleme. Meleklere öyle söylenmez.
- Onlar da yakmasınlar insanları.
- Onlara Allah emrediyor.
303
52
Ratib nöbetçileri, "zâlim" kışm egemen olduğu ho-günkii gibi o
gün de büyük bir savaştan çıkmış gibiydiler; Karlara bata çıka, döne
döne ve elleri ayaklan dona dona evleri dolaşmışlar, tophyacaklanm
toplamışlar; yemek karışımlarıyla dolu kazs^sn ve "lavaş", "gagala",
yani ekmek dolu "telis"leri taşıyıp getirmişlerdi camiye. Herkes payını
aldıktan, yiyeceğini yedikten sonra da "müzâkere" başlamıştı. Büyük
hocanın vekili bir mollanın, daha doğru molla adayının yönetiminde
olacaktı. O gün, Şehmus'tu yöneten, önce herkes, kendi dersinde
takıldığı yerleri sordu, bilenlerin ^ıklamalarıyla öğrenebildiği ölçüde
öğrendi; sonra genel bir konunun "müzâkere"sine geçildi. "Taharet"
genel başlığı altında toplanan temizliğin kinıi kesimleri ele alınıp
tartışılacaktı:
Önce "pis" (necis) olmlaı gözden geçirildi özet olarak. Bu konu
sık sık ele alınıp özetlenirdi. Şeriat'in ve Şepat hükümlerini anlatan
kitapların da en başında yer alıyordu. Çünkji "ibadet"e girmek için
"taharet", yani temizlik şartü. Temizlik denince de pisliğin ve pis
olanın ne olduğu bilinmeliydi. "Pisler", iki ana bölümde
inceleniyordu. "öaBz", yani pisliği tam, kesin olan kaba pisler, birinci
bölüm. "Hafif yani pisliği tartışmalı, ya da pksik ve ince pislikler de
ikincisi. Örneğin "bok"lann, "sidik"lerin kimi "ğalîz", kimi de "hafif
pislerdendir. Çünkü "eti yenen"lerle "eti yenmeyen"lerin "bok"ları,
"sidik"leri bir değildir. Bu konuda, Şafii* mezhebinin dışındaki
mezhepler, daha çok aynm yaparlar: Hanefi mezhebine göre, "eti
yenen" hayvanların, örneğin "deve"nin sidiği, "hafif pis"lerdendir.
Dahası, peygamber, kimi Araplara, "^eye sidiği"ni içmelerini
buyurmuştur. Buhari ve Müslim de bunu yazar. "Eti yenen"îerden
"serçe", "güvercin" gibi kuşların "boksları "pis" kapsamına
girmemekte. "Temiz"dir çünkü. Tavuk, kaz, ördek gibi hayvanlann
"bok"ları, bunlar "eti yenen" türden olsa d^.Ebu Hanefi'ye göre "tam
pis"tir. Çünkü bunlar, insan pisliği de yemekteler. Ama hanefi
mezhebinin öbür iki imamına göre, bu hayvanların "bok"ları "pis"se
de "hafiflerdendir. Maliki mezhebine göre, sığır, koyun gibi
hayvanlann boklan, sidikleri temizdir.'Hanbeli mezhebine göreyse, eti
304
yenenhayvanların hangi türü olursa olsun, boldan da, sidikleri de
temizdir. Şafii mezhebine göreyse, tümünün boku da sidiği de "pis"tir.
Ama bu pisliklerden "temiz"lenmek "güç" olabilir. O zaman da
temizlenmese de bağışlamr. Böyle özeüer yapıhrken "fırtık" ve "meni"
üzerinde de duruldu.
"Fırtık" ister sümük, ister balgam biçiminde olsun; tüm
mezheplere göre "temiz"di. Yalnız "fırlatılırken", çok dikkat edilmeli;
öne, yani "kıble"ye doğru değil; sağa, ya da sola fırlaülmalı. Ya da
ayağın altına.. Sonra da ayakla ezilirse iyi olur. Bir başka biçimi daha
var: Eğer "balgam" biçimindeyse, peygamberin yaptığı gibi
yapılabilir: Peygamber balgamını çıkarmış, "giysisinin bir ucuna
tükürmüş, sonra da üstüne (eliyle) basıp dağıtmıştı". Özellikle de Ebu
Davud'un yer verdiği bu hadisin kimi biçimlerine, Buhari de yer verir.
Bu gösteriyor ki, "fırtık", temizdir ve hangi türü olursa olsun,
"elbise"ye de silinebilir. Temiz olmasa, mendillere silinip ceplerde
taşınır mı?
Şafii mezhebine göre, "meni" de "fırtık" gibidir ve "temiz"dir.
"Pis" olanlardan nasıl temb.leneceği üzerinde dumlurken, "işeme"
ve "sıçma"nın "âdâb"ına değinildi: Bu işin görüleceği yere, sol adım
önce atılarak girilecek. Ve temizlikte de sol el kullanılacak. Bir başka
önemli nokta da "kıble"ye dönülmeyecek. Tam bu konu görüşülürken,
Hâfız Celâl gelip girmişti içeri. Bir yandan kızarmış olan burnunu,
kulaklarını ve ellerini sobaya doğru tutarken, bir yandan da, konuya
kulak kabartmıştı.
- Durun Allah'ın Kürtleri., diyerek şakak biçimde seslendi ve bir
fıkra anlatü:
Adamın biri, oğlunu "molla" olsun diye "medrese"ye göndermiş.
Oğlan okuyacağı kadar okumuş ve babasının yanma dönmüş. Babası
tarlada çalışıyormuş. Bir süre sonra adamın çişi gelmiş, bir yana
çekilmiş, işemeye başlamış. "Kıble"ye doğru.. Bunu gören oğlu
hemen uyanda bulunmuş:
- Baba, aman yapma!
-Niye?' ' ' ' /
- Kıbleye doğru işenmez!
Adam yönünü değiştirmiş. Ama oğlan yine karışmış:
305
- Aman baba olmaz!
- Bu kez niye olmaz?
- Görmüyor musun güneşe doğru yöneldin. O yöne doğru da
işenmez, günâhtır!
Adam yine yönünü değiştirmiş. Ama bu kez de oğlunun başka bir
gerekçeyle karşı çıktığını görmüş. Çatlıyacak nerdeyse. Bakmış ki
başka yolu yok; sırt üstü yatmış. Yukarı dikilen nesnesinden attırmaya
başlamış. Bu şaşılası durumu gören bh-i, yanaşıp sormuş:
- Heyy, ne yapıyorsun? Öyle işenir mi, kendi ağzına işiyorsun!
Sidiklerin bir kesimi adamın ağzına geliyormuş çünkü; Adam hiç
aldırmadan işini bitirdikten sonra cevabını vermiş:
- Sen de çocuğunu molla yaparsan kendi ağzına işersin işte böyle.
Patlayan kahkahalar ve "tevbe estağfirullah" biçimindeki
mırıldanmalar..
"Müzâkere" sürdürüldü.
Bir dikkât edilmesi gereken nokta da: "Cin"ler. "Cinlerin
yuvalan"na işenmemeli.
- "Cinleri yuvaları" nereler?
- "Delik"ler.
Peygamberin açıklaması vardır:
- "Deliklere işemeyin! Çünkü bunlar, cinlerin yuvalandır."
"Cinlerin yiyecekleri"yle de temizlenilmemeli. Yani, sıçtıktan
sonra kıçı temizlemek için bunlar kullanılmamalı.
- "Cinlerin yiyecekleri" neler?
- "Kemik"ler, "gıgı"lar (deve ve davarlann yuvariak düşen boklan)
ve "kömür"ler, "yanmış olan şey"ler.
Peygamberin bu konuda da açıklaması vardı. "Sahih" (sağlam)
hadis kitaplannın yer verdikleri bir hadise göre: Cinlerden bir "taife"
peygambere gelmiş ve yakmmışlardı:
- "Ey Muhammed! Senin ümmetin, kemikle, deve ve davar
gıgılanyla ve yanmış şeylerle kıçlanm temizliyor. Oysa Tann, bunlan
bize'nzık'(yiyecek) olarak vermiştir..."
Peygamber cinleri dinleyince bu yakınmayı haklı bulmuş ve
306
bunun üzerine, bu tür şeylerie kıçlann silinmesini yasaklamıştı.
İşeme ve sıçma duasını okuyarak Tanrı'ya sığınmak gerekiyordu.
Çünkü bu i(ıtiyaçların görüldüğü yerler, "şeytanların yuvalandıkları
yerler"dir.
Peygamberin açıklamasına göre,'bir de buna dikkat etmek
gerekiyordu.
- Kişi üç taşla kıçını silerse temizlenmiş olur".
Kıçı temizlemek için "üç taş" yeterli. Kıçın kıyılarında kalan
pisliklerin, o kişinin kendine zararı yok. Hemen tüm mezheplere göre
böyle.
307
53
Hâfız Celal içeri girerken kapıyı aralık bu-akmıştı. İvedilikten..
Canavar soğuğun elinden kendini dar atmıştı çünkü.
Aralıktan soğuk giriyordu.
Ve bir it başını uzatmıştı.
Ortalık iti. Herkesin tanıdığı "garib"lerden, kimsesizlerden. İçeri
bakınca, kimbilir içeridekileri "çok mutlu yaratıklar" olarak görüyordu.
Neden ki içerisi sıcaktı. Hiç değilse dışansı gibi değildi. Ve içerdekiler,
onun gibi üşümüyorlardı. Oysa içerdekiler de "gariban" takımmdandı.
ît bakıyordu içerdekilere.
- Oşt,oştJ
Başını geri çeken it, sonra yine uzatü.
Birinin gidip kapıyı kapaması gerekiyordu. Ama herkes
"müzâkere"de.
Hâfız Celâl, eski öğrencisine buyurma hakkını kullanarak:
-Duran! Git o iti kov, kapıyı da eyce ört! dedi.
O da hemen fırladı. Giui, ite bâko, ama dokunmadı. Orasından
burasından buzlardan dikitler oluşmuştu itin. Belli ki ya üzerine su
dökülmüştü; ya da zavallı suya düşmüştü. Tir tir ütriyordu. "Sen de
benim gibi garibsin. Sahibin olsa burada olmazdın. Sıcak bir yerde,
ahırda - mahırda olurdun. Şimdi ne yapabilirim ben sana? Kapıyı
kapayıp seni dışarıda bıraksam donarsın soğuktan. Zaten donmak
üzeresin. İçeri alsam, köpeksin, içerisiyse cami içi. İçerdekilerde Şafii.
Hanefîlere göre de sen camiye giremezsin, ama, Şafiilere göre hiç yerin
yok. Hanefiler seni 'pisliğin kendisi' (neces-i ayn) saymazlarken,
Şafiiler seni öyle görürler. Sen, 'pisliğin kendisi'sin onlara göre.
Kısacası, camiye alamam seni. Şu Tann'nm işine bak. Seni niye
yaratmış? Madem ki yaratmış; niçin sahip çıkmaz?" İte bakükça
düşündü, düşündü yine ite bakü. Bocahyor, bir çözüm bulamıyordu.
Kapıyı kapamaksa, ne içinden, ne de elinden geliyordu. Bir çözüm
bulamamaktan ağlamaya başladı. Bagu-ddar:
- Türko, ne bekliyorsun, kapasana kapıyı!
308
Alıntı ile Cevapla
  #47  
Alt 30-09-2012, 07:17
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Hiç bir karşıhk yarmedL
Herkes ilgilenmişti. Kimse bir anlam verememişti "Türko"nun
donımuna. Osso ve Tâhâ, merak edip yamna gittiler.
- Ne yapıyorsun, kapıyı kapasana!
Kapıyı kaparken baktılar ki "Türko" ağhyor.
- Dur hele sen ağhyorsun!
- - ! ! ! - -
- Niye ağhyorsun, o itten mi korktun ?
- Korkmadım. O zavallıdan korkulur mu?
- Peki neden ağhyorsun öyleyse?^
- Zavalh soğuktan donacak. .
Onun neden ağladığmı anlamışlardı, hin durumuna iyice dikkat
etmex1ikleri halde onlar da acımışu. Ama ellerinden ne gelirdi? Belki dc
"Türko"yu avutmak işin Osso:
- İte acıdığın belli. Ama AUab onu it yaratmış. Caminin içine
afamayız ya., dedi. Ve ağlamamasını, üzülmemesini söyledi.
- M\îv'î\ b m İV yaralabiYırûi. Biz il olsaydık, bu soğukla
ctonmayı isler miydik? Bizi dışarıda buakanlara baldua etmez miydik?
Türko'nün hu karşılığı onları duygulandırmıştı. Öbür fakilerin
yanma gidip durumu anlamlar. "Türko"nun vc hâfız Celal'in dışındaki
fakilerin tümü Şafii mezhebinden oldukları için üzerinde birleşilcn
görüş şuydu:
"Kelb", yani köpek, "pis"ıir, ona ne dokunulabilir, ne de onun
camiye ahnması caizdir.
Bu arada Türko, üstünü - başını sıkıca giyindi, bir de küçük
kiHm eline alıp kapıya doğru yöneldi. Onu böyle gören Osso,
kuşkulanmışü. "Bu soğukla nereye gidiyor olabilir? Metin ezberlemek
için bir yere gidiyor olamaz. Çünkü eline kilap almadı." diye düşündü.
İzlemeye karar verdi.
Türko, dışarı çıkınca, itin, duvann dibine büzülmüş olduğunu
gördü. Bi yandan da titriyordu hayvan. Türko'ya baktı. Yardım ister
gibi bakıyordu. Türko, elindeki kilimi götürüp onun üstüne örttü.
Kendisi de sutını duvara verip dikildi.
309
Durumu izleyen Osso, fakilere bağırdı:
- Fakiler, gelin hele! Gelin de şu Türko'nun yaptığını görün.
Gelen durumu görüp şaştı ve içerdekilere de duyuracak biçimde
şaşkınlığını dile getirdi. Merakla gelen dikildi, gelen dikildi. İçerde
kimse, kalmadı vc dondurucu ayazda, caminin önünde koca bir
kalabalık oluştu. Gülüşmeler, acımalar, "Allah Allah şunun yaptığı
İşe bak!" anlamlı mırıldanmalar, köpek yerine "pislendi" diye kilime
üzülmeler.. Kalabalık arasında kalan it de şaşkındı. Olduğu yere çöktü.
O çökünce üzerindeki kilim sıyrılıp düştü. Türko hemen gidip aldı
kilimi ve itin üstüne örttü. Ardından içeri koştu. Gitti; öğleyin yemek
üzere sakladığı, orası burası ısınimış ve üstünde yemekler
karışımından bulunan ekmek parçasını alıp döndü; götürüp ite uzattı.
Soğuktan tüyleri dik dik olmuş ve tüylerinin ucunda buzlar oluşmuş
olan hayvancık, güçsüz biçimde başını uzattı. Ekmekten bir parça
ısırdı. Yine güçsüz güçsüz yemeye başladı. Kimseye bakmıyordu.
Küsmüştü sanki herkese. Arada bir, isteksiz araladığı göz kapaklarının
arasından Türko'ya bakıyor gibiydi. Ya da Türko'ya öyle geliyordu.
Titremesi de durmamıştı. Biraz azalmıştı o kadar. Uzaulan ekmeği bir
daha ısırdı. Yavaş yavaş çiğneyip yuttu. Bir daha, bir daha.. Derken
ekmeği bitirdi. O yedikçe Türko seviniyordu. Kalabalıksa, büyük bir
gösteriyi izlerccsine onları i/liyordu. Dondurucu soğuğa aldırmadan..
Fakilcri caminin önünde birikmiş gören köylüler dc gelip katıldı
kalabalığa. Gelenlerden biri, önemli bir şey açıklıyacağmı belli eden
bir havayla:
- Durun hele, ben bu iti kulleieyne düşmüş çıkarken gördüm biraz
önce. ^
Meğer zavallı it, kulleteynden su içmeye gitmiş. Buzların
kırıldığı kesimden su içmeye çalışırken, kırılmadık kesimin üstüne
çıkmış. Dayanamayacağını nereden bilsin? Buzlar kırılıverince
kulleieyne düşmüş. Bir sürü bocaladıktan sonra çıkabilmiş ancak. Ve
sahipsiz olduğu için dc caminin önüne gitmekten başka bir yol
bulamamış. İl aklı işte, sığıtulacak yer olarak camiyi görmüş.
Camidekilcrin Şafii olduklarını nasıl bilsin?
Köyde başı boş, sahipsiz itler az değildi. Orada burada döllenirler,
orada burada doğururlar, oradan buradan geçinirler. Bir doğuruşla bir
310
sürü yavru çıkarırlar ortaya. Yavrular, bir süre gözleri görmeden, üst
üste yumaklaşarak kıpırdaşırlar. Sonra gözleri açılır, her biri dizi dizi
meme uçlarından birini yakalayıp emmeye koyulur. Ana da, yavrular
da mutludur o sırada. Başlanna gelecekleri bilmezler. Yörenin
insanlarından nice analar ve yavrular gibi.. İtçe yaşamak başlamıştır
arük. Hepsi yaşamaz. Kimi şöyle, kimi böyle ölür. Ölen ölür; kalan
kalır. İnsan yavrulan da öyle değil mi? '
Kalabalığın arasındaki it, başını yere yatumış, gözlerini de
kapamış duruyordu. Türko'nün kaygısı arttı.
- Bu hayvan ölecek, n'olur bir sıc^k yere götürelim., diye bağırdı.
İt de bir hayvandı kuşkusuz. "Mecusîlik", yani Zerdüşt'çülük
dinine göre saygın bir hayvandı üstelik. Gerçi bu dinde de köpekler
hep bir değildi; sınıflara ayrılmıştı: "Çoban köpeği", "ev köpeği",
"başı boş köpek". Ama en aşağı sınıfta olan "başı boş köpek" bile
güvencedeydi. Başı boş iti dövenin, öldürmenin cezası da çok ağırdı:
Dövülen köpek ölmüşse, dövene verilecek cezası: 600 kamçı, 600
değnek (sopa). Yani başı boş iti öldürenin kendisi de öldürülüyordu. İti
aç bırakanın, hastalanmasına yol açanın cezası da ağır cezalardandı.
Mecusilik dönemi, itler için parlak bir dönemdi, tarihte kaldı.
Şimdiyse müslümanhk var. Müslümanlık içinde de mezhepler. Ve itlere
iyi gözle bakmayan Şafii mezhebi. Yine de itlerden yararlanırlar.
İtlerin sağladığı güvence altında yaşarlar. Evlerini, sürülerini koruUururlar
itlere. Ne ki it çoğalınca değeri düşmekte. İüerin de işe en yarar
olanları, en güçlüleri seçilmekte. Kartallı köyünde de öyleydi durum.
Kalabalıktan biri "merhamet"e geldi;
- Ben alıp bizim ahua götürürüm., diyerek auldı.
Götürecek, ama nasd götürecek? Kulağından tutup götüremez ya!
Köpeklerin boynuna "tasma" geçirilir, ip takılır, öyle çekilip
götürülür. Ama bu, "şeher"lerde olur. O yörenin iüerine göre değil.
Alışık olmadıkları için, boyunlarına geçirilen bir şeyle çekilseler de
gitmezler oranın itleri. Ölseler yine gitmezler.
Dahası: O iti alıp ahıra götürmek isteyen kişi de Şafiîydi, o da
dokunamazdı köpeğe. Birşeyler yapmak için harekete geçti, itin
çevresinde döndü; ama götürmek için bir yol bulamadı. Çağırdı,
seslendi, ama hayvan bakmadı bile. Hiçbir kıpudama yoktu zavallıda.
311
Yalnız,Yalnız, kann boşluğunun hafifçe inip kalkar olmasından, soluk aldığı
ve yaşadığı belli oluyordu.
- Ben evden biraz çah-çırpı getireyim de yanında ateş yakalım..
dedi.
Uygun bulunmuştu bu düşünce. Ve adam gitti.
Kalabalık yerindeydi. GiUikçe de büyüyordu. Duvann dibinde,
karlar üzerine ölü gibi serilmiş yatan kilimli it için oluşmuştu.! Ama
arada bir gözler ona kayşa da başka şeylerden konuşuluyordu.
Oradakilere daha çekici gelen şeylerden.. Bağıra bağıra konuşuluyor,
•tatlı tatlı dinleniyordu. Ayakta ve ayazda.. "-Vıy babo!" diyerek,
tiü-eyerek.. Genellikle cin-cin bakan gözler, sivri, kuru ve esmer
yüzler, büzülmüş ve ovuşturulmuş eller, soğuktan biri inip biri kalkan
ayaklar, kıpkırmızı olmuş kulaklar ve burunlar. Ve burunlardan akan,
ya da fırlatılan fırtıklar. Görkemlice bir fırtık yarışı sergileniyordu.
Herkesin fırlatışı aynı ustalıkta değildi. Kimi yarım yamalak
yapıyordu bu işi. Burnunu silerken, fırtığm çoğu içinde kalıyordu.
Ama kimi, dibinden söküp temizleyerek fırlatabiliyordu. Kendine özgü
yöntemiyle.. Osso'nunki başka türlüydü. Şehmus'unki başka türlüydü.
Tâhâ'nmki, Mûsa'nmki, Kâsım'ınki de başkaydı. Abdo'nunkiyse
bambaşkaydı. İşte yine hazırlanıyordu gösterisini sunmaya. Sol elini,
parmaklannı öne doğru bükerek, burnunun üstüne, gözlerinin düzeyine
dek kaldırdı. Baş parmağıyla, işaret parmağım makas yapıp arasına
aldı. Ama makası sıkmadı. İşin "acemi"leriyse sıkıyordu. Baş
parmağını burnun bir kanadına bastı, lağzını yumdu ve soluğunu
birden, olanca gücüyle öbür kanatu-m verdi. Fırlatıvermişti içindekileri.
Taa karşıya.. Koyu ve isli fırtık, düştüyse yerde yılan gibi kıvrılıp
kalmıştı. Sıra öbüründe.. Bakalım öbürünü de aynı yere fırlatabilecek
mi? Beriki kanadın üstüne de işaret parmağını bastı. Yine ağzını
kapadı, soluğunu çekip, yine birden ve tüm gücüyle verdi; ne var ki bi
terslik oldu, çıkan fımk parmaklara bulaşü ve tutunduğu parmaklardan
aşağı doğru sarkmaya başladı. Sarktı, sarktı ve sonunda düştü.
Sahibinin ayağının dibine..
- Node kaldı bu adam, niye gelmedi?
Ayazda, ayak üstü konuşmalar, söyleşmeler sürüyordu. Arada bir
içeri girip ısındı ve geri çıkanlar da oluyordu. Türko'nun dışında
312
kilimli itle ilgilenense pek yoktu. Yaşıyor muydu "garib"? Isıtmak
için yakacağa giden adam da, gideli bir saate yakın olmuş; daha
dönmemişti.
Ayaz alabildiğine dondurucuydu, ama kalabaldt havasındaydı.
"Faki"lerin başlarında sank biçiniinde dolanmış ve bir ucu da arkadan
sarkıtılmış olan çarşaflar, çok üşüdüğü görülüp duran kulaklardan
sanlabilirdi. Ama hiç biri, kafalarının biçimini bozmuyordu. Aynı
kafaların içini değiştirmeye niyetli olmadıkları gibi.. Yörenin en
geçerli kurallarından biri: Değişme yok.
Seydo'nun da burnu akıyordu. "Melle Seydo". Burnunu silmek
için bir sürü şeyin doldurulduğu cebinde mendilini aradı, buldu ve
fırtıkların kiminin kuru, kiminin yaş olduğu kocaman "abdest
mendili"ni çıkardı; "hıhladı". Büyük bir gürültüyle ve burnunun iki
kanadını da zorlıyarak sildi. Kimbilû kaçıncı kez doluyordu "emektar"
mendil. O sırada da yakacağa gitmiş olan adam gözüktü. Koltuğunda
da çalılar. Getirip köpeğin yanına bıraktı.
- Yahu nerede kaldın, bir saat oldu!
- Karıların kavgasına yakalandım, saç saça baş başa tutuşmuş
olan karıları zor ayırdım. Onlarla uğraşuken de geç kaldım.
Adam getirdiği çalıları ateşlemeye koyuldu. Bir kibrit çakü;
yanmadı. Bir daha çaktı, yandı ama parlayıp/söndü. Bir daha. Yine
olmadı.. Alevi, sönmeden çalıların altına yetiştiremiyordu bir türlü.
Fakilerden Yasin, yetişip, yardım etti ve çahlar tutuşturuldu. Herkes
elini, yüzünü, ayaklarını uzatmıştı ısıtmak için. Peki ya it? Türko,
gözünü onun üzerinden ayırmıyordu? "Acaba ısınabilecek mi? Isınınca
canlanıp kalkabilecek mi? Yaşıyacak mı?" diyen düşüncelerle.. Aradan
yarım saat, bir saat daha geçti. Ateş yanıp sönmeye yüz tutmuştu.
İtteyse hiç bir yaşam belirtisi yoktu. Gözler kapabydı. Ama zaten de
öyleydi, ta baştan kapalı duruyordu. Yaşadığını belli eden karm
boşluğuydu. Ne ki bu kez o da durmuş. İnip kalkmıyor aruk. İyice
dikkat edip baktılar ki, zavallı artık soluk almıyor.
- Ölmüş bu!
-Ölmüş!
Geçekten ölmüştü "garib"
Hayvanların boklannı doldurup dökmek üzere taşımaya yarayan
313
"teskere" (sedye biçiminde taşman, ortası çukur bir şey) getirdiler;
uzaklardaki bir dereye atmak üzere itin ölüsünü koydular ve alıp
götürdüler. Tüıko, son derece üzgün, bakıyordu arkadan.
Kalabalık dağıldı. "Faki"ler camiye, köylüler evlerine..
Türko da, dışarıda biraz daha kaldıktan sonra, beklemenin
anlamsızlığını düşündü; itin üstünü örttüğü kiünii alıp camiye girdi.
Camide, Hâfız Celal, "faki"lere takıldı:
- Gördünüz mü Allah'ın Kürüeri, kuUeteyninize it düşmüş: Sizse
orada abdest alıyorsunuz, su alıp yemek pişiriyorsununz! Siz işte
öylesiniz!
Köpek Şafiîlere göre "pisliğin kendisı"ydi. Ne var ki, düştüğü
yer, rastgele bir yer değildi, •'kullcteyn"di. Ve Peygamberin de, en
sağlan hadis kiıaplannda bile yer alan bir açıklaması vardı:
- "Bir su eğer kulleteyn ölçüleri içinde olursa pis tutmaz."
Yine de kimi durumlarda ve kimi pislikler nedeniyle kulleteyn
boşaltılırdı; çünkü öyle gerekiyordu. Örneğin içihe biri düşüp öldüğü
-zaman.
314
54
Büyük Hoca Molla Nasır'dan günlük dersini alacaktı.
Coşkuluydu. Hep öyle olurdu. Her zamanki gibi ezberleyeceklerini
iyice ezberlemiş, öğreneceklerini iyice öğrenmişti. Derslerini
adamakıllı pişirmiş olmaktan sevinçliydi. Ve hep öyle olurdu.
"Alet"ten, yani "nahiv" adı verilen Arapça dilbilgisinden,
. "f]kıh"tan, bir başka adıyla "Şeriat"ten, "kelâm"dan, bir başka adıyla
"akâid"den, "mantık"tan.. Her gün olduğu gibi bunların hepsinden
derslerini alaeaku. Kitaplarını almaya yöneldi, "Nahiv"den"Elfiye" ve
şerhi "İbn Akîl", "Fıkıh"tan "Halebi", "Kelâm"dan "Nûniyye",
"mantık"tan "Şemsiyye"..
Kitaplarınr ayırıp eline aldı. Ellerinin üstüne gözü ilişti.
Çatlaklardan kanlar sızıyordu. Sudan, ayazdan, kirden, eller çatlak
çaüaktı. Kaçmılmaz bir şeydi bu. Kulleteyn suyu Hanefilere göre caiz
olmadığı için uygun su, çeşme suyu güçlükle sağlanabiliyordu, çok
"idareli" kullanmak gerekiyordu abdestlerde. Üstelik soğuk su, kirleri
gidermeye yetmiyordu. Bu durum, soğukla birlikte ellerin çaüamasına
yol açıyordu. Çatlıyan ellere de kolay kolay su dokundurulamıyordu.
Biraz dokundurulan su, daha çok çatlamanın nedeni oluyordu. Eller
yıkanmıyordu doğru dürüst. Kirler biriktikçe birikiyordu. Kısacası:
Kirlpr çatlakları, çatlaklar da kirleri çoğaltıyordu. Bir de soğuk
eklenince, ellerdeki çatlakların ve kanamaların sonu gelmiyordu bi
türlü. Ve çadaklar çok sızlıyordu. Bir şey dokunduğunda sızı,
dayanılmaz oluyordu. Ama alışılmıştı bu sızıya. Ayrıca parmakların
ara.sı da yaralarla doluydu. Kaşınıyordu, kaşındıkça daha çok
yaralanıyordu. Buna da alışılmıştı.
Bacakhu-ı da kaşınıyordu. Hem de çok.. Ya bitten (donsuz şalvarın
dikiş aralannda yine sura sıra olmuşlardı), ya kirden, ya uyuzdan, ya da
hepsinden.: "Hart hart hart" kaşıyıp duruyordu. Bacaklar, bacak araları
yaralanmıştı. "Faki"ler, sık sık uyuz oluyordu. Köylüler de.. Uyuzlar,
özellikle parmak aralarında, bacaklarda, eklemlerde, yani gövdenin
belirli yerlerinde kendini gösterirdi. Yaygındı uyuz. Salgındı. Ondan
ona çabuk bulaşıyordu. Neden oluşurdu, nasıl doğar ve nasd gelişirdi?
Üzerinde pek durulmazdı. Bilen de bulunmazdı pek. Şu olurdu. Arada
315
Alıntı ile Cevapla
  #48  
Alt 30-09-2012, 07:18
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Hiç bir karşıhk yarmedL
Herkes ilgilenmişti. Kimse bir anlam verememişti "Türko"nun
donımuna. Osso ve Tâhâ, merak edip yamna gittiler.
- Ne yapıyorsun, kapıyı kapasana!
Kapıyı kaparken baktılar ki "Türko" ağhyor.
- Dur hele sen ağhyorsun!
- - ! ! ! - -
- Niye ağhyorsun, o itten mi korktun ?
- Korkmadım. O zavallıdan korkulur mu?
- Peki neden ağhyorsun öyleyse?^
- Zavalh soğuktan donacak. .
Onun neden ağladığmı anlamışlardı, hin durumuna iyice dikkat
etmex1ikleri halde onlar da acımışu. Ama ellerinden ne gelirdi? Belki dc
"Türko"yu avutmak işin Osso:
- İte acıdığın belli. Ama AUab onu it yaratmış. Caminin içine
afamayız ya., dedi. Ve ağlamamasını, üzülmemesini söyledi.
- M\îv'î\ b m İV yaralabiYırûi. Biz il olsaydık, bu soğukla
ctonmayı isler miydik? Bizi dışarıda buakanlara baldua etmez miydik?
Türko'nün hu karşılığı onları duygulandırmıştı. Öbür fakilerin
yanma gidip durumu anlamlar. "Türko"nun vc hâfız Celal'in dışındaki
fakilerin tümü Şafii mezhebinden oldukları için üzerinde birleşilcn
görüş şuydu:
"Kelb", yani köpek, "pis"ıir, ona ne dokunulabilir, ne de onun
camiye ahnması caizdir.
Bu arada Türko, üstünü - başını sıkıca giyindi, bir de küçük
kiHm eline alıp kapıya doğru yöneldi. Onu böyle gören Osso,
kuşkulanmışü. "Bu soğukla nereye gidiyor olabilir? Metin ezberlemek
için bir yere gidiyor olamaz. Çünkü eline kilap almadı." diye düşündü.
İzlemeye karar verdi.
Türko, dışarı çıkınca, itin, duvann dibine büzülmüş olduğunu
gördü. Bi yandan da titriyordu hayvan. Türko'ya baktı. Yardım ister
gibi bakıyordu. Türko, elindeki kilimi götürüp onun üstüne örttü.
Kendisi de sutını duvara verip dikildi.
309
Durumu izleyen Osso, fakilere bağırdı:
- Fakiler, gelin hele! Gelin de şu Türko'nun yaptığını görün.
Gelen durumu görüp şaştı ve içerdekilere de duyuracak biçimde
şaşkınlığını dile getirdi. Merakla gelen dikildi, gelen dikildi. İçerde
kimse, kalmadı vc dondurucu ayazda, caminin önünde koca bir
kalabalık oluştu. Gülüşmeler, acımalar, "Allah Allah şunun yaptığı
İşe bak!" anlamlı mırıldanmalar, köpek yerine "pislendi" diye kilime
üzülmeler.. Kalabalık arasında kalan it de şaşkındı. Olduğu yere çöktü.
O çökünce üzerindeki kilim sıyrılıp düştü. Türko hemen gidip aldı
kilimi ve itin üstüne örttü. Ardından içeri koştu. Gitti; öğleyin yemek
üzere sakladığı, orası burası ısınimış ve üstünde yemekler
karışımından bulunan ekmek parçasını alıp döndü; götürüp ite uzattı.
Soğuktan tüyleri dik dik olmuş ve tüylerinin ucunda buzlar oluşmuş
olan hayvancık, güçsüz biçimde başını uzattı. Ekmekten bir parça
ısırdı. Yine güçsüz güçsüz yemeye başladı. Kimseye bakmıyordu.
Küsmüştü sanki herkese. Arada bir, isteksiz araladığı göz kapaklarının
arasından Türko'ya bakıyor gibiydi. Ya da Türko'ya öyle geliyordu.
Titremesi de durmamıştı. Biraz azalmıştı o kadar. Uzaulan ekmeği bir
daha ısırdı. Yavaş yavaş çiğneyip yuttu. Bir daha, bir daha.. Derken
ekmeği bitirdi. O yedikçe Türko seviniyordu. Kalabalıksa, büyük bir
gösteriyi izlerccsine onları i/liyordu. Dondurucu soğuğa aldırmadan..
Fakilcri caminin önünde birikmiş gören köylüler dc gelip katıldı
kalabalığa. Gelenlerden biri, önemli bir şey açıklıyacağmı belli eden
bir havayla:
- Durun hele, ben bu iti kulleieyne düşmüş çıkarken gördüm biraz
önce. ^
Meğer zavallı it, kulleteynden su içmeye gitmiş. Buzların
kırıldığı kesimden su içmeye çalışırken, kırılmadık kesimin üstüne
çıkmış. Dayanamayacağını nereden bilsin? Buzlar kırılıverince
kulleieyne düşmüş. Bir sürü bocaladıktan sonra çıkabilmiş ancak. Ve
sahipsiz olduğu için dc caminin önüne gitmekten başka bir yol
bulamamış. İl aklı işte, sığıtulacak yer olarak camiyi görmüş.
Camidekilcrin Şafii olduklarını nasıl bilsin?
Köyde başı boş, sahipsiz itler az değildi. Orada burada döllenirler,
orada burada doğururlar, oradan buradan geçinirler. Bir doğuruşla bir
310
sürü yavru çıkarırlar ortaya. Yavrular, bir süre gözleri görmeden, üst
üste yumaklaşarak kıpırdaşırlar. Sonra gözleri açılır, her biri dizi dizi
meme uçlarından birini yakalayıp emmeye koyulur. Ana da, yavrular
da mutludur o sırada. Başlanna gelecekleri bilmezler. Yörenin
insanlarından nice analar ve yavrular gibi.. İtçe yaşamak başlamıştır
arük. Hepsi yaşamaz. Kimi şöyle, kimi böyle ölür. Ölen ölür; kalan
kalır. İnsan yavrulan da öyle değil mi? '
Kalabalığın arasındaki it, başını yere yatumış, gözlerini de
kapamış duruyordu. Türko'nün kaygısı arttı.
- Bu hayvan ölecek, n'olur bir sıc^k yere götürelim., diye bağırdı.
İt de bir hayvandı kuşkusuz. "Mecusîlik", yani Zerdüşt'çülük
dinine göre saygın bir hayvandı üstelik. Gerçi bu dinde de köpekler
hep bir değildi; sınıflara ayrılmıştı: "Çoban köpeği", "ev köpeği",
"başı boş köpek". Ama en aşağı sınıfta olan "başı boş köpek" bile
güvencedeydi. Başı boş iti dövenin, öldürmenin cezası da çok ağırdı:
Dövülen köpek ölmüşse, dövene verilecek cezası: 600 kamçı, 600
değnek (sopa). Yani başı boş iti öldürenin kendisi de öldürülüyordu. İti
aç bırakanın, hastalanmasına yol açanın cezası da ağır cezalardandı.
Mecusilik dönemi, itler için parlak bir dönemdi, tarihte kaldı.
Şimdiyse müslümanhk var. Müslümanlık içinde de mezhepler. Ve itlere
iyi gözle bakmayan Şafii mezhebi. Yine de itlerden yararlanırlar.
İtlerin sağladığı güvence altında yaşarlar. Evlerini, sürülerini koruUururlar
itlere. Ne ki it çoğalınca değeri düşmekte. İüerin de işe en yarar
olanları, en güçlüleri seçilmekte. Kartallı köyünde de öyleydi durum.
Kalabalıktan biri "merhamet"e geldi;
- Ben alıp bizim ahua götürürüm., diyerek auldı.
Götürecek, ama nasd götürecek? Kulağından tutup götüremez ya!
Köpeklerin boynuna "tasma" geçirilir, ip takılır, öyle çekilip
götürülür. Ama bu, "şeher"lerde olur. O yörenin iüerine göre değil.
Alışık olmadıkları için, boyunlarına geçirilen bir şeyle çekilseler de
gitmezler oranın itleri. Ölseler yine gitmezler.
Dahası: O iti alıp ahıra götürmek isteyen kişi de Şafiîydi, o da
dokunamazdı köpeğe. Birşeyler yapmak için harekete geçti, itin
çevresinde döndü; ama götürmek için bir yol bulamadı. Çağırdı,
seslendi, ama hayvan bakmadı bile. Hiçbir kıpudama yoktu zavallıda.
311
Yalnız,Yalnız, kann boşluğunun hafifçe inip kalkar olmasından, soluk aldığı
ve yaşadığı belli oluyordu.
- Ben evden biraz çah-çırpı getireyim de yanında ateş yakalım..
dedi.
Uygun bulunmuştu bu düşünce. Ve adam gitti.
Kalabalık yerindeydi. GiUikçe de büyüyordu. Duvann dibinde,
karlar üzerine ölü gibi serilmiş yatan kilimli it için oluşmuştu.! Ama
arada bir gözler ona kayşa da başka şeylerden konuşuluyordu.
Oradakilere daha çekici gelen şeylerden.. Bağıra bağıra konuşuluyor,
•tatlı tatlı dinleniyordu. Ayakta ve ayazda.. "-Vıy babo!" diyerek,
tiü-eyerek.. Genellikle cin-cin bakan gözler, sivri, kuru ve esmer
yüzler, büzülmüş ve ovuşturulmuş eller, soğuktan biri inip biri kalkan
ayaklar, kıpkırmızı olmuş kulaklar ve burunlar. Ve burunlardan akan,
ya da fırlatılan fırtıklar. Görkemlice bir fırtık yarışı sergileniyordu.
Herkesin fırlatışı aynı ustalıkta değildi. Kimi yarım yamalak
yapıyordu bu işi. Burnunu silerken, fırtığm çoğu içinde kalıyordu.
Ama kimi, dibinden söküp temizleyerek fırlatabiliyordu. Kendine özgü
yöntemiyle.. Osso'nunki başka türlüydü. Şehmus'unki başka türlüydü.
Tâhâ'nmki, Mûsa'nmki, Kâsım'ınki de başkaydı. Abdo'nunkiyse
bambaşkaydı. İşte yine hazırlanıyordu gösterisini sunmaya. Sol elini,
parmaklannı öne doğru bükerek, burnunun üstüne, gözlerinin düzeyine
dek kaldırdı. Baş parmağıyla, işaret parmağım makas yapıp arasına
aldı. Ama makası sıkmadı. İşin "acemi"leriyse sıkıyordu. Baş
parmağını burnun bir kanadına bastı, lağzını yumdu ve soluğunu
birden, olanca gücüyle öbür kanatu-m verdi. Fırlatıvermişti içindekileri.
Taa karşıya.. Koyu ve isli fırtık, düştüyse yerde yılan gibi kıvrılıp
kalmıştı. Sıra öbüründe.. Bakalım öbürünü de aynı yere fırlatabilecek
mi? Beriki kanadın üstüne de işaret parmağını bastı. Yine ağzını
kapadı, soluğunu çekip, yine birden ve tüm gücüyle verdi; ne var ki bi
terslik oldu, çıkan fımk parmaklara bulaşü ve tutunduğu parmaklardan
aşağı doğru sarkmaya başladı. Sarktı, sarktı ve sonunda düştü.
Sahibinin ayağının dibine..
- Node kaldı bu adam, niye gelmedi?
Ayazda, ayak üstü konuşmalar, söyleşmeler sürüyordu. Arada bir
içeri girip ısındı ve geri çıkanlar da oluyordu. Türko'nun dışında
312
kilimli itle ilgilenense pek yoktu. Yaşıyor muydu "garib"? Isıtmak
için yakacağa giden adam da, gideli bir saate yakın olmuş; daha
dönmemişti.
Ayaz alabildiğine dondurucuydu, ama kalabaldt havasındaydı.
"Faki"lerin başlarında sank biçiniinde dolanmış ve bir ucu da arkadan
sarkıtılmış olan çarşaflar, çok üşüdüğü görülüp duran kulaklardan
sanlabilirdi. Ama hiç biri, kafalarının biçimini bozmuyordu. Aynı
kafaların içini değiştirmeye niyetli olmadıkları gibi.. Yörenin en
geçerli kurallarından biri: Değişme yok.
Seydo'nun da burnu akıyordu. "Melle Seydo". Burnunu silmek
için bir sürü şeyin doldurulduğu cebinde mendilini aradı, buldu ve
fırtıkların kiminin kuru, kiminin yaş olduğu kocaman "abdest
mendili"ni çıkardı; "hıhladı". Büyük bir gürültüyle ve burnunun iki
kanadını da zorlıyarak sildi. Kimbilû kaçıncı kez doluyordu "emektar"
mendil. O sırada da yakacağa gitmiş olan adam gözüktü. Koltuğunda
da çalılar. Getirip köpeğin yanına bıraktı.
- Yahu nerede kaldın, bir saat oldu!
- Karıların kavgasına yakalandım, saç saça baş başa tutuşmuş
olan karıları zor ayırdım. Onlarla uğraşuken de geç kaldım.
Adam getirdiği çalıları ateşlemeye koyuldu. Bir kibrit çakü;
yanmadı. Bir daha çaktı, yandı ama parlayıp/söndü. Bir daha. Yine
olmadı.. Alevi, sönmeden çalıların altına yetiştiremiyordu bir türlü.
Fakilerden Yasin, yetişip, yardım etti ve çahlar tutuşturuldu. Herkes
elini, yüzünü, ayaklarını uzatmıştı ısıtmak için. Peki ya it? Türko,
gözünü onun üzerinden ayırmıyordu? "Acaba ısınabilecek mi? Isınınca
canlanıp kalkabilecek mi? Yaşıyacak mı?" diyen düşüncelerle.. Aradan
yarım saat, bir saat daha geçti. Ateş yanıp sönmeye yüz tutmuştu.
İtteyse hiç bir yaşam belirtisi yoktu. Gözler kapabydı. Ama zaten de
öyleydi, ta baştan kapalı duruyordu. Yaşadığını belli eden karm
boşluğuydu. Ne ki bu kez o da durmuş. İnip kalkmıyor aruk. İyice
dikkat edip baktılar ki, zavallı artık soluk almıyor.
- Ölmüş bu!
-Ölmüş!
Geçekten ölmüştü "garib"
Hayvanların boklannı doldurup dökmek üzere taşımaya yarayan
313
"teskere" (sedye biçiminde taşman, ortası çukur bir şey) getirdiler;
uzaklardaki bir dereye atmak üzere itin ölüsünü koydular ve alıp
götürdüler. Tüıko, son derece üzgün, bakıyordu arkadan.
Kalabalık dağıldı. "Faki"ler camiye, köylüler evlerine..
Türko da, dışarıda biraz daha kaldıktan sonra, beklemenin
anlamsızlığını düşündü; itin üstünü örttüğü kiünii alıp camiye girdi.
Camide, Hâfız Celal, "faki"lere takıldı:
- Gördünüz mü Allah'ın Kürüeri, kuUeteyninize it düşmüş: Sizse
orada abdest alıyorsunuz, su alıp yemek pişiriyorsununz! Siz işte
öylesiniz!
Köpek Şafiîlere göre "pisliğin kendisı"ydi. Ne var ki, düştüğü
yer, rastgele bir yer değildi, •'kullcteyn"di. Ve Peygamberin de, en
sağlan hadis kiıaplannda bile yer alan bir açıklaması vardı:
- "Bir su eğer kulleteyn ölçüleri içinde olursa pis tutmaz."
Yine de kimi durumlarda ve kimi pislikler nedeniyle kulleteyn
boşaltılırdı; çünkü öyle gerekiyordu. Örneğin içihe biri düşüp öldüğü
-zaman.
314
54
Büyük Hoca Molla Nasır'dan günlük dersini alacaktı.
Coşkuluydu. Hep öyle olurdu. Her zamanki gibi ezberleyeceklerini
iyice ezberlemiş, öğreneceklerini iyice öğrenmişti. Derslerini
adamakıllı pişirmiş olmaktan sevinçliydi. Ve hep öyle olurdu.
"Alet"ten, yani "nahiv" adı verilen Arapça dilbilgisinden,
. "f]kıh"tan, bir başka adıyla "Şeriat"ten, "kelâm"dan, bir başka adıyla
"akâid"den, "mantık"tan.. Her gün olduğu gibi bunların hepsinden
derslerini alaeaku. Kitaplarını almaya yöneldi, "Nahiv"den"Elfiye" ve
şerhi "İbn Akîl", "Fıkıh"tan "Halebi", "Kelâm"dan "Nûniyye",
"mantık"tan "Şemsiyye"..
Kitaplarınr ayırıp eline aldı. Ellerinin üstüne gözü ilişti.
Çatlaklardan kanlar sızıyordu. Sudan, ayazdan, kirden, eller çatlak
çaüaktı. Kaçmılmaz bir şeydi bu. Kulleteyn suyu Hanefilere göre caiz
olmadığı için uygun su, çeşme suyu güçlükle sağlanabiliyordu, çok
"idareli" kullanmak gerekiyordu abdestlerde. Üstelik soğuk su, kirleri
gidermeye yetmiyordu. Bu durum, soğukla birlikte ellerin çaüamasına
yol açıyordu. Çatlıyan ellere de kolay kolay su dokundurulamıyordu.
Biraz dokundurulan su, daha çok çatlamanın nedeni oluyordu. Eller
yıkanmıyordu doğru dürüst. Kirler biriktikçe birikiyordu. Kısacası:
Kirlpr çatlakları, çatlaklar da kirleri çoğaltıyordu. Bir de soğuk
eklenince, ellerdeki çatlakların ve kanamaların sonu gelmiyordu bi
türlü. Ve çadaklar çok sızlıyordu. Bir şey dokunduğunda sızı,
dayanılmaz oluyordu. Ama alışılmıştı bu sızıya. Ayrıca parmakların
ara.sı da yaralarla doluydu. Kaşınıyordu, kaşındıkça daha çok
yaralanıyordu. Buna da alışılmıştı.
Bacakhu-ı da kaşınıyordu. Hem de çok.. Ya bitten (donsuz şalvarın
dikiş aralannda yine sura sıra olmuşlardı), ya kirden, ya uyuzdan, ya da
hepsinden.: "Hart hart hart" kaşıyıp duruyordu. Bacaklar, bacak araları
yaralanmıştı. "Faki"ler, sık sık uyuz oluyordu. Köylüler de.. Uyuzlar,
özellikle parmak aralarında, bacaklarda, eklemlerde, yani gövdenin
belirli yerlerinde kendini gösterirdi. Yaygındı uyuz. Salgındı. Ondan
ona çabuk bulaşıyordu. Neden oluşurdu, nasıl doğar ve nasd gelişirdi?
Üzerinde pek durulmazdı. Bilen de bulunmazdı pek. Şu olurdu. Arada
315
Alıntı ile Cevapla
  #49  
Alt 30-09-2012, 07:19
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

bir, hayvan sahiplerinin hayvanlarına bakmak üzere köye gelen ve
herkesin "doktor" diye nitelediği baytar ya da hayvan sağlık memuru,
"uyuz ilacı" da getirirdi. Hayvanlarla daha çok ilgilenilirdi. Anla
insanlarla da ilgilenildiği olurdu. Uyuz yaygm bir durum aldığı zaman,
"doktor", yani hayvan sağlık memuru ya da çok ender gelen baytar,
uyuzun önüne geçmek için çaba harcardı. Ne ki, "doktor"un öğütlerine
uyan olurdu, uymayan olurdu. Meğerki, şeyh, ağa, bey ve büyük
hoca, ağırlıklanıü koyrnuş olalar. O zaman "doktor"un öğütlerine de
uyulurdu, verdiği ilaçlar da kullanılırdı. Şimdilik öyle bir durum
yoktu. Uyuz olsa da, büyüklerin önem verdiği yaygınlıkta değildi
daha
Elindeki kitaplan buakıp bacaklanm taüı tatlı kaşıdıktan sonra
kitaplan yeniden aldı ve büyük hocanın yanma doğru yürüdü. Varıp
hocanın "rahle"sinin yanma oturdu. Ve "fıkı}ı"tan "Halebi"yi açtı.
Konu: Abdesti bozan şeylerdi.
"îşeme, sıçma"dan başlanarak, abdesti bozan şeyler sıralanıyordu.
O "iki delikten" ("mine's-sebîleyn") çıkan şeyler, eğer "işeme",
"sıçma" gibi çıkması doğal ("mutâd") şeylerdense abdesti bozar. Çıkan
bir "meni", fıkıhtaki deyimiyle "lezzet"lide, lezzetsiz de çıksa, abdesti
bozar. Tabii aynca da boy abdesti gerektirir. Hanefi, Şafii ve Hanbelî
mezheplerine göre böyle. Maliki mezhebine göreyse kendiliğinden
çıkan bir "meni", "lezzet"İi, yani atarak da çıksa, boyabdesti (gusül)
gerektirmez. Yalnızca abdesti bozar.
Halebide tüm mezhepler anlatılmıyordu. Hanefi mezhebi esastı.
Ama büyük hoca, "mezâhib-i erbaa"yı,'yaııi dört mezhebi bildiği için,
aynı konudaki tüm mezheplerin görüşlenni olabildiğince anlatıyordu.
Halebi'den önce de, Şafii fıkhına ilişkin kitabı okumuştu. Bununla
birlikte kimi konularda, Halebide de "dört mezheb"ih görüşlerine yer
veriliyordu.
Hoca, Halebî kitabını yalnızca Türko'ya okutuyordu. Hanefî
olduğu için..
Her zamanki gibi hocanın anlattıklarım dikkatle ve hiçbir sözünü
kaçırmama?ya çalışarak dinliyordu. Yer yer de sorular soruyordu. Arada
sırada da kaşınıyordu. Bacaklanmn kaşınması tutmuştu. İçine işlet'
biçimde bir kaşınma. Elini, bacaklanna sokup çıkanyordu. Kaçşmak
316
yapıyordu bu işi. Çünkü hocadan utanıyordu. Utanmasa, iki elini de
sokup rahat rahat kaşmaeakü. Ne denü göstermemeye çabalasa da hoca
görmüştü. •
- Çok kaşınıyorsun!
-!!!
Utandı. Hocanın gözü önünde, eli bacaklarının arasına gitmişti.
Ve hoca da biliyordu ki, bacak arasında dolaşan el, oraya, "ut yeri"ne
de dokunuyordu. Hoca, bacaklarda don olmadığını biliyordu çünkü.
Birçok "vesile"'yle öğrenmişti.
Elin erkeklik organına dokunması, "abdesti bozan şeyler"dendi.
Şafiî mezhebine göre.. O Hanefi olduğuna göre pek bir sorun yoktu.
Çünkü Hanefi mezhebine göre, böyle bir dururt, abdesti bozmazdı.
Ama yine de "âdab"a aykmydı.
Hoca sevecen bir adamdı. Ayrıca Türko'yu çok seviyordu, Onun
için:
- Haydi git minberin arkasına, iyice bir kaşm gel., dedi. Çünkü
anlamıştı ki oğlan dayanamıyâcak.
Utana utana minberin arkasına geçti. Şalvannm bağını çözdü,
ellerini soktu ve başladı kaşınmaya: Hart hart hart.. Sesi taa, hocanın
yahuıda bile duyuluyordu. Her yam kan içinde bırakacak kadar kaşıdı.
Öfkeli ölkeli.. Birşeylerden hıncını alıyordu sanki.. Sonunda kötü bir
sızlama başlamıştı. Ama aldırmadan şalvanm çekti, bağlayıp dersine
döndü. ;
"Abdesti bozan"lar anlatda anlatda, sıra "dokurima"ya gelmişti.
Fıkıhta, Arapçasında"mes" ve "lems" sözcükleriyle anlatılıyordu
dokunma. Ve bir çok türü vardı.
"Kadına dokunma", Hanefi mezhebine göre, abdesti bozimuyordu.
Ama Şafiî mezhebine göre "şehvet"li de olsa, şehvejsiz de olsa, abdest
bozanlardandı. Erkek ve kadm yaşlı bile olsa.. Değişmiyordu. Neden
ki, Kur'an'da, Nisa Suresinin 43. ve Mâide Suresinin 6. ayetinde: "ya
da kadınlara dokunduğunuz zaman..." denerek, kadınlara
dokunulduğunda, abdestin bozulacağı anlatılıyordu. Ne var ki,
Hanefiler, buradaki "dokunma"nm, "cinsel birleşim" (cima) anlammda
olduğunu ileri siirüyorlardı. Bununla birlikte, Hanefi mezhebinde de,
cinsel birleşimin dışında, abdesti bozan bir dokunma biçimi vardı.
317
Buna, "aşırı yaklaşma" anlJonma gelen "mubâşere-i fahişe" adı
veriliyordu. Erkeğin erkeklik organı, kadımn kadınlık organıyla
birleşirse, "mubâşere-i fahişe" durumu modana gelir. Erkeklik
organının sünnet yeri, kadmınkinin içine girip kaybolmadıkça, kadm
da, erkek de "cünüb" olmaz. Yani ikisine de boy abdesti gerekmez.
Ama ikisinin de normal abdesti bozulur. Kısacası, Hanefi mezhebine
göre, kadına başka türlü dokunmayla abdest bozulmaz. "Öpme"yle bile
bozuhnaz. Aişe'den aktarılan hadise göre, "Peygamber karılarım öper,
sonra abdest almadan namaza durur"du. "Sahih" (sağlam) sayılan
hadisler arasında yer alıyor bu.
Kitapta geçen "mubâşere-fâhişe"yi okuyunca, Safo'yla olanı
anımsamıştı. Ama çokgcçmeden kurtardı kafasını takıldığı şeyden.
Halebi'den aldığı dersi bitirince, "Kelâm"dan "Nuniyye" kitabına
geçti.
Ama kaşınması yine tutmuştu. Dayanacağı gibi değildi. Nasıl
olsa hocanın izin verdiğini düşünerek, yine minberin arkasına geçti,
iyice kaşıdıktan sonra ve yaralan bir kez daha kanattıktan sonra dönüp
geldi.
"Ve li'l-mıdcallidi imânun yüsâbu bihi..."
("mukallid'in de imam vardır ve onun yararını görür, sevap elde
eda-.)
Şu demekti bu: "Din ulemâsına uyanlar, zararlı çıkmazlar.
Bilmeden, anlamadan da "imân" etseler, bu imânlarının yarannı
görürler. "Cennef'e girebilirler.
"Cennet". Ne güzel yer orası. "Şu Allah, bu dünya yerine orasını
yaratsaydı ve insanlan daha baştan oraya koysaydı olmaz mıydı sankit"
Berbat kaşıntı da bi türlü aman, zaman vermiyordu. Bacaklann
içlerinden yine alevlenmişti. Kalkıp yine minberin arkasına geçmeyi,
kaşınıp gelmeyi düşündü, ama vazgeçip biraz daha dişini sıkmaya karar
verdi.
"Kelâm" dersi bitince "mantık" dersine geçildi;
"Cins: Külliyyün makûlün alâ kesirîne muhtelifine
bi'l-hakaiki..."
Yani: "-Nedir?" sorusu sorulduğu zaman, "şudur" dçpjjiğinde.
318
birçokve değişik gerçekleri, varlıkları kapsamı içine alan şey,
"cins"tir. "İnsan" ele alınu-ken: "-nedir?" sorusuna, "-hayvandır!"
karşılığı verildiğinde, "hayvan", insan için "cins" olur. Çünkü
"hayvan"ın kapsamı içinde, "insan" bulunduğu gibi öteki hayvanlar da
bulunur. Yalnızca bir "tür"dür (nevi') insan. Ama insanın"ne" olduğu
sorulduğunda, yalnızca "hayvan" değil de,:"nâtık (konuşan, düşünen)
hayvan" karşılığı verilirse, bu, insanı tam tanımlar. Çünkü bu sözün
içine başka hayvan girmez.
"Hayvan. İnsan. Kaşınü. Cins bacaklar. Nâük... Ah şu dersler bir
bitse de, gidip rahat rahat bifkaşınsam."
"Mantık" dersi biti. "Nahiv" dersine geçildi. Bir süre sonra o da
bitti.
Dersler bitince hemen fırladı, kendini minberin arkasına dar attı.
Kaşı babam kaşı.. Seydo da izliyordu. Hart, hart, hart.. Tadıyla acının
yumaklandığı kaşıntı. Tatlılığı, kaşıntının özünden. Acısıysa,
yaralardan kaynaklanıyordu. Hiç kapanmayan, her kaşınışta biraz daha
açılan yaralardan..
319
55
Şalvanm çekip bağladı. Gidip kitaplarını aldı, yerlerine koydu.
Safo'lara gitmeye karar vermişti. Hazırlanıp çıktı. Bir-iki kitap da
koltukta.. Büzülc büzüle ve üşüye üşüye kendini attı Safo'lara. Safo ve
annesi vardı. Her zamanki gibi sıcak ve sevecenlikle karşıladılar. Ahıra
geçti. Safo da ardmdan.
Ahua geçer geçmez, hemen şalvannı sıyu-dı. Ve kaşımaya, daha
doğrusu, kaşınan yerleri biraz daha yırtmaya koyuldu. Safo da öyle
durmuş bakıyordu. Yaklaştı. Eğilip bacaklanna baktı.
- Ooo bacaklarının her yanını parçalamışsın. Kanlar içinde
kalmış.
- Ne yapayım kaşınıyor!
Safo, onun brasmı tutup çevirdi. Onun çevresinin de yu-üldığını
ve kanatüdığmı gördü.
- Şalvannda bit vardır. Babamın şalvarını getireyim, onu giy de
bunu yıkayalım. Suısıtahm sen de bir yıkan. Böyle kalırsan ölürsün..
-!!! ,
Safo'nun koşup anasının yanma gidişi, bir süre sonra bir şalvarla
. gelişi.
- Al şunu giy. Yıkanman için de su koyduk. Anama söyledim,
durumuna çok üzüldü. Su ısmmca gider getirhim.
- Allah râzı olsun.
"Allah'ın razı olması"ndan çok, onun râzı olması Safo'yu
ilgilendiriyordu.
Şalvannı çıkardı. Yarak bacaklar, bacaklar arasmdaki parmak gibi
sallanan nesne. Safo da gözlerini ayumadan bakıyordu. Şalvara bakülar
birlikte. Birde ne görsünler. Üst üste, sıra sıra bitler. Dikiş aralannda.
Kimileri de oraya buraya yayılmakta.
- Ooo bu ne durum böyle?! Bu biüerin içinde nasıl dayanıyordun?
İyikiöhnedin]!!
- Okumaya dalınca hiç farkında olmuyorum. Kaşınıyorum
yalnızca.
320
- Senin anan bu durumu göKe, kimbilir ne kadar üzülür?
- Ben ne yapayım, "ilim yolu"nda olan böyle olur. "İlim yolu,
meşakkatli (sıkmulı, güçlüklerle dolu) olur." îmam Muhammed,
İmamEbu Yusuf ve başkalan da öyle okumuşlar.
- Öyle okudukl^ını nereden biliyorsun?
- Kitaplardan..
- Ama sen bir daha böyle bitlenme, ölürsün. Zaten zayıfsın
baksana.'
- ? ? ! ' '
Safo'nun getirdiği şalvarı giydi. Biraz metin ezberlemeye çalıştı.
Srfo da duruyordu orada.
Birden aklına gelmişcesine Safo'ya seslendi:
-Safo!
- ? . , " ,
- Anan buraya geknez değil mi?
-Gelmez. '
-Vallahade!
-Vallaha.
Biraz durdu, söyleyip söylememekte duraksadı. Sonra kararını
verdi:
- Safo, gel seninle "mubâşere-i fahişe" yapalmı.
- O ne demek?
- Şey demek. Gel, yaparken öğrenirsin.
-Ne yapacağız?
- Üstünü çıkar. .
Hiç direnmeden çıkardı üstünü Safo. Ve "mubâşeri-İ fahişe".
Samanların üzerine yattılar. Safo altta, o üstte.
- Babamla anamınki gibi mi yapacağız? ,
- Hayu-, sadece benimkini seninkine değdireceğiz.
Parmak gibi sallanan şeyi dikelmişti. Ve Safo'nun orasma koydu.
İleri doğru iünedi. Yalnızca gezdirdi üzerinde.
- İşte "mubâşere-i fahişe" bu.
321
- Babamla anamınkt gibi y^sak olmaz mı?
- Olmaz. "Zina" olur.
Bir süre oynaştılar. Sonra bir gürültü duyar gibi oldular. Hemen
kalktılar. Safo'nun anası gelebilir diye korktukları için. Çabuk çabuk
üstlerini giydiler. İyi ki giyinmişler. Az soma ahuın kapısı açıldı,
Safo'nun anası içeri girdi.
• - Bir adam gelmiş "Türko"yu soruyor.
Kapıya birlikte gittiler.
- Refik ağabeg sensin!
Refik'in elini öptü. O da ona sarıldı, gözlerinden öptü.
Refik, "bibi"sinin (halasının) büyük oğluydu. Kısa boylu,
gözlerinin kapaklan şiş, esmer, biraz kamburca ve bacaklan iğri. Ama
oldukça güçlü, dayanıklı ve akıllı. Huriye'yle evli. Evlendikten sonra
askeriiğe giunişti. Babasma, anasına egemen, evlerinin direği. O ne
derse o olur. Yapüğı işi bilir. Herkes de ona güvenir. Tüm Tutak'ta
severler, güvenerek iş VCTİrler.
Safo'nun anası hemen içeri buyur etti.
- Ağabeg çoh üşümüşsün. Ne zaman geldin?
- Şimdi geldim. Camiye uğradım, seni sordum. Burayı
gösterdiler.
Ahıra gittiler. Çünkü en sıcak yer, orasıydı. "Teskere"yi ters
çevirip üzerine oturdular. Sonradan, Safo'nun anası minder getirip
altlannakoydu. "Hoşgeldin" dedi, hâl-haür sordu.
- Bizim "Türko"nun yakmışın herhalde!
Refik iyi Kürtçe bildiği için anlatü. Geliş nedenini vc "Türko"yu
götürmek istediğini â& söyledi. Bunu öğrenince Safo da, anası da çok
üzüldü. Hele Safo..
Kadia-
- Siz konuşun, benim evde biraz işlerim var. Yine gelerim.. deyip
gitü.
- A ğ ^ g sen "esger" (ask^) değil miydin?
- "Esger"den geldim, "tesgere" aldım.
- Bibimler nasıl?
322
- Bibin ağlayıp durir seninçin.
- Öbürleri d& eydir?
- Herkes ey. Seni götürsem daha ey olacahlar.
- Amma ben burada ohirim.
- Orada müftüde ohuyacahsm.
- Amma...
1 - Amması mamması yoh. Götürecem. Bibinin iki gözü iki
s f t ş B i e . Gedeceyik.
-Ne zaman?
- Yarm sabah, erkenden.
. I I I
Refik o gece Safo'larda kon.uk kalacaktı. Kadm ivediyle ve kocası
»sırada evde olmadığı halde bunu söylemiş, Refik dc kabul etmişti.
- Ağabeg ben gedip camideki eşyalarımı yerlcştirim.
- "Barabar" gerik. Ben deng yaparım.
- Haydi ölese gedek.
Kadın, karmlannı doyurmadan bırakmadı.
Karınlarını doyurduktan sonra çıktılar.
Kadın, arkalarından bağırıyordu:
- Gelememezlik etmeyin, işinizi bitirince gelin hâ.
-Gcdcrik!
Camiye vardılar. Kitapları heybeye, torbaya yerleştirdiler.
Çamaşırları da. (Zaten kaç çamaşır vardı ki..?) Refik, yatağı da sırtla
l a ş H n a y a elverişli biçimde güzel bir denk yaptı. İşlerini bitirdiler.
- Sen Safo'ları örgendin, oraya get, ben de Husso'lara geder,
drâıerim.
Husso'ların da iyi insanlar olduklarını, dosüuklannı, vedalaşmak
gerektiğini anlattı Refik'e. O da uygun buldu:
- Haydi get, gel.
Gitti. Kapıyı açan, Hammame oldu. "Türko"yu hemen tanıyıp
içeri aldı. Husso ahırdaymış, komşularla birlikte "keçe dövüyor"muş.
Anası evdeydi. Ertesi gün sabah Tutak'a gideceğini, hdasının oğluyla
323
Alıntı ile Cevapla
  #50  
Alt 30-09-2012, 07:21
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

gideceklerini, bir daha dönmiyeceğini, Tutak müftüsünde okuyacağmı,
halasmm öyle istediğini, aricadaşlarından, dosüarmdan ve hocasmdân
ayrıldığı için çok üzüldüğünü anlattı. Hammame de, yaşlı kadın da
üzüldüler, onu özliyeceklerini söylediler.
-Bari halanın oğlunu da çağu-, bü gece burada kahn.. dediler.
Safo'ların da aynı öneride bulunduklarını, onlara söz verildiğini
söyledi. Daha çok beklemeyip ahıra, Husso'yla da vedalaşmak üzere,
oradakilerin ellerini öpüp çıktı.
56
Ahıra vardı. İnsan dolu. Boklan temizlemişler, saman dökmüşler.
Omda uzun, yuvarlak bir şey. 6-7 kişi dizilmiş. Hep birden bir
ayaklarıyla yuvarlıyor, yine hep birden öbür ayaklanyla vuruyorlar.
Vur ha vur.. Biraz sonra onlar yorulacak, başkaları yuvarlayıp vuracak.
Önce güzelce serilen, desenli olması için ortalarına vc uygun yerlerine
renklileri de konan, sonra hah, kilim gibi dürülcn yünler, bastınla
bastınla keçe olsun diye.. Keçe olacak, evlerin önemli yerlerini,
konuk odalarını süslüyecek. Bağırarak konuşanlar, türkü (Kürtçcsini)
söyleyenler, halay tutanlar. Başhbaşma bir cümbüş. Düğün, bayram
gibi.. Köylüler, topluca eğlenmek için böyle yolİar bulmuşlardı.
Ahırdakilerin tümü erkekti. Yalnızca kadınların, kızların biraraya
gelerek vc iş yaparak eğlendikleri de olurdu. El değirmeniylc bulgur
öğürtmelerde olduğu gibi. Bu tür işler, yalnızca erkeklerin ya da
yalnızca kızların, kadınların bİraraya gelmesiyle de olsa, karşı cinsten
olanlar tümden ilgisiz kalmazdı. Hele erkekler.. Kapıdan, bacadan
bakarak ilgilerini, sevgilerini gösterirlerdi gönüllerinin ilintili
olduklarına.. Kızların da bu fırsatı yakaladıkları, sevdiklerine
göründükleri ya da birşeyler ilettikleri olurdu. Önlerine nc denli kalın
kalın duvarlar örülşc de sevgiler, yol bulup geçiyor, hiçdcğilsc
sızabiliyordu. Çengellerini gönüllere, beyinlere takmak üzere. Şaşmaz
bir doğa yasası..
- Vur ha vur!
Vuruyorlardı. Birşeylerden hınç almak istercesine. Yuvarlanıp
yuvarlanıp vuruyorlardı keçeye. Duygulu duygulu sesler ve sözler
arasında.. Bir fırsattı işte. Kimse de bu fırsatı kaçırmak istememiş,
gelip katılmıştı cümbüşe. Bu arada, ahırdaki hayvanların kimi tatlı
tatlı geviş getiriyor, kimi otunu-sanumını yiyor, kimi yatmış, kimi
ayakta, kimi işeyip sıçıyor, kimi de dönüp dönüp cümbüşe bakıyordu.
Manda, inek, öküz, tosun, dana.. Yeni doğurmuş olan kısa boynuzlu
san inekten çıkan, danasına yönelik "mööö" sesleri de, gürültüye ve
türkülere kanşıyordu. Vurdukça vuruyorhu-dı. Aşklarını, özlemlerini,
öçlerini, "kötü talih"lerini, yoksulluklannı.. mı düşünüyorlardı
vururlarken? Kimbilir! Husso'nun yanındaki uzun boylu, kara kaşlı
325
kara gözlü, zayıf, sivri yüzlü olan, herkesten daha daha coşkuluydu.
Vurma sırasını kimseye vermek istemiyor, biryandan dâ çarşaf gibi
mendilini türkü söyliyerek sallıyor sürekli. İşte karşıda da bir yaşlı
kişi. Saçı-sakalı birbirine karışmış. Başında takkeye benzer bir şey.
Yanık .yanık türküler söylenirken içini çekip duruyor. Ve içli içli
mırıldanıyor. "İnsan, düşünen bir yaratık". Herkesin düşüncesi de bir
türlü.
-Hâlö Husso!
Birkaç kez böyle bağırdıktan sonra ancak duyabildi cılız sesini.
- Türko, sen misin, gelsene!
Husso ilgiyle gitti yanma.
- Hâlo Husso, ben vedalaşmaya geldim. Halamın oğlu geldi, beni
yarın götürecek.
- Nereye?
-Tutak'a.
Kansma ve anasına anlattıklarını, Husso'nun kendisine de anlattı.
Husso da üzülmüştü. Kapıya doğru uğurladı. Vedalaştılar.
Safo'lara vardığında, Safo'nun babası da gelmiş, konukla
söyleşiyorlardı. Yatsı sonrasına dek söyleşildi. Bir kahvaltı daha
yapıldı. Yataklar serildi. Ve herkes yatü.
' * * *
Çok erken kalktılar. Sabah ezanı bile okunmamıştı. Herkes
kalktı. Kötürüm kız bile.. Çünkü çok sevdikleri birinden,
"Türko"lanndan ayrılacaklardı..
Kendi şalvarı yıkanmış, kurutulmuştu. Giydi.. Abdestler alındı.
Sıra kahvaltıda.
Çorba, tereyağ, yumurta, peynir. Karınlar doyuruldu. Kadm, biraz
da yol azığı yapmış, küçük bir torbaya koymuştu. Artık aynima
zamanı.
Safo'ya baktı. Kalın entarisinin altından bile • göğsündeki
tomurcuklar belli olan, esmer güzeli kızm, kara kaşlannm altından
alevli ışıklar yansıtan, uzun kirpikli, güzel, güzelden de güzel bakışlı,
irice ve kara kara gözlerinden boncuk gibi yaşlar damlıyordu
326
yaDaklanna. Ağlamaklı bir sesle:
- Daha hiç gelmeyecek misin? diyebildi.
Küçük sevgilisiyse:
- Gelirim., diyemedi.
İki küçüğün durumlannın, herkes farkındaydı. Ama elden ne
gelirdi? Sevgileri, kendilerinden çok büyük olan sevgililer, birbirlerini
bir daha görememeeesine ayrılacaklardı biraz sonra.
Refik davrandı:
- Bize "müsâade". Geç kalmayalım. Yolumuz uzun.
- Biriikte çıkacağız. Sizi uğurlayacağız.
- Zahmet olmaz mı?
Birlikte çıktılar. Ama önce camiye gidilecek, namaz kılınacak,
sonra oradaki eşya alınıp çıkılacaktı. Safo'nun ve anasının camiye
gitmcsininse o saatte hiçbir anlamı yoktu. Safo'nun babası:>
- Siz şimdilik kaim, sonra size haber veririz, uğurlamaya
gelirsiniz., dedi. -
Ve yalnızca erkekler gittiler camiye.
Büyük hoca Molla Nasır ve Hâfız Celâl de gelmişlerdi sabah
namazına. Hâfız Celâl Refik'i tanıdı, bir süre konuştular, büyük hoca
namazı kılduması için hafıza "işaret" etti. Hâfız namazı kıldırdı.
Namaz biter bitmez, gidip büyük hocaya durumu anlattı.
Halasının oğlunun geldiğini ve gitmek zorunda olduğunu vc hemen
gideceklerini söyledi. Hoca çok severdi onu. Çok üzüldü. Ama engel
olamıyacağım düşünürek:
- Allah işini rasgetirsin, zihnini açık etsin, ne diyelim, git!
Fakiler de duydular "Türko"nun gideceğini. Onlar da üzüldüler.
Büyük hocanın elini öptü. Hâfız Celal'in de elini öpeceği sırada,
o:
- Ben birez (biraz) kalacam.. dedi.
Refik de büyük hocanm elini öptü.
Büyük hoca evine gitti.
Dışansı çok soğuktu, ama Refik hazıridch gelmişti. Kaim ikişer
yün çorap, çarıkların içine yerleştirilecek kalın keçeler, bunların
327
giyilmesine elverişli büyüklükteki kaim çanklar, yün eldivenler, başa
geçirilen ve kulakları da içine alan önü açık yün başlık, ayrıca kafaya,
boyuna sarılan yün kaşkol, kalın yün kazaklar,.
Refik, iplerinden kollarını geçirdiği dengi sırtına aldı. Dengin
üstünden de, içinde kitaplar, çamaşu" bulunan heybeyi yerleştirdiler.
Yükün hemen tümünü o sırtlamıştı.
- Ağabeg hepsini sen yüklcdin, "bene" (bana) heç burahmadm!
- Sen daha küçüksün. Sen de azıh torbasını alırsın.
Fakilcrie vedalaşmak istedi. Osso, Tâhâ, Şehmus, Kasım, Abdo..
Ve "melle" (molla) Seydo, hep oradaydılar.
- Biz de geleceğiz. Köyün dışına dek uğurlayacağız sizi,, dediler.
Husso da gelip yetişmişti.
Safo'nun babası, ivedi.ivedi çıktı, Safo'ya ve anasına haber
vermeye gitti.
Ve hep birlikte camiden çıktılar. Yürüdüler. Safo'lar da gelip
katıldı. Husso'nun kansı Hammame ve anası da.. Safo, eündeki azık
lörbasıyla "Türko"ya yetişti.
- Bak bunu unuttun.
-Unutmadım, getireceğini biliyordun!.
"Molla yür-üyüşü"yle ağır ağır yürüyorlardı, Hava çok sertti.
Çiğnenmiş olan yerler buzlaşmış, kaygmlaşmıştı. Giydikleriyle bir
yumak durumuna gelmiş olan "Türko", önünü tam iyi göremeyecek
kadar yüzü-gözu sarılı olduğu için basüğı yeri hesaplıyamadı, birden
dengesini yitirip düştü. Elindeki torbası da bir yana fırladı. Ama ağzı
bağlı olduğu için birşey dökülemedi torbadan. Yetişip kaldırdılar.
Herkes ilgileniyordu, ama Safo'nun ilgisi başkaydı.
-Dikkât et, bir daha düşme, olur mu?
- Olur, dikkât ederim.
- Bizi unutur musun?
- Unutmam.
-Yalan!
- Vallaha unutmam. Unutur muyum hiç?
Köyün dışına vanimıştı. Refik kalabalığa:
328
- Arük siz gelmeyin., dedi.
Türko, hepsine ayrı ayn sanidı, çögünun elini öptü. Hâfız Bilâl
dc vardı aralarında. Huso'nun, anasının, kansı Hammame'nin,
Safo'nun anasıyla babasının ellerini öptükten sonra kucaklaştı birer
bifcr. Ama Safo'ya sardamadı. Herkesin gözü önünde kıza sarılmak,
öpmek, gelenek ve göreneğe uymuyordu çünkü.
- Allah'a ısmarladık.
-Gülcgüle!!!
Refik'le küçük arkadaşı, üzerinde yürüdükleri buzlaşmış karlar,
ayaklarının alünda "gırç gırç" ede ede yola koyuldular.
Kartallı Köyü'yle Tutak arasında, 15 km'ye yakın bir uzaklık
vardı.
- Yörürsek, akşama kalmadan vannh.
- İnşallah. -
- Amma sen hamlayacahsm;
. - Hamlamam, ben çoh yörürim.
- Nerde yörürsin?
- Ahırlarda metinleri yörüyerek ezberlirik. Her gün ayahta yörir
duririk.
- Haydi bahah.
329
57
Sabahın alabildiğine sert ayazma karşılık, öğleyin biraz kınimışü
hava. Çözülmeye başhyan karların üzerinde artık yürünemiyordu. Batı
batı-veriyorlardı. Ayaklar biraz üşür gibiydi, ama gövdenin kalan
kesimi, bata çıka yürümekten, zorlanmaktan terlemişti bile. Karların
üzerinde oturup biraz kahvaltı yaptılar. Sonra yine "-ha babam!".
Zorlu, çileli bir yolculuk. Refik, arada bir dönüp küçük arkadaşına
bakıyor:
- Nasısm? Diye soruyordu.
Oda:
- Eyim, yöririm.. diye karşılık veriyordu.
İyi olduğunu söylese de yorulmuştu. Refik'in ardından
sürükleniyordu. Düşe kalka.. Refik de çok yorulmuştu. Çünkü yükü,
oldukça ağu-dı. Akşania kadar varmaya çalışıyorlardı Tutak'a. Çünkü
akşama kalu-larsa, ayaz artar, tipi bile çıkabilirdi. Ama Refik, küçük
arkadaşını hiç korkutmuyordu. Hep rahatlatıcı şeyler söylemeye
çahşıyordu. Kimileyin de şakalaşıyordu.
- O kızı çoh sevdin mi? '
-Safo'yu mu?
-Hee. ,
. -!!!
- Haydi söle söle utanma. O da seni sevmiş.
-Kimdedi?
- Belli olirdi.
-!!!
- O kızı sene alah mı (sana alalım mı)?
- Ben ohirim, ohuyup âlim olacam.
- Gene obursun. Kız, ohumanı elinden alacah değil ya.
- Ben onu alim de nere götürim?
- Bir eve koyarıh.
- Böyümeden, çoh ohumadan, evlenemem bea
330
Bf' - Sen bilirsin.
Öğleden sonra yaklaşdc iki saat daha yürümüşlerdi. Derken,
Tutak'a yaklaştdar. Tepeye çıktıklarında, karşıda gözüküyordu Tutak.
Akşam da yaklaşmıştı.
-Artık geldik sayılır.
-Hee.
- Çoh yoruldun mu?
- Yoruldum.
- İstersen biraz oturâh. • .
Biraz oturdular. Yine karlann üzerine. Ama altlarında halı serili
gibiydi. Yayılıverdiler. Sonra kalkıp yine yürüdüler. Bir saat sonra da
vardılar.
Kapıyı açıp içeri adım attıklarında herkes evdeydi. Büyük bir
heyecan. Özellikle"bibi"de. "Bibi" sevinçten ağlıyordu. Herzamanki
gibi. Sarılmalar^ öpüşmeler. Büyüklerin ellerinin öpülüşü. Hizmet
için koşuşmalar. Üst, baş, el, ayak çıkarılışı. Ayakların hemen suya
sokuluşu. Sonra tandıra ayakları uzatıp ısınışlar. Tatlı, sakalı
söyleşmeler. "Bibi", "enişte Ahmet", evin tek kızı Gülenaz, Refik'in
karısı Huriye, Fayjk, Memel ("kel fesat"), Hamza.. Hep oradalar.'
Yenecek, içilecek şeyler getirildi, karınlar doyuruldu. Sonra yine
söyleşmeler, şakalaşmalar. Yatana dek sürdü coşku.
331
58
Çocukların oyunlarının çekiciliğine kaptırmıştı kendini. Bu
yüzden okumayı bir kaç gün bi yana bırakmış, oyunlara dalmıştı.
"Kayma" vc "vızik" (topaç) oynamak.. Çok latlı gelmişti. Tahta
parçaları ve derme-çatma şeyler alınıyor, yük.sekçe bir yere, bir
tümseğe çıkılıyor; kayılıyordu. Çok coşku veriyordu bu. Her kaymada,
bilinmeyen dünyalara doğru hızlanılıyor, yıldızlara gidiliyordu sanki.
Kayma tutkunu çocuklar, kayarken düşme tehlikesini göze alarak
hızlanıyorlar, coşuyorlar, kendilerinden geçiyorlardı. Tadına
doyulmuyordu kaymanın. Düşmeler, kalkmalar, kayılan nesnelerle
birlikte taa uzaklara fırlamalar, ellerin, b,K\.ıkların, yüzün - gözün
sıyrılışları, üşümeler, titremeler.. Kol - bacak burkulmaları, kırık -
çıkık olayları.. Doğaldı bütün bunlar. Ve hiçbiri, kayma sevgisini
engellemiyordu. Eline bir tahta parçası geçiren, doğru kaymaya
gidiyordu. Kayıyor, bir daha kayıyor, bi daha kayıyordu. Soğuktan eli
ayağı dökülmüş, üstü - başı ıslanmış, dahası yırtılmış olarak eve
gittiğinde, bir de evde azar işitmek, dövülmek pahasına da olsa..
Aileler, ne yapsalar, ne etseler, k;ıyma tutkunu çocukları
vazgcçircmiyorlardı bi türlü. Baskıyla-bıraz vazgeçer gibi olsa da,
fır.saiını bulduğunda yine kaymaya koşuyordu çocuk. Bi daha
kaymayacağına sözvcriyor, ama gönlünü kaplırdığı için bir daha, bir
daha kayıyordu. Evde olduğu zaman bile aklı k;i\ HKi^la kalıyordu.
"Vızik". Kimi yörelerde "topaç" denir, iki ad da uygun.
"Vız"layıp dönmesinden birinci ad verilmiş olmalı. Armut biçimine
getirilmiş ağaç. Ucunda, yani armudun sap yerinde de kabara
çakılmıştır. Ucu bu kabaradan.başlatılan bir ip, sicim, dolandınla
dolandırıla sarılır. İpin bir ucu da eldedir, parmağa bağlıdır. Yukarı
kaldırılan ve yaylaştınlan kolla, döndürecek biçimde sallanarak yere,
daha iyi dönmesi için dc buzun üstüne aulır. "Vızik", döner de döner
tepesinin üstünde. Coşku veren, işte onun bu dönüşüdür. Ya böyle
döndürülür. Ya da kırbaç gibi bir şeyle..
"Vızik" döndürmek te güzeldi kuşkusuz. Ama kaymak başkaydı.
* * *
332
Memet'in kızağım aldı. Küçücük bir şeydi bu kızak. O yaşta bir
çocuk üzerinde oturabiliyordu o kadar. Kaymak için elverişliydi.
Kızağı ahr almaz dc^u tepeye. Koşa koşa, soluya soluya vardı.
Ve kaymaya başladı. Gidiyordu bütün hızıyla. "Basra'ya, Kûfe'ye" mi
gidiyordu? Kanatlanmış gibi uçuyordu. Bir amaca bir ân önce
varıyormuş gibi bir coşku taşıyordu içinde. Yılduim gibi gitti. Vc taa
aşağılarda durdu. Bi daha yukarı çıkıp kayacaktı. Ne var ki, Memet
görmüş geUyordu. Kızağı alındığı için kızdığı belliydi. Söylene
söylene ve kızağım geri almakiçin koşuyordu. Sonunda varıp yetişti.
- Ver benim kızağımı, ben kayacam.
- N'olur bir kere daha kayim.
- Olmaz!
-N'olur!
- Sen git kitaplarını ohu.
- Şimdi ohumak canım istcmir.
- Bizim buraya kaymah için mi geldin? Ohumah için gcimedin
mi?
Memet, ki7.ağını çekip aldı. O da baka kaldı. îçerlcmişti. Yine de
Memet'i izlemekten kendini alamıyordu. Memet kaydı, bi daha, bi
daha kaydı. O da hep imrenerek bakıyordu. Fayık geldi o sırada.
Memet'in elinden kızağı zoria alıp ona verdi.
- Haydi sen de kay., dali.
Bu kez Memet içerlerken o gidip kayıyordu. Tepenin üzerinden
başladı. Hızlandıkça hızlandı. Nc var ki, kayık yolunu değiştirmişti.
Gitti, gitti ve bir kayaya olanca hızıyla çarptı. Kayık bir yana, o da bir
yana liriamıştı. Serilivermişti oracıkta. Bayılmıştı. Koşup vardılar
yanma. Fayık, kaldırmaya çalışırken, bir şey oldu diye ağlıyordu.
Daha büyük yaştakiler geldiler, yavaş yavaş kaldırdılar. Bir süre sonra
kendine gelmişti. Ama kolu çok ağrıyordu. Büyüklerden biri sırtına
aldı eve götürdü. Bibisi onu bu durumda görünce ağıtı kopardı. Hemen
koluyla ilgilendiler.
- "Sınıhçı"ya götürek.
- Haydi götürek.
Alıp götürdüler.
333
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 05:11 .