Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Turan Dursun > Turan Dursun

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #21  
Alt 30-09-2012, 00:17
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

125

Tümüne ilişkin "haberler", Yani "bilgi"ler. Alan alır, almıyan yaya
kalır.
"İkinci SuâF'den başlayıp büyük bü- keyfle okuyan imamın, kendi
gibi sesi de çok tatlı ve dinlendiriciydi. Dünyanın en çekici, en tatlı
masallarının bile kolay kolay veremiyeceği bir tadı veriyordu. Ve can
kulağıyla dinliyordu herkes. Coşup taşarak..
- "Allah AllahI sen nelere gadir değilsin!"
- "Seni inkâr eden küllü kâfirdir"
- "Keremine gurban senin!"
Hoca okuduklarını daha da açıklasın diye sorular da yöneltiyordu
arada sırada:
- Hoca şunu da anlat!
- Hoca bunu da ahlat!
"HîütTaalâ. Evvelâ bir cevher yarattı. Yeşil zebercedden. Bir nazar
kıldı; nazarın heybetinden cevher titredi, su oldUimevcc gelip
kaynadı... Suyun yüzünde bir küf yarattı... Tabaka tabaka gökleri
yarauı. Yedi kat gök. Her birinin kalınlığı beş yüz yıllık... Yedi kat
yerleri yarattı. Her birinin kalınlığı beş yüz yıllık..."
Hocanın "İkinci Suâl"in cevabı olarak kitaptan okuduğuna göre:
Yedi kat gök, "suyun buharı"ndan; yedi kat yeri de, yine suyun
"küfünden, köpüğünden" yarattı.
-"Allah Allah, sen hcrşeye gadirsin yâ Rabbî!".
- "Amömâ ve saddaknâ!"
Büzüldüğü yerde, yüzlere bakan, sözleri dinleyen küçük konuk bir
soru yöneltti hocaya:
- Hocam, gök katlarının, yer katlannm her birinin beş yüz yıllık
olduğunu okudun.
-Hee?
- Yaya "yörüyerek"mi, arabayla mı? Yahnd da, atla mı "beş yüz
yılhk"?
Bu beklenmedik soru, dinleyenleri mest ederken, hocayı da
şaşutmışu. Şaşkınlık, daha önce böyle bir soru hiç .sorulmamasmdan
mı, yoksa soranın bir çocuk olmasından mıydı? Belli değil. Hoca
126
bendini toparlayıp cevabı yapıştırdı:
- "Deve yürüyüşüyle herhal".
Bunu nereden bildiğini de açıklamıştı: "Seferi" için Şeriattaki
uzaklık, "deve yürüyüşü"yle ölçülür. Öyleyse burada da aynı ölçü
geçerli. "Beş yüz yıllık bir kalınlık", kitapta açıklanmadığına göre
böyle anlamak gerekirdi. Yani göklerin ve yerlerin her bir katından
öbür kata doğru "deve"yle yürüyen olsa, katı bir uçlan öbür uca, ancak
beş yüz yılda geçebilecek. "Vay babo!U"
Bir evde konukken başına gelen "düş azması"ndan söz açarak
hocayı epeyce bocalatmış, cemaati de güldürmüş olan sevimli adam
yine atıldı;
I - Ey gözüne gurban olduğumun hocası hele dur, şu bizim
bildiğimiz deve, o "kfit"larda nasıl bulunmuş da, kaç yüz senede yol
aldığınıgörebilmişler? Deve oralarda ne arar? Haydi söylesene gurban
olduğum!
• Hocanın cevabı da hazu-dı:
- Hele sen söle, her şeye gücü yeten Allah'ın ona gücü yetmez
mi? Helbet, ona da yeteri '
- "Amenna vc saddaknâ!" (inandık, imân getirdik, onaylıyoruz!)
sesleri.
Hoca için: "Allah'ın hikmetinden sual olunmaz!" biçiminde bir
kurtarıcı cevap daha vardı, ama hoca bu kez bunu kullanmadı.
Bir başkasının sorusu:
- Hoca Efendi, "yeşil zeberced" geçti. Nedir "zeberced"?
- Onu da ancak Allah bilir. Değerli "mücevharat"tan biri herhal.
Demek "su"lar ondan yaraülmış.
- Heee, işte ondan.
- Gurban olduğum Allah sen nelere gadirsin.
- İnanmayan küllü kâfir.
Bir başkası sordu:
- Demek yedi kat gök,suyun buharından, yedi kat yer de
kufiinden, köpüğünden yaraülmış hee?
- He can işte tam dediğin gibi.
127
- Küften, köpükten; onca yerleri, yedi kat yeri yaratmış Allah.
Hee?
- Hee, gurban hee.. Yaratmaz mı goca Allah?
-Amenna..
- O her şeye gadir. /
- İnanmayan küllü kâfir.
Çaylar gelmişti. Çok geniş bir bakır tepsi üstünde, doldurulup
tabaklarına konmuş bardaklar.. Yanlarında da şekerlerin küçük küçük
kırılıp doldurulduğu küçük şekerlikler. Çay severler, "kıtlama" içerler.
İçmeye başladılar. "Üfırrr firrrrmt ehhh..!" diyerek uzun uzun sesler
çıkaran "rırt"larla.. Ve ağızlarda dilin allıjıa sıkıştırılıp saklandığı belli
olan şekerlerle..
Her toplantıda odada çay olmaz. Yoksa "başa mı çıkılır"? Ama
yaz geceleri her zaman toplanılacak değil ya. Üç-beş kezi geçmez.
Onun "misafir"i de bi şey tuunaz.
Sigara dumanıyla dolmuştu oda. Göz gözü görmüyordu. Ve içen
de, içmeyen de alışıktı buna.
Çaylar içildi, namaza geçildi: Yatsı namazına. Yaşlıların,
hastaların, yorgunların abdeslleri bozulmadan kılınması isteniyordu.
Vakit geçmiş olsa da dışarıda bir ezan okundu. İçerde de "kamet".
Namaz için kalkıldı.
Yaşlı Yahya dayı, hocaya dönüp yüksek sesle isteğini bildirdi:
- Hoca, herkes yorgun, sünnet kaLsm.
- Haydi öyle olsun.
Duruldu namaza. Ayakta durmalara, eğilmeler, doğrulmalar, yere
kapanmalar, oturmalar, selam vermeler. Farzıyla, vitir vacibiyle namaz
kılınıp bitirildi. Teşbihler, dualar, tamam, biüniştir.
Mihrap gibi yapılmış olan oyukta hocanın duruşu oldukça
görkemliydi. Dudakları kıpırdıyordu. Hocaların dualarının,
"zikir"lerinin herkesihkinden daha uzun olması gelenektendi de ondan.
Bir şey okumamış olsa bile okuyormuş gibi dudaklarını kıpırdatır
hoca. Genellikle böyle..
Kellesi kesik herifi getirmeye gidenler gelmemişti daha. Onlar
gelmeden de kimse gitmek istemiyordu. En iyisi, yine hocanın
128
okumasınıdinlemek, arada da söyleşmek.
Önerilir önerilmez, hoca yine başladı "Kırk Suâr'e. Birincisi
bırakılıp ikincisi okunmuştu. Çünkü birincisi,, daha önceki bir
toplantıda okunup dinlenmişti. Hoca "Üçüncü Suâl"e ve cevabına
geçecekken, biri bir soru sordu:
- Hoca Allah, Adem Aleyisselam'ı hangi günde yarattı?
- Onu, "Birinci Suâr'in cevabında okumuştum, dinlemedin mi?
, - O mecliste ben yohtum hoca efendi. Vallaha yohtum.
Cemaüt, "Birinci Suâr'i ccvabıyla birlikte yeniden okumasını
önerdi hocaya. Bilgiler, yenilenmiş olurdu, unutulanlar ojmuştu
çuitkü.
Aıria yine dc hoca, "Birinci Suâr'in cev;i!»! üfi lümünü değil dc
önetn'i\crlerini okumayı uygun gördü.
llak Taalâ, âlemleri alu günde yarattı...
Pazar günü: Melekleri,
Pazartesi : Güneşi, ayı, yıldızları.
Salı günü : Gök katlarını ve gök halkını, •
Çarşamba: Yer katlarını vc halkını,
Perşembe : Cenneti, hurileri, gtimanları....
Cuma : Yeryüzündeki şeyleri vc Adem'i...
. Cumartesi: Kalan hcrşcyi yaratu..."
Küçük konuk, "Kırk Suâl" kitabında verilen bu bilgilerin bir
kesiminin, okuduğu kaynaklardaki bilgilere pek uymadığını
görüyordu. "Söyleyim mi', söylemeyim mi" diyc az duraksadıktan
sonra söylemeye kaar verdi:
- Hocam!
-Hecan?
- Alemlerin altı günde yaratıldığı ayette de var. Ama ötekiler,
benim okuduğum hadislere uymir.
- Hangileri uymir?
- Bön şölc ezberledim: "Allah, Cumartesi günü: Yeryüzünü,
Pazar günü: Dağları, Pazartesi günü: Ağaçları, Salı günü: 'Mekruh'u
(kötülüğü), Çarşamba günü: 'nûr'u, Perşembe günü: Hayvanları ve
129
Cuma günü de: ikindiden sonra: Adem'i yarattı"
- Sen bunları nerden ezberledin?
- Müslim'in hadisinden.
- Müslim'in hadisi daha dorgudur. Ezberlemişsin efferim.
Dinleyenler hayranlık göstermişlerdi:
- Allah anasına, babasına bağışlasın.
-Maşallah subhanallahi
-Bin kere maşallah!
- Allah kem gözlerden saklasın.
- El kadar çocuh, dolup taşmış maşallah!
Bakışlarıyla da ilgilendiklerini gösteriyorlardı. Hele Ellcz Emmi,
Yahya Dayı gibi yaşlılar. Kasım ağa, Atkcscngil'lerdcn IVIuhtar Kerim,
sevgi ve hayranlıklarını iyice belli ediyorlardı. Hoca da çok
ilgilenmişü. Kitabı okumayı biraz gecikürip .sorular sordu.
- Bu kövde çok kalacahsm?
- Yann Tutak'a gidecem. Orada bibim var.
- Adın hc senin?
-Duran.
- Demek Esmer'li Abdul Höea'nın oğlusun.
-Hee.
- Karlalh kövündc ohirsin.
-Hee. :
- Hocan kim?
- Celâl Hâfız'ıdı, şimdi epeydir molla Nasır.
- Molla Nasır Türkçe bilmez ki?!
- Ben Kürtçe öğrendim.
- Maşallah.
- Hangi dersleri ohirsin?
Hangi dersleri okumakta olduğunu, hangi kitapları bitirdiğini,
neleri ezberlediği sayıp sıraladı. Daha neleri okuyacağını, 5-6 yıl içinde
"icazet" alacak duruma gelmek için çahştığmı, "Basra'lı, Kûfe'li
130
Alıntı ile Cevapla
  #22  
Alt 30-09-2012, 04:53
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

âlimleri bile geçmek için "azimli" olduğunu da söyledi.
- Maşallah ...'lara
- İnşallah ...'1ar eklendi.
Hoca, bir "suâl" \'e cevabmı daha okuyup bırakmak üzere kitaba
yöneldi:
"...Hak Taalâ'nm yaratmış olduğu gökler...
Birinci kal gök: Buhardan yaratılmıştır. Adı, Berkiya'dır.
Müvckkel, (görevli) tsraril'dir. Buradaki meleklerin cn ulusudur.
Yağmura müvckkeldir. Onun izni olmadan hiçbir yere yağmur
yağmaz.
İkinci kal gök:
Has gümüştendir. Adı Kayyum. Baş müvekkcl meleğinin adı:
Mikâil...
Üçüncü kat gök:
Kızıl yakuttandır. Adı: Maun. Baş müvekkcl meleğinin adı:
Scdâil...
Dördüncü kat gök:
Kızıl altındandır. Adı: Hakuvra. Baş mü%'ekkcl meleğinin adı:
Arka! un...
Beşinci kal gök:
Ak incidendir. Adı: Naun. Baş müvokkoimcloğiain adı: E.slail...
Akıncı kat gök:
Sarı yakulıaııdır. Adı: Rakka. Baş müvekkcl meleğinin adı:
Melkâil...
Yedinci kat gök:
'Nûr'dandır. Adı: Uryaba. Baş müvekkcl meleğinin adı:
Refail'dir..."
Burada kesti hoca. Kitabı kapatıp kılıfına koydu. Kaldırıp asülar.
-Gidenler, niye gelmediler daha'.'Nerede kaldılar? '
- Hcrhâl arirlcr.
- Hele biraz daha durah, gelirler.
Genellikle herkes yorgun ve .saat de epeyce ilerlemiş olduğu halde
131
kimse kalkıp gitmek ister görünmüyordu.
İlgiler yine küçük konuğun üzerinde toplandı. Derviş kılıklı biri
SOTdu:
- Şeyh Şaban hazretlerini de tanir misin?
-.Tanirim.
- Kerameti zahirdir.
- Mübareğin üzünden de hep nur damlir. , •
Bir başkası dayanamayıp auldı:
- Bırah Allah'ını seversen. Kürdün "kerameti mi olur. Hem ne
"nur"u nc mübareği?! "Kürticn evliya koyma havluya" diye boşa mı
demişler bre herif?
- Senin dinin imanın yoh. Evliyayı ne bilirsin, kerameti ne
bilirsin!
Hoca tartışmayı kapatu:
- Hele durun canım, kavğayı-dövüşü bırahm da güzel güzel
konuşiüı!
Belki dc tanışman m önünü iyice almak ve konuyu değiştirmek
için "kulleıcyn"dcn .söz açu küçük konuğa yönelerek:
- Kullcıcyndcn sen de abdest alir misin?
- Yoh. Ben Hanefi'yim. ı
-Gene aynı ele pi.stir'?'
- Hcc. Çoh pis. Fırtıhh.
- Dediğin gibidir oğul. Şafii köylerinin çoğu ele. Mezhepleri
cevaz verir. Bizimki vcrmir.
- Bizim mezhep, "aşrun fi aşrin"i şart koşir.
Hanefi mezhebine göre, bir durağan suyun, havuzun, pislik içine
atılsa bile pis olmaması için, "aşrun fi aşrun" boyutlarında olması,
yani havuzun her kenarının 10 arşın bulunması "şart"tır. Bunu
söylemek istiyordu. Ama oradakilerden bunu anlayan pek yoktu. Belki
hoca da anlamıyordu bunu. Ama çocuğun dediğini anlamış göründü.
Tam o sırada da atlı arabayla gidenler içeri girdiler.
132
- Ne oldu ola, geiirdiz mi herifi?
-Yoh.
-Ola niye?
"Niye"sini anlaıtıUu-:
Dereye, kurbagalı gözenin oraya vc larif edilen yere gilmişicr,
fenerlerle bakmışlar, ama bulamamışlar, Sö/.ü edilen çukurda yokmuş
başı kesik adam. Ama çevrede kokuyu duymuşlar. Ne ki koku her
yandan geliyormuş. Aramaya koyulmuşlar. Bir yerde bir kola, bir
başka yerde bacağa rasllamışlar. Gövdenin kimi kesimlerini dc parça
parça bulmuşlar. Kellesine gelince, o denli arayıp bakukian halde
bulamaımşlar bi Lürlii. Gecikmeleri bundanmış. Buldukları parçalan da
lcli.se doklunnuşlar, sonradan bulabilecekleri bir çukura gömmüşler.
Gelebilecek ilgililere gö.stcrmck için..
-Allah Allah! "
- Fe Subhanallah!
- Neûzü billah! .
- Kim parçalamış ccsaii?
- Kuri-kuşparçalamışur herhal.
- Kesik kelle nereye giuniş?
- Kimbilir?
Öğrcuncn. düşüncesini söyledi: »
- KalilİGrin ya kendileri, ya da adamları buradadır. Başı kesilen
adamın görüldüğünü de duyunca, davranıp gilmişicr, parçalayıp
aımşiardır sağa sola. Tanmmaması için.
- Hee, dorgu ögreimen bey. Dorgu sölirsin.
- Başım da bulunmasın diye kimbilir nereye gömmüşlerdir.
- Onu da parçalamışlardır, olmaz mı? '
- Olur, hepsi olabilir. .
Muhtar da öğretmenin görüşüne katıldığını söyledi. Ertesi gün,
karakola, savcılığa söyliyeccğini, işin peşini bırakmayacağını anlattı
kararlı kararlı.
Vc biraz daha konuşiukum sonra dağılıp gittiler.
Odada kalan vc oraya hizmet edenlerden olduğu anlaşılan biri,
1.33
yüklükten bir döşek indirip serdi. Ardından da yorganını, yastığını
koydu.
- Haydi buyur, sen de yat artıh.
Küçük konuğun yatağa geçmesiyle uyuması bir oldu.
* * *
Kulleteyn. Büyük, bir kalabalık var. Başta Molla Nâsır;
Abdurrahman, Seydo, Şehmus, Tâhâ, Osso, Kasım; Şeyh Şaban ve
ınürillcrî hep oradalar. Ayrıca küllük halkı, kadın, erkek, çoluk-çocuk.
Çevresinde bunlar; içinde de kurbağalar, tosbağalar, çöplerle, iiriıklarla
birlikte yüzmcktclcr. Yanlarda yılanlar,kurbağalara saldırmakıaku". Ve
işle kellesi kesik heril". Kellesini koltuğuna almış karşıda durmakla.
Herkes de ona bakmakta. Herif yürüyor, kalabalığın üstüne doğru
geliyor. Korkup panik içinde kaçıyorlar. Neden ki ölüden korkulur.
- Başı kesik! Böyle birinden korkulur mu?
- Olsun. Korkulur, daha çok korkulur. Değil mi ki ölüdür.
-Haydi çabuk kaçın, adam geliyor!
Safo da orada.
- Türko haydi sen dc kaç, kaçalım!
Birlikte koşuyorlar. Sidik dc bir yandan bastırıyor. Çok sıkıştı.
Sidiklemek için duruyor.
-Safo, dur bekle, sidikliyim..! \
Başlıyor sidiklemcye.
- Haydi çabuk ol, herif geliyor! Yakalıyacak!!!
Vc daha çişine yeni başlamışken yakalanıyor başı kesik herife.
Korkunç bir şey. "Kara kuru" (karabasan).
Uyandı ki Kasım Ağa'nm odasında. Yalakta. İşediği yer dc döşek.
"Eyvah! Döşeğe cuUamışım!"
Korkunç durumun bir düş olduğuna sevinmeliydi. Ya döşekteki!?
Cullaması da bir düş olsaydı sevinecekti. Ama bir gerçekti o.
Şimdi neolacak?
Sabahleyin görünce ne diyecekler?
134
Alıntı ile Cevapla
  #23  
Alt 30-09-2012, 04:54
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- Akşamki çocuk var ya, şu herkesin "maşallah, subhanallah"
dediği küçük molla?!
-Hee?
- Sen, gel temiz döşeğe cullâ.
-Ya?!!!
Böyle konuşup kmıyacaklar. Ve alay edecekler:, "Molla molla gel
döşeğe çulla!" diye.
Ne^yse artık olan olmuştu. Şimdi birşeyler yapmalıydı.
Sidikli döşekten kalktı. Akşamdan kibritin nereye konduğunu
görmüştü. Kolaylıkla bulup aynalı lâmbayı yaktı. Her zamanki gibi
donu yoktu. Odada kimse bulunmadığı için şalvarını da giymeye gerek
duymadı. Sidiği yıkasa iyi olurdu. Sabaha kadar kururdu. Sidik sidik
kokmazdı. Böylece olayı da kimse bilmemiş olurdu, karşıda leğen ve
suyla dolu ibrik vardı. Davranıp aldı; götürüp yıkamaya koyuldu
döşekteki sidikli yeri. Ne var ki "yıkayım" derken kuru kesimlerini de
ıslattı. Hemen hemen tümüyle ıslanmıştı döşek. Çok kötü. İyice
"rezil" olacak. Yapılacak tek birşey kalmıştı: Erkenden kaçmak. Buna
karar verdi. Şimdi, sidiğinin kalanım da tamamlamahydı.
Kapıya yöneldi. Bu kez de şaşkınlıktan yine şalvarını
giymemişti. Öylece dışarı çıkıp bir kıyıda culluyacaktı. Kapıyı açar
açmaz, köpek havlamalarıyla karşılaştı. Hemen geri çekilip kapıyı
kapattı. Belki aradan, eşiğin oradan "attırabilirdi". Ama yapmadı bunu.
Neden ki, yaygın inanca göre: "Eşikten işeyenleri cin çarpar"dı.
Sidiğini tutamıyordu da. Ortadaki hasırı kaldırdı. Şeyini eline aldı ve
başladı; bahçesini sulayan bahçivan gibi orayı burayı sularcasma
işemeye. İyice bitirdi. Ama terslik son bulmuyor ki: Kapı gıcu-dayarak
açılmaz mi? Bir de ne görsün: Akşam, yatağını seren adam.
Kendisiyse "dal-daşşak". Bu da bir karabasan değil mi? Öyle korkunç.
Nc ki bir düş değil tümüyle bir gerçek.
Adam donup kalmışcasma durup bakıyordu şaşkın.
"Allah'ın belâsı bu herif de ncrden çıktı!"
Meğer, köpek havlaması üzerine uyanmış adam. Bir de ışığı
görüp, odanın kapısının gıcırdadığını da duyunca fırlamış. "Acaba
birşey mi var?" diye.
135
"Küçük Molla", iş işten geçmiş olsa da toparlandı. Büzüldü bir
yana. Öyle kalakaldı. Bir suçlu ohırak. Adam, ommçıplak durumunu,
orada-burada küçük gölcükler oluşturmuş olan sidiğini görmüş,
kokusunu da duymuştu. Ama döşektekini görmemişti dtıha. Neden ki,
biraz uzakta, kapmm arkasmdaydı. Döşeğin durumunu da görünce
kimbilir nc diyecekti. "Sidikli molla" Suçlu suçlu dururken bunu
düşünüyordu hep.
Adam ses çıkarmadan ilerledi. Konuşmuyordu ama, bakışlarıyla
konuşandan daha çok şey söylüyordu.
Terslik yine sona ermemişti:
Önüne bakmadan adımlarını atan adam, sidikli yerde ayağı
kayınca kapaklanıp düştü. Hem de ne düşüş! Dizleri, üstü-başının b\r
kesimi, elleri vc çenesi .sidikli çamura bulanmıştı. Öylesine ki "bir
alâmet"!
"Küçük molla", adamın bağıracağını, kızgınlığıyla belki de,
döveceğini düşünüyordu. Ama adam ne kızdı, ne de bağırdı. Tersine;
gülüyordu.
Adam bir daha düşmemek için önüne bakarak gidip ibriğe baktı;
içinde su yoktu. Yumuşak bir sesle vc şaşılası bir sevecenlikle
konuştu:
- "Birezdcn gelirim.
- Karnın açsa, gelirken ekmek, yoğurt getirim.
- Aç değilim.
"Küçük molla", aç olmadığını söylerken kendini tutamayıp
ağhyordiida.
- Ağlama, niye ağiirsin? Suç benim. Yatarken işetmeye
götürmcdim. Sen dc itten korhup dışarı çıhamaymca böyle olmuş.
Olacağı buydu, ağlama. Ben çebik gelir, burayı da temizlerim gurban.
Sonra çıkıp gitti.
"Herif nc iyi herif. Kızmadı. Döşeği görse belki yine kızmaz..?"
Bir süre sonra adam geldi. Elinde ibrik, ekmek, yoğurt yerine de
sıcak süt vardı.
- Gel haydi gurban olim, al şu sıcak sütü iç epmekle!
136
Alıp sütünü içti. Ekmekten ısıra ısıra. Karnını doyurmuştu
"-Şükür, karnımı doyurdum. Ama herif döşeğin durumunu daha
görmedi. Görünce ne diyecek acaba? Suçun bende olmadığını
söylediğine göre, yine iyi davranacaktır..."
O böyle düşünürken, adam döşeğin durumunu görmüştü bile.
İslak döşeği katlayıp bir yana koydu. Yüklükten başka döşek çıkarıp
serdi. • - ,
-Haydi gel yat benim babam. Daha sabaha çoh var.
"Küçük molla", yorganın altında şalvarını çıkarıp yatmaya
hazırlanırken, adam da getirdiği sudan, yerdeki sidiklerin üstüne azar
azar döktü, çapıtlarla da olabildiğince kuruladı. Bir yandan da nasıl
uyandığını, nasıl geldiğini anlatıyordu. Ve
-Sen uyu şimdi... diyerek çıkıp gitti.
"Hızır mıydı bu herif? Yoksa evliyadan biri miydi? İnsan
kılığında melekti belki de. Yardım için gelmişti..."
- "Rabe kuro, rabe!" (kalk ulan kalk!)., diye uyandırılmamı.şu bu
kez. .
- "Kalk küçük molla kalk!"., diyerek uyandırmışlardı.
Vc bu kez Kartallı köyü'nde, camide degil; Esmcr'dc, Kasım
Aga'nın odasındaydı. Kahvaltısı da yanına getirilmişti. Ekmek,
yumurta ve süt. Kendisine bir de haber vardı:
- Tulak'a arabayla gideceksin. Seni bekliriz. Sen karnını eyce
doyur.
Karnını doyurdu. Gitmek için hâzır olduğunu söyledi. Gelip
aldılar.
137
19
üzerinde kimi boş, kimi yarışma dek dolu çuvallar bulunan bir
kağnı. Boyundurluklanna koşulmuş, yürümeye hazır, kuyruklarını,
kuru-yaş boklarla kaplı kıçlarının üzerinde sallarken nereye
gideceklerini biliyor gibiler. Dingilleriyle birlikte dönen, demir çember
geçirilmiş iki tekerlek. Muhtar, yanında bir-iki kişi daha. Atladılar
arabaya- "Küçük molla"ya da atlamasını söylediler. O da atlamaya,
çıkmaya çalıştı, ama başaramadı. Biri aşağıya indi, kucağına aldı ve
arabaya koydu onu.
- Haydi sür arabayı, geç galdıh..
Sürücüsü, arabayı sürdü. Taşla-kcrpiçle yapılı, duvarları ve önleri
tezeklerle kaplı evlerin arasından, çeşitli pisliklerin karıştığı
K>/-lu-topraklı yollardan, iz bırakarak yürüdü araba. Harmanların
yanından dolaşıp köyü arkada bıraktı. Bj.'.jnnı ve kuyruklarını
.sallıyarak-çekiyordu öküzler. Koşulu oldukları boyundurukların
alünda, uysal uysal.. Nice emekçiler gibi..
• -Havanın tatlı sıcaklığı, ninni gibi gelen "mazı" gıcırtıları ve
sürücüsün öküzlere: "-Haydi ho babam!" di)\.rck seslenişleri arasında
uyuyuvcrmişti. Sarsıntı ve gümbürtülerle de birden uyandı. İnişe
geçilmişti. Oldukça dikti iniş. Yol da taşlı ve yer yer çukurlu. Yine de
kağnı hızlanmıştı. Üstündekileri silkcleye silkeleye, paldır küldür
gidiyordu alabildiğine. Önde, iki yandaki "kop"ları, varıp varıp,
boyunduruk altındaki öküzlere vuruyordu. Kıçlarına kıçlarına ve arada
kalan kuyruklarına. Öküzlerde bu tatsız vuruşlardan kurtulmak için
koşar adıma geçmiş, "kop"ların tepelerine sıça svça gövdelerini öne
a u y o r a u o l a n c a hız-larıy \ a .
Uyanır uyanmaz, düşmemek için kağnıya yapışırcasına olduğu
yere sarıldı. Başı da önde.. Bir süre sonra varılan yer düzlük. Bir de
başını çevirdi ki ne görsün: Husso. Kartallı köyünden iki kişi daha İki
de jandarma. Meğer o uyurken yolda arabaya binmişler.
138
Alıntı ile Cevapla
  #24  
Alt 30-09-2012, 04:56
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- Sen misin Halo Husso?
. - Türko! Senden bir gün sonra köyden çıktık, sen daha Tutak'a
gitmeden yakaladık seni!
- Ne zaman çıktınız?
- Daha şafak sökmeden.
- Biz Esraer'den öğleye yakın çıktık. Demek onun için yetiştiniz.
Peki ne var nc yok?
- Beni götürüyorlar. Karakola götürüyorlar.
- Sen.nc yaptın ki?
- Kız kaçırdım.
-İnanmam!
- Vallahal Hammame'yi kaçırdım.
-Nczamiuı?
- Sen bize gelmiştin ya, o akşam. Sen gidince, öccc.
- Nasıl oldu hele anlat.
Araba bir yokuşu tırmanıyordu. Öküzler de zorlana zorlana ,
çekiyordu. Boyunduruk altındaki boyunlarını iki yana büke büke,
başlarını ve kuyruklarını sallıya sallıya. Yokuş iyice diklcşince ve
öküzlerin de anık çekmeye güçlerinin ycuniycccği anlaşılınca herkes
arabadan indi. Bu arada Husso, yanyana gliliği Türko'ya anlatmaya
başladı olayı. Türkçe bilmediği için kendi diliyle, yani Kürtçe.
Hammame'yi Dadikan köyüne vermişler. Şeyh Şaban'ın
halifelerinden ve köyün ileri gelenlerinden Kâmil ağaya, 3. karı olarak.
Husso'nun duyduğuna göre de bu işte aracılık eden: Hafız Celâl. Neden
ki, Hu.s.so'ya hıncı varmış Celâl'in. Hani şu olaydan. Hafız, ineğin
namusuna geçmiş; Husso da onu inek yerine koyup becermişti ya,
ondan. O gün bugün "Allah'ın kıllı kürdü"ne içerleyen hafız,
Hammame'yi sevdiğini öğrenince, kızı "ona yedirmemc"yc karar
vermiş kendince. Bir gün "cer" (bağış) toplamak için Dadikah'a
gitmiş. "Halife" Kâmil ağanın konuğu olmuş.
- Ne var nc yok Kâmil ağa? Nasılsın?
- Ben iyiyim hoca can, ben iyiyim de karılar iyi değil. İkisinde de
iş kalmadı artık. İkisi de çürüğe çıktı.
139
•-Senin canın sağ olsun, seni yeniden evlendiririk; olur-biter.
- Hani nerede helâl süt emmiş!
- Bulunur, bulunur. Hem "hâlin vaktin yerinde", hem de koskoca
Şeyh Şaban'm "halife"sisin.
- Sen bulsana!
- Benim'bildiğim bir kız var.
- Ncnaie?
- Kartallı kövündc. Güzel ve at gibi bir kız. Tam sana göre. Şeyh
hazretleri de "himmet" ederse, "sene" verirler.
Şeyh hazretleri "himmet" etmiş, iş de olup bitmiş. Kolaylıkla..
Bütün bunferı. Hafız Celâl, Kâmil ağııyla konuşurken orada
bulunanlardan biri gelip anlatmış Kartallı köyünde. Husso'ya da böyle
iletilmiş.
Hammame, Kulleteyn ve çöplük halkı içinde çiçekleşen,
güzelliğiyle göze-çarpan bir kız. Husso'ya gönül vermiş. Husso da
ona.
Nasıl? • .
Kimse bilemez.
- Seni çok seviyorum.
- Ben de seni. Tapıyorum .sana. ,
- Daha görürken çarpıldım sana.
- Ben de .sana.
- Biz birbirimize görcyiz.
- Kimse bizi ayıramaz.
Bir araya gelmişler de böyle ya da benzeri sözler söyleyebilmişler
mi birbirlerine. "Kıro"iar, "kaçe"ler, bu tür sözler bilmezler. Ama
birbirlerine, bu tür sözler söyleyenlerden çok daha güçlü anlatıriaV
sevgilerini. "Seviyorum" demeden severler ve "sevişme"den sevişirler.
Husso'yla Hammame de öyle sevgili olmuşlar işte. Çayırda, tariada,
harmanda. Ve de kulleteynde, çöplükte, yani "küllük"tc. Husso
"taharet" alırken, Hammame gizli gizli bakarken. Kçndine özgü
görünüşlerle, bükülüşlerle vc "kaş-göz işarellcri"ylc.. Sevmişler
birbirlerini. "Vuruldum" demeden vurulmuşlar, "çarpıldım" demeden
çarpılmışlar. Bir süre saklamışlar bunu. Ama sonra herkes anlamış.
140
Ne ki, sevenlerin arasında bitiveren "kara çalı", bu iki sevgilinin
arasında da bitivermiş. Hem de "şeyh"li, "halife"li olarak..
İyi ki, Husso güçlü. Öyle "çair'yı, malıyı dinlemiyecek,
kökünden söküp alabilecek güçte. Hammame'sinin elden gideceğini
öğrenir öğrenmez, yürümüş/Davranıp kaçırmış. Aynı akşam.
Yine aynı gece olayı öğrenmişler, şikayet için Tutak'taki
karakolun yolunu tutmuşlar. Karakola varınca, Husso'nun "evli bir
kadın"! kaçırdığını söylemişler. İşte jandarmalar da bunun için
•gönderilmiş. Husso, kızı kaçırdığı evden jandarmaları görür,görmez,
güçlük çıkarmamış, hemen teslim olmuş.
- Biliyorum, beni bırakırlar. İki de ianık götürüyorum, onlar da
anlatacaklar. Hammame'yi babasının evine götürdüler, ama, geri
döneceğine kuşkum yok!
- İnşallah.
- Kızla yattım, aruk başkasına veremezler. .
- Seni hapse sokmazlar mı?
- Sokmazlar. Çünkü kızın yaşı tutuyor.
- Peki .sen Türkçe bilmiyorsun, karakolda nasıl konuşacaksın?
- Götürdüğüm adamlar Türkçe biliyorlar, onlar konuşurlar,
anlatılanları da bana anlatırlar.
Güneş tepeyi aşmış, iyice eğilmişti, ama yine de sıcak vardı ve
terleticiydi.
Dik yer çıkılmıştı, araba durduruldu, herkes bindi yine.
Jandarmalar konuşmaya başladılar. Biri Adana'lıydı:
- Dinime Allah'ıma adam suçsuz. Kız da küçük değil. Birbirini
sevmişler. Şimdi senin sevdiğin kızı elinden alsalar da, 2 karılı bir
adama verseler, sen durur musun?
Öbür jandarma Konya'lıydı.
- Ülen durur muyum heç? tlem ortalığı birbirine katarım, hem de
alır, kaçırırım kızı.
- İşte bu adam da böyle yapmış.
- Sevenleri birbirinden ayırmasalar, sanki kıyama kopar.
141
- Allah'ını, kitabını s.liğimin dünyası böyle işte. İşin içine
zenginlik girdi mi, iş değişiyor.
- Neyse sen de sövme, gavur oluyorsun.
- Olursam olayım. Karakolda da, bu adamın suçsuz olduğunu
komutana söyliyeccm. Sen de söyle tamam mı?
- Söylerim, ben de söylerim.
Husso, askerlik de yaptığı haidc Türkçe öğrenememiş. Öğrenmek
için çaba harcamadığı belli. Çünkü oldukça zeki. Jandarmaların
konuşmalarını anlamıyordu. Ama anlayanlar aktardılar. Sevindi.
Sevindiğini de belli eden bakışlar yöneltti jandarmalara.
Bir iniş daha. Yine hızlanan kağnının, .salJıyarak, sarsarak pa/dır
küldür gidişi. Yine "kop"larm, öküzlerin kıçlarına vuruşları. Ve yine
bu vuruşlardan kurtulmanın yolunu, boyunduruk altında koşar adıma
geçmekte bulan öküzlerin güçleriyle ileriye atılışları.
Sonunda yine düzlük. Karşıda da: Tutak. Arada sulu ve sulan yer
yer gölleşen bir dere. Çamaşır yıkayan kadınlar, "çimen" çocuklar. Pat
pat tokaç .sesleri, bagnşmalar.. Uzun uzun kavaklar, oraya buraya
serpilmiş söğütler. Ve de dalları dolduran, UM lan, ötüşerek daldan dala
konan kara kargalar. Sürüyle.. Biraz ötede, kavaklı, .söğütlü ve yüksek
duvarlı mezarlık. Ve hemen karşısından başlıyan evler. Köylerde
görülen, alışılan türden. Önleri mayıslı, yarı taş, yarı kerpiç duvarlı,
duvarları ve damları tczckli-kcrmcli. Küçıik küçük pencereli.
Damlarının'ü.stündeki bacalarında yer yer gözüken dumanlar.
İkindi olmuştu. Hava yine sıcaktı. Öylesine ki, orada, o sıcaklık
pek ahşılan türden değildi.
- "Oohooo!" denerek durduruldu araba. Herkes indi. Suyunun
soğukluğuyla ünlü gözeden su içilecek, peynir ekmek yenecekti.
Arabadan inenler, döküldüler gözenin basma. Vc hemen suya
saldırış. Kimi avuçla, kimi boylu boyunca uzandıktan sonra dayadığı
ağzıyla.. Kana kana içliler. Suyla birlikte ufak tefek nesneler,
yo.sunlar, minik canlılarda akıp gidiyordu boğazlardan. Ama kimse
buna aldırmıyordu. "Ohh" serinlemişti herkes. Şimdi sıra, karınları
doyurmada.
Azık çıkınları getirilip ortaya kondu: Lavaş ve gagala ekmekler.
142

çeçil peyniri. Herkes "yumuldu"' ckmeğe-peynire. Avurtlar şişirile
şişirile.. Birkaç lokma, ardmdan gözenin soğuk suyu. Yolculuğun
tadma doyulmaz mutluluğuydu bu.
- Ola öküzleri unuttuk. Arabayı yanaştırın da onlar da su içsinler.
- Deredeki sudan içerler.
- O da olur ya, deredeki su bulanık. Ömer can, haydi sen git de
arabayı getirip yanaştır.
Ömer, iki avurdunu da adam akıllı şişiren iri bir lokma aldıktan
sonra yöneldi, arabayı getirip yanaşurdı.
Ön ayaklarından kimini, gözenin çevresine aralıklı olarak dizili
taşlara, kimini de aradaki çamurlara basan öküzler, boyundurukla
birlikte başlarını indirdiler ve ağızlarını daldırdılar. İçmeye koyuldular.
İnsanların içtiği kaynaklan. Ve de insanlardan daha iyi süzerek..
Soluya soluya.. Kuyruklarını ve kulaklarını sallıya .sallıya.. Kandılar
suya. Ve başlarını kaldırdılar. Birlikle, boyundurukla.. Özgür oLsalar,
belki ayrılıp her biri bir yiyecek bulacak çevrede. Yeşil ya da kuru bir
ol. Ama şu zâlim in.sanlar bırakmaz ki.. İnsanlar insan oldukça, onlar
da öküz oldukça bu böyle sürüp gidecek. Boyunlarında boyunduruk,
boğazlarında yara ya da nasır eksilmeksizin.. Nc var ki hiç de mutsuz
gözükmüyorlardı. Sularını içmiş, keyifli keyifli duruyorlardı.
Burunlarından, ağız çevrelerinden sular damlıyarak.. Kağnıyı çekmiyc
hazırdılar iU"lık.
Öküzler, gözenin suyunu bulandırmıştı. Su, yavaş yavaş
durulmaya başladı. Duruldu, duruldu. Suyun, dipteki kumları atı alı
vererek kaynayıp çıktığı yerler gözükecek kadar saydamlaşmıştı.
İnsanın yüzüne gülüyordu yine.
Gözenin suyu, biraz ileride bataklıklar oluşturmuştu. Mal-davar,
derenin kimi kez bulanık akan, her zaman da çeşitli pislikler taşıyan
suyunu beğenmeyip insanların içliği suyuna koşarlar. Çamurlara bata
çıka. O yüzden gözenin önü ve çevresi, tırnak izleri ve hayvan tersiyle
dolu. Pislikler, çamurlarla bir karışım oluşturmuş. İnsanlarca da
hayvanlarca da çok beğenildiği görülen göze, bu karışımla içli dışlı.
Hem su vermekte, hem de süzülen sulan içine almakla..
Herkes suyu içmiş, karnını doyurmuştu. Artık gitmek
gerekiyordu. Muhtar ve adamları savcılığa; Husso, tanıkları ve
143
jandannalar karakola; o da "bibi"sigillere'gidecekti.
Bibisinin evi, mezarlığın hemen üstündeydi.
Alıntı ile Cevapla
  #25  
Alt 30-09-2012, 04:58
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Evi bulmakta
güçlük çekmiyecekti. Yine de şu ileride çamaşır yıkayan kadınlara
bibisini sorsa iyi olurdu. Düşüncesini yol arkadaşlarına söyledi ve
gidip sordu kadınlardan birine.
- Bibimi tanir misin?
- Hele dur, bibin kim, sen kim, kimin oğlusun?
' -Bibim, "CırıkAhmed"inkarışıdır: Gülbeyaz.
- Haa, Gülbeya/. hala. İşte orada. Geliniyleçamaşu-yıklrü!
Kadın büyük bir coşkuyla müjde vermek için koşarken, o da
vedalaşmak için yol arkadaşlarının yanma gitti.
- Muhtar emmi bibim burdaymış, Artıh siz gidebilirsiz.
- Ey, çok ey küçük molla.
Hepsiyle birer birer vedâlaştı. Husso da kucağına alıp yukarı
kaldırdı, sonra yere indirip başını okşadı. Ayrılık konuşması yaptılar:
- Hâlo Hu.sso, işin bitince bibimgile gel.
- Nasıl bulurum bibingili?
- Mezarlık Mahallesi'nde. "Cınk Ahmet" dersen bulursun. Onun
karışıdır bibim.
- Olur Türko, gelir seni bulurum.
Arabanın üstünden heybesini, torbasını aldı. Araba yürüdü. O da
bibisine doğru yöneldi.
Müjdeci kadın haberi ulaşürmıştı;
- Kız, Gülbeyaz Hala! Müjdemi isterim, kardaşınm oğlu gelmiş.
- Yalan söleme kız!
- Vallaha da yalan değil, billaha da. İşte gelir.
. Ufak tefekti bibisi. Zayıf, el kadardı. 6 çocuk doğurmuş kadın o
değildi sanki. Dertler, çileler belini bükmüş, yüzünü buruşturmuştu.
Ama dünyalar güzeliydi. Bir coşku, sevgi, sevecenlik ambarıydı.
Yeğeninin karşıdan geldiğini görünce, sevinçten çıldırmışçasına,
elindeki çamaşırları fırlatü. Bir yandan da gelinine bağuarak koştu:
- Kız Huriye, Duran gelir.
Derenin kıyısından düzlüğe çıktığında Duran da yetişmişti.
Sarıldılar. Kadın hüngür hüngür ağlıyordu. Bırakıyor, bir daha sarılıp
öpüyordu. Yüzünü-gözünü yalıyordu yeğeninin. Ağlaması da
kesilmiyordu.
- J<;ız bibi, ağlama artıh. Niye ağlirsin?
- Şükür, şükür kavuşturana.
Bir süre .sonra gelini Huriye de gelmişti. Başkaları da. Bir
kalabalık oluşmuştu birden. Kadm, çocuk.. Neden ki, "Gülbeyaz
Hala"nın gösterdiği coşku ve yeğenine sarılışları başir başına bir
olaydı. Huriye, duruma karıştı:
- Ana hele bırah da soluh alsın çocuh. Sen de ağlamayı kes,
yeter!
- Bırah doyumumu alim. Ben buna gurban olim.
- Arlıh hep yanındiv olacah, yeter yeter, gel şimdi geç şöle.
Huriye, kaynanasını uygun bir yere oturttu. Yanaklarına yağmur
gibi döküldükten sonra kimi, burnundaki sümüklere karışarak süzülen
göz yaşlarını sildi başının örtüsüyle. Duran da bibisinin dibine olurdu.
>Bibi!
-Hecân! '
- Dünyada yoh senin gibi.
- Bibin gurban olsun .sene. Sen dünyayı nerde gördün?!
Çocuklardan biri yanaşıp sordu: .
- Senin adın Duran?
- Hee.
- Anan baban var?
- Hee. Ya seninki?
- Benim adım Murat. Babam da Tahsin bey. Benim üç tene anam
var.
- He üç tene ana olur?
r Olur. Dört teneydi biri öldü.
Karşısındaki çocuğun dediklerine şaşıp kalmıştı. Ama anladı çok
geçmeden.
145
- Bildim. Baban ananm üstüne kuma getirmiş.
- Yoh, bilemedin.
-Yanaşıl?
Bibisi konuşmalarını kesti.
- Ola get ordan, gelmiş de ne yorirsin oğlanı!
- Hala, konişirik işte.
- Haydi haydi get işine. Oğlan zeien yorgun, bi de sen yorma.
Ama bu kez Duran merak etmişti.
- Bibi, bırah da sölesin'. Babası amasının üstüne kuma getirmemiş,
anası nasıl üç, dört olmuş?
- Oğul, .senin dediğin gibi. Öz anası bir tane. Babası anasını
hcp.sindcn .sonra aldığı için ele diyir. Bunun öz anasmi; öbürlerinin
üstüne kuma getirdi babası.
- Haa, demek ele.
- Yaa, benim yavrum. Haydi şimdi biz dorgu eve gidek.
Huriye atıldı.
- Ana oğlanın üstünü-başını burda degiştirek, ben yıkim, siz
gidin.
- Hce, gurban olim Hayriye dediğin çoh dorgu. Öle yapah!
Derenin kıyılarında kazanlıu- kuruluydu. H.'m su ısıulıyordu, hem
dc kimi, çamaşırlar -bitleri ölsün diye- kazanlara .sokulup
kaynatılıyordu. Akşama da daha vardı.
- Hayriye, kızım, oğlana bir "gölmek" vc işlik getir. Bir de şalvar
bul. Yohusa, "enteri" menleri de olur.
Hayriye öbürlerini buldu ama, şalvar bulamadı. Yerine bir entari
verdi.
- Haydi şimdi çıhar üstünü, gurban olim.
Ceketini, işliğini, altındakini çıkardı. Şalvan kaldı.
- vŞalvannı da çıharsana yavrum. i
- Utanirim. Kanlar var.
- "Büllüg"ün mü görünür? Gurban olim verene, böyümüş de
karılardan utanir!
146
Çıhar babam, çıhar, utanma. Sen daha çocuhsun. On yaşmda bile
yohsundaha.
- Bene bahirler.
- Kız "saçı sirkeliler"! Bahmaym oğlana. Haydi bahmirler,
bahmirler, sen çıhar şalvarmı. Haydi benim babam!
Çıkarıp verdi şalvarı. Eliyle de bacaklarının arasını kapattı.
Gülüştüler.
Bibisi şalvarı eline aldı, içini dışına çevirdi. Çevirmesiyle de
çığlığı koparması bir oldu.
- Vıy başıma gelenler! Bitler oğlanı öldürmüşler. Anasının
babasının bir tek oğlunu.
Ve başladı ağlamaya.
Şalvarda, dikiş aralarında gecekondular oluşturmuş sıra sıra bitleri
görmüştü çünkü. O yörede, o insanlarda bil öyle şaşılası bir şey
değildi. Hemen herkeste bulunurdu. Ama böylesi de görülmemişti.
Görülebilecek türden de değildi. Oysa bitler ona, o da bitlere öylesine
alışmıştı ki.. Bitlere, açıp bakmıyordu hjle. Bakacak zamanı da yoktu.
Daldı mı derslere, öyle sürer giderdi. Kaşmirdi yalnızca. Bitten
kaşındığını çoğu zaman düşünmez, düşündüğünde de aldu-mazdı dersler
arasında. Aldırsa bile yapabileceği bir şey yoküı pek.
Bil. Eklembacaklılar dalının böcekler altlakımından. 200 kadar
türü var. 2 türü insan gövdesinde yaşar. Bu türlcre^c alışıktı insanlar.
Ama o şalviu"da görülen gibisine değil. Şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Ve zavallı bitler, alınıp atıldılar kaynıyan kazana. Biraz sonra da
bi güzel pişecekler. "Sırıtan geçinen" nice parazitler, hiç mi hiç ceza
görmezlerken...
Bibisi hem ağlıyor, hem söyleniyordu:
- Savak (salak) babası, gözünün ağı-karası bir tek oğlunu götürüp
attı Kürtlerin içine. Bakanı olmadı, edeni olmadı,olacağıbuydu. Vah
bibin öleydi de bunu görmeyeydi.
Huriye, oğlana entariyi giydirdi. Sonra:
- Haydi ana, siz şimdi gidin. Oğlanın karnı da acıhmıştır. Haydi
durmayın!
147
20
- Param, param, param!
- Ne parası oğul, dur hele, ne parası?
- Bibi paramı çekelimde unuttum. Cebinde, kesenin içinde.
Derede kaldı.
~ - Bi şey olmaz oğul. Huriye getirir, yitmez korhma. Kimse
almaz.
- O paramla ayakkabı, işlik alacam. Şalvar, ceket de..
- O "keder" çoh mu paran var?
- Hec.
- Baban mı verdi?
- Yoh. "Iskal"ian aldım.
- Ola ıskat kim?
- Iskat insan değil bibi.
-Ey hele dur, ya ne?
- İn.san ölür ya! '
-Hec.
-Günâhı da olur.
- Hec. • "
- İşte ıskat, o günahları temizlemek.
- Ey hele dur, kim temizlir günahları?
- Fakiler, Allah yolunda olanlar.
-Tövbe tövbe estağfırullâh. Ola onlar nasıl temizlirler?
-Arabayla..
- Tövbe tövbe! Nasıl arabayla ola? Arabayla heç temizlenir?
- Iskat arabasıyla. Üstüne buğda koyirler. .
-Hee?!l
- O ona itir, o ona itir.
- Ola araba itilir".'
- Bibi ele büyük araba değil. Küçük araba.
148
-- Sonra n'olir?
- "Ölenin namaz borcu, oruç borcu, günahı için bunu alıp kabul
ettiz mi?" denir
-Hee?! ,
- Öbürleri de "-habul ettik!" diyirler.
- Hail, desene bizim "devir" gibi.
- Bibi sen "devir" nedir bilirsin?
- Bilirim ya oğul bilirim. Ölenler için yapılır.
- İşle ona Şafiiler "ıskat" diyirler. N
- Demek Kürtler ele diyir.
- Hec. Bibi sene bi şey soracam.
- Gurban olduğum ben derin bilmem ki!
- Benim kafamı karıştirir de..
- Hele de bahim nedir?
- "Ölenin namaz borcu, oruç borcu, günahı için alıp kabul ettiniz
mi?" diyirler ya!
rHec?
- Öbürleri de "kabul ettik!" diyirler!
-Hee?
- Ya Allah kabul cımozsc?
- Ey hele dur, ben ne bilirim gurban olduğum? Son ohudun, ben
ohumadım ki.
- Ohudum da kafam karişir.
- Daha derin ohursan örgenirsin. Hem şimdi çocuhsun daha.
- Ohuyup büyük âlim olacam.
-İnşaailah.
- Basra, Küfe alimlerinden daha büyük.
- İnşallah. Hclbel olursun. Olursun da, onlar nerede?
-Ben de görmedim.
1- İşte Hayriye de geldi. Kız Hayriye, çocuğun ceketini getirdin?
-Hee.
149
Cekete baktılar. Cebinde kese, kesenin içinde de para duruyordu.
Sevindi, birlikte sevindiler.
Akşam olmuştu. Tarladakiler, harmandakiler de gelecekti biraz
sonra. "Terek"ten aynalı lamba indirildi. Gazı kalmamıştı, camı da
işlenmişti. Gaz koydular, camını da sildiler. Ve yaktılar lambayı.
* * *
En büyük oğlan, Huriye'nin kocası Refik askerlikteydi. Onun
küçüğü tek kız olan Gülcnaz, gelin olacak yaştaydı. Onların küçükleri
Faik, Mcmct, Hikmet vc Hamz.a. Faik'i okula vermemişler. Mehmet
ilkokulda. Öbürieriyse daha küçük.
Sevinmişlerdi onun gelişine. En başta "bibi"si, yani babasının
ablası. Gözlerini yeğeninden ayırmıyordu.
Gelin görün ki, sevinmeyen, dahası hiç mi hiç hoşlanmıyan da
vardı. Ailenin babası: Cınk Ahmet.
"Cınk", gözlerinden dolayı takılmış bir ad. Göz kapaklan
"cınimış", yani yırülmış gibi. Üst kapak üste, ulııaki de alta yapışık
duruyor; Sürekli sulanan, bebeklerine dek etlerle kaplı gözler,
yerierindcn fırlamış.
Kcndisiysc orta boylu, sarışın.
Cınk Ahmet, gözünü "hizmetkârlıkta" açımştı. Yaşamın ağır
koşulları altında sağlıyagelmişti geçimini. Tutak'taki "beg"lerin
ahırlarını temizler, mallarına-davarlanna bakar, hayvanlarının
"mayıs"lannı, koca koca sepetlerle sırtında taşıyıp dökerdi. Beylere
ayrıca da, omuzluklarla tatlı su taşırdı sürekli. İşte bu yüklerin ağıriiğı
altında kala kala "cırılmış" gözleri. Ayrıca, hem bacaklan, hem dc beli
bükülmüştü. Sırü da kamburlaşmıştı adamcağızın. Büyük oğlu Refik
tc onun tam benzeri. Küçük yaşta sokmuştu onu da ağır ağır yüklerin
altına. Onun da bacakları eğrilmiş, sırtı kamhudaşmıştı. Ama çok
akıllıydı. Herkeste hayraılık uyandırmışü Refik. O nedenle, Tutak'm
en güzcf kızlarından biri olan Huriye'yi alabilmişti. Refik, evlendikten
sonra da aynlmamışiı babasından.
Bireylerin hemen hepsinin, ailenin geçimine az ya da çok katkısı
150
olurdu. Bunu sağhyan babaydı. Yani Ahmet. Başta baba, elbirliğiyle
çaba hareıyan aile bireyleri "muhannete muhtaç olmıyacak" ölçüde bir
geçim sağlamayı başarmışlardı.
Durumlarının düzelmesinde, Ahmed'in hep bağlı kaldığı
ilkelerinin payı büyüktü. Ötekilere de aşıladığı temel ilkelerinin
başmda, şu geliyordu: "Belâ gelecek işlere girmemek".
- "Garışma, neyine gerek"!
Sık sık kullandığı sözler arasındaydı bu. Kimseyle kavgaya
gü-mez, kavga olunca da "şâhid mâhid yazarlar" diye hemen sıvışırdı.
Eline geçeni .saklama alışkanlığının da geçiminin düzelmesinde
payı az değildi. "Sakla samanı, gelir zamanı." atasözüne yüzde yüz
bağlılık gösterirdi; Çul-çaput, kulu, düğme, ağaç, çivi., eline ne
geçerse alır eve getirir, kolaylıkla bulabileceği, alabileceği yerlere
kordu. Öteki bireylere de bu alışkanlığı aşılamışü.
Ailenin geçim durumu, eskisine oranla çok düzelmişti. Ama,
Ahmed'in ona, buna iş yapması, yardıma koşması yine sürüyordu.
Soyadı "Yardımcı"ydı ve lam bu soyadma uygun davranırdı.
Karşılığını da alırdı doğal olarak, İşte öyle geçinip giderdi Yardımcı
ailesi.
Ailenin geçiminin düzelmesi, Ahmed'in "cimri" denecek ölçüdeki
tulumlu davranma alışkanlığını bırakmasına yetmemişti. İşte bu
yüzdendir ki, karısının yeğeninin gelişi pek .sevindirmcmişii onu.
Gerçi yeğen bir çcKuktu, dahası bir konuktu, bugün var, yarın yok;
ama yine de Ahmed'i tedirgin ediyordu.
- "Ya çok kalusa"!
-"Ya temelli kalırsa"!
Böyle düşünüyor ve alabildiğine rahatsız oluyordu Ahmet. Birkaç
gün, yalnızca surat asmakla yetindi. Sonra söylenmeye de başladı:
- Kız bu oğlan, yeğenin daha çek galacak mı burada?
~ Sık sık sorardı karısına buna. Karısıyla tartışmaya da başlamışü:
- Daha ne "keder" kalacak bu oğlan?
- Ne oldu, gebcrdin mi? Oğlan geleli daha gaç gün oldu da sorup
durirsin? "Zaten" yem ir, içmir. Gözü hep kitaplarda, ohumada.
- Yemirmiş, içmirmiş..! Gözüm "kor" sanki!
Alıntı ile Cevapla
  #26  
Alt 30-09-2012, 05:15
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

151

151
- iki gözün de "kor" olur inşallah!
- Kız bah, ağzımı açürma. Gizli gizli de yedirdiğini bilmir miyik,
görmedim mi?
- Hele dur, ne yedirmişim gizli gizli? Ne ycdirdim de o kor
olasıca gözüne böyüdü?
- Ne bulursan yedirirsin. Yoğurdun ğaymağım da ona yedirirsin
hep.
- "Kel fesat"mı haber verdi?
"Kel fesai" dediği, oğullarından Mehmet'ti. Mehmet'in başında
büyükçe bir demir pâra kadar kel vardı. Çıban yeri. Küçük konuğun
gelmesinden, hele kalmasından Mehmet de hoşlanmamışu hiç. Neden
ki, kimi yiyeceklerine, onun da ortak olduğunu görüyordu. Dahası da
vardı: Anası, yoğurdun kaymağını ille de yeğenine ayırıp ycdiriyordu.
Mehmet, bu durumu babasına iletince, babası çılgına dönmüştü. "Elin
dığası,.gelmiş çocuklann nzğını yiyir!" diyerek söylenip durmuştu.
Ahmed'in kansıyla tartışmalarına küçük konuğun kendisi dc tanık
olmuştu birçok kez. Bir güh şöyle konuşmuşlardı:
- Kız bah hele, artıh dayânamirim, babasına mektup yazdır da
gelsin dığasinı götürsün. Gendi dığalanmızı geçindirdik ıc o mu galdı?
- Aşın da ekmeğin de başına çalın.sın herif!
- Babanın "gor"una (mezarına) sıçarım .senin!
- Babama da, "gor"una da gurban ol. Ne patlirsin, yazdınrim; babası
gelir götürür! Babamı, "gor"unu ne gariştirirsin "kor" ola.sıca
adam?!
- Ben bilmem, bu dığa daha çoh kalmasın bu evde. Elimizde -
avucumuzdakini, onun bunun bohunu dökerek kazanirik.
- Vıy, gözün çıhsm senin! Nasıl ki çıhmış?
- Çoh söleme, kes sesini!
Zavaİh kadın ağlamaya başPadı.
- Ah benim savak gardaşım, ah! Sen kalh, gözünün agı-'garası bir
tek oğlunu götür Kürtlerin içine at, sonra da çocuk gelsin, böle
"hınzır"ın aşına-ekmeğtnc muhtaç olsun. Ah canı sagolasıca gardaşım,
ah!
152
Bibisini böyle ağlar ve sızlanır görünce, yanına gitti.
- Bibi, eniştemin dediklerini duydum. Sen de ağlama! Ben zeten
galmıycam. Seninle "bogün" çarşıya gidek, paramla alacahlanmı alah
'(alalım), sonra ben giderim. Sen ağlama, bene de ağlamak gelir!
Ağlama he mi?
Bibisi de artık ağlamayı kesti. Belki daha çok ağlayacaktı, içi de
doluydu; ama oğlanı üzmek istemedi. Burnunu çekti, sonra da hem
göz yaşlarım, hem de burnunu "yazma"sının ucuyla sildi.
Tam o sırada biri, bir haberle geldi:
- Gülbeyaz hala! Duran'm hocası Hafız Celâl gelmiş, "oğlanı
babasına gölürecem!" diyirmiş.
Haber, bir ölçüde sevindirmişti bibisini. Hafızı sevmiyor olsa
bile o da biraz sevinmişti. "Anamı, babamı da görürüm" diye..
Gel gör ki, babası, Erzurum'un Hınıs ilçesine bağlı Simo
köyündcydi. İmamdı orada. Tutak'sa oraya, yaya bir kaç gün
uzaklıktaydı. Motorlu araç bulunmazdı. Atı, arabayı da öyle herkes
bulamazdı. Hafız Celâl'in taa oralarda işi neydi? Bir işi olmalıydı. Bir
çıkar kokusu almasa, adımını bile atmazdı.
Sonradan anlaşılacaktı ki. Celâl "cer" peşinde. Öğrencisinin
babasının da yardımıyla daha iyi "cer" yapabileceğini ummuş. Onu
götürürse, işin daha da iyi yoluna gireceğini düşünmüş. Hatun'u
(Duran'ın anası) da görebilirdi orada. Bir zamanlar Hatun'la evlenmek
için az mı çaba harcamıştı? Bu gidişle hem ziyaret, hem ticaret
olacaku.
İşte Cçlâl'i,'laa oralara iten, bu hcsaplanydı.
Ahmet, karısıyla tariışuktan sonra, haberi olamadan çıkmışü.
- Bibi, eniştem nere gitti?
- Cehennemin garayoluna..!
-Haberi duyunca çok sevinecek!
- Sevinmez olsun, gözü çıhsın inşallah!
Faik girdi içeri. Dayısının oğlunu çok severdi. Hep birlikte olsun
isterdi. O da onu severdi.
- Faik ben gidirim.
153
- Nere gidirsin? , .
- Simo'ya.
- Yalan.
-Vallaha.
- Sen nasıl gidecen?
- Hafız Celâl gelmiş, o götürecek. "-Ben götürecem." demiş
Faik çok üzülmüştü habere.
- Ana! , .
- Ne diyirsin ola, gavurun sıpası?
- Duran'ıbırahma, gitmesin!
- Gavur baban da ele mi diyir?
- Demek onun yüzünden.
- Ya kimin yüzünden olacah?
-Böyürsem ona gösteririm!
-!!! •
- Dayımı görürsem, seni bu gavura niye verdiklerini soracam.
Seni verecek başha goca bulamamışlar mı?
- Ah oğul, ben bu herife geliriken dayın küçükdü. Hepimiz yetim
galmışüh. Bu herif "azablıh" (hizmetkârlık) edcridi; Anamdan isteddi.
Anam ne etsin? Dul bir karı. 3 yetimi geçindiremirdi. Kaldırıp verdi
beni, yazı-gader. Allah'ın emri de öleymiş; iş olup bitti. Emrine
gurban olim Allah'a! Alnımın gara yazısı işte!
- Sen de bizi ondan doğurmayaydm?
- Hele eşşegin sıpasına bah! Ey dur hele, neydeydim? Onun
nikahı altında başha birini mi buiaydım?
- Olmazdı he mi?
- Ey heç olurdu?
Ahmet içeri girdi o sırada. Güleçti. Belli ki, ona da haber
vermişlerdi.
- Duran! Hafız Celâl, babanın imam olduğu köve gidecekmiş,
seni de götüreceğini sölemiş.
154
- Bilirim. Duyduh.
- Gitmek istirsin? •
- îstirim. Görestim anamı, babamı.
- Herhal, onlar da seni göresti.
İyi ama. Hafız Celâl şimdi nerede? Kimlerde kalıyor? Ne zaman
yola çıkacak?
Ahmet enişte, bütün bunları iyice öğrenmek için çıktı.
O da hazırlanmalıydı bir yandan. Ayakkabı, ceket, şalvar alacakü,
arlık almalıydı.
- Bibi, haydi şimdi biz çarşıya gidek de alacahlarımızı alah,
- He oğul gidek!
Bibisi çarşafını aldı ve çıktılar.
Bir ceket, şalvar, işlik almışlar; parasının birazı da artmıştı. Cici
giysilerini hemen de giymişti. Birden bâ^kalaşmışü sanki,
Bibisiylc çarşıdan evç doğru yürürken arkadan bir ses işittiler:
- Gülbeyaz hala!
Koşarak yanlarına gelen, bir gençti. ^
- Gülbeyaz hala! Senin yeğenini mahkemeden istirler.
- Estagfirullah, oğul ne mahkemesi?
- Başı kesik adam görmüşinüş.
- Tövbe estagfirullah, ola sen ne diyirsin, başı kesik adam kim?
Araya girip bibisine anlattı:
- Bibi ben gördüm. Esmer'e gelinken gördüm. Herifi kesmişler,
başını da yanırra koymuşlar.
- Vıyy Allah esirgesin, Allah başlara vermesin.
Dönüp inahkemcnin bulunduğu binaya gittiler. Vardılar ki Hafız
Celâl de orada. Husso ve Hammame de.. Hafız da yasa dışı nikâh
kıjanaktan sanık olarak çağrılmış. Önce Hafız Celâl'in gidip elini
öptü.

155
- Hocam, beni götürecekmişsin, ele dediler.
- Hee, götürecem. Bir-iki gün sonra yola çıhanh.
- Ben hazırlandım.
-Ey,pekey!
Sonra Husso'ya yaklaşıp konuştu.
- Hâlo Husso, senin işin daha bitmedi mi?
- Beni o gün bıraktılar, gittim, şimdi mahkemeye geldim.
Komutan iyi adamdı, beni serbest bıraktı. Ama iş mahkemeye
götürüldü. Şimdi duruşma var, biraz sonra çağırcaklar, bakalım ne
olacak?
- İyi olur inşallah. Beni görmeye niye gelmedin?
- İşler ivediydi gelemedim, mahkemeden sonra uğrayacaktım.
- Ben de Hafız Cclâl'lc babama, anama gideceğim. Hınıs'ın bir
köyüne. Babam orada imam.
- Demek bu adamla gideceksin?!
- Evet. Biraz kalıp sonra yine geleceğim sizin köye.
.-İyi:' •• '
Husso, Hammame, babası. Hafız Celâl, Kâmil ağa ve tanıklar
içeri alındılar. "Türko" da, bibisiyle birlikte girdi içeri. Girmeleri
gerektiğini sanarak..
Husso'dan başlandı. Önce kimlik belirlemesi yapıldı. "Tercüman"
aracıhğıyla. Sonra soruldu:
- Mûsâ kızı Hammame Söğüt'ü zorla kaçırdığın ileri sürülüyor,
doğrumu?
-Vallah "mzanım" (vallaha bilmiyorum).
Husso "bilmiyorum" derken, "Türkçe bilmiyorum, .söylenenleri
anlamıyorum." demek istemişti. "Tercüman" araya girdi, Türkçe'ye
çevrildi. Soruya verdiği tüm karşılıklar aktarıldı vc yazıldı. Husso,
kızın 18 yaşmı aştığını, zorla kaçırmadığını, anlaştıklarını, birbirlerini
çok sevdiklerini ve öyleyken babasının kendisine vermeyip 2 karılı bir
adama verme yoluna gittiğini, bu arada kızın hiç haberi olmadan Hafız
Celâl'in, kızla adam için nikâh kıydığını söylemişti.
Hammame'ye geçildi:
156
Yine kimlik belirlemesi. Ardından soru:
- Bu adam; Hüseyin (Husso) Şivano Cino, seni zorla kaçırdı mı?
- "Nızanım" (bilmiyorumi Türkçe anlamıyorum)!
Soruyu, anlayacağı dile, yani Kürtçe'ye çevirdiler. Soruya verdiği
karşılık da çevrildi. Husso'yu sevdiğini, babasının Husso'ya vermeyip
evli bir erkeğe, iki kuma üstüne verdiğini öğrenir öğrenmez Husso'yla
anlaştıklarını, evden çıkıp Husso'ya gittiğini söylüyor ve hâkime,
Husso'dan ayırmaması için yalvarıyordu. Bunlar da yazıldı.
Kızın babasına geçildi:
Kimlik belirlemesi ve .sorular, cevaplar, Kürtçe'ye, Kürtçe'den
Türkçe'ye çeviriler, tutanağa geçilmesi.. Kızın babası, Husso'nun,
kı/ını ayarilığını, sonra da kaçırdığını, söylüyor, Husso'nun
cezalandırılmasını isliyordu.
Ardından Kâmil Yılmaz dinlendi.
Kimlik belirlemesinden sonra soruldu: .
-İki karın varmış senin," doğru mu?
- Yoh.
-Kaçkannvar?
- Karım heç yoh!
Gerçeklen de Kâmil Yılmaz, iki kanlı olsa da, resmen "bekâr"
gözüküyordu. Hiçbiriyle evliliği, "resmi" değildi. Zâlen resmi nikâh o
yörede fazla yaygın değildi. Kimileri hiç bilmiyordu bile bu tür
nikâhı.
- Demek ki karılarından hiçbiriyle resmi nikâhın yok.
-Yoh.
- Yani "nikâhsız" yaşıyorsun?
- Eslafirullah, heç "nikahsız" olur?
Adam, bir çeşit "iliraf'la bulunmuştu. Belki de yargıcın amacı
bunu sağlamaktı. Bu itirafı; başka itiraf izledi:
- Nikâhın var mı?
- Elhamdülillah, var.
- Nikâhlarım kimler kıydı?
- Şey, hâkim Beg..
157
-Hadi söyle!
- Hocalar.
- Peki son nikâhını kim kıydı? Hammame'yle olanı?
-HâfızCelâl.
Bunlar da tutanağa geçti.
Sıra; Hafız Celâl'in yasa dışı nikâh kıymasına ilişkin davada:
Kimlik belirlemesi. Ve sorular:
- Hammame Söğüt'le Kâmil Yılmaz için dini nikâh kıydığın ileri
sürülüyor, ne diyorsun?
Hâfız'da bet-bcniz kalmamıştı. Sapsarı kesilmişti zavallı.
- Tövbe cstagiirullah!
- Nikâh kıydın mı, kıymadın mı; onu söyle!
- Nikâh değildi Hâkim Bcg!
-Ya neydi?!
- Duayıdı!
- Ne duası? ^ •
- Şey, "ya mukallibel-kulûb...".
Yargıç, yaşlı biriydi, dinsel nikâhlarda hocaların neler
okuduklarını biliyordu, ağzı da yatkındı okunanlara:
-"Vc'n-kihû'l-eyâmâ"yı da okudun mu?
Ağzından kaçırdı hâliz:
-Ohudum!
- O, âyet değil mi?
- Hee, Nûr suresinde.
- Mânâsını da biliyor musun?
-Bilirim.
-Nedir?
- "Eyyimlerinizi evlendirin!" demek.
-"Eyyim" ne detaek hoca?
- "Evli olmayan, bekâr." demek.
- Peki senin nikâhını kıydığın Kâmil Yılmaz da "bekâr"mıydı?
- "Hükmen" bekâr sayılırdı.
158
-Ne demek "hükmen"?
- "Şerian ğarrâ"ya göre..
- O ne demek? "Ğarrâ"nın mânâsı ne?
- "Alnı ak" demek.
. - Öyleyse "Şerial-i garrâ"da, "ahıı ak şeriat" demek?
- Hee, ele Hâkim Beg!
- Şerialin "yüzü ak" mı?
- ElhamduHUâh!
- Sen Şeriatçı mısın?
-Hâşâ!
Başka yörelerde, başka mahkemelerde ve özellikle kentlerde
olsavıii. "bu sorunun davayla ilgisi yok." denirdi belki de. Oralarda bu
türden çıkışlar, pek alışılan türden değildi. Kaldı ki, bu türden bir çıkış
olsaydı, yargıç, böyle bir sorunun davayla yakından ilgili
bulunduğunu söyleyebilirdi.
Hâfız'dan sonra bir-iki kişi daha dinlendi. Karar için "gereği
düşünüldü". Verilen kararın özeti: Kız "reşid" olduğundan ve bir "zor
kullanma" bulunmadığından, Hussso suçsuz.
Husso "beraat" etmişti, ama durum. Hafız Celâl için değişikti.
Hafız, "yasa dışı dini nikâh kıyma"nın sanığıydı, cezalandırılabilirdi.
Ancak, da\;ı\:ı ilişkin kanıtlar yeterii görülmediğinden adları verilen
tanıkların dinlenmesi için duruşma, iki ay sonraya bırakıldı.
Ve herkes çıkü. -
Ne var ki, "başı kesik" adamdan sözedilmemişti hiç. Oysa, o da,
bibisi de, orada ondan da sözedilebileceğirii sanıyorlar, bekliyorlardı.
Mübaşire sordular. Mübaşir listeye bakü, onun adının bulunmadığını,
savcılıktan çağrılmış olabileceğini söyledi ve savcının odasını
gösterdi.
Gösterilen kapıdan içeri girdiler. Karşıda, masasında oturan bir
adam.
- Ne istiyorsunuz? diye sordu.
Bibisi konuştu:
- Bu benim gardaşımm oğlu. Duran.
159
Alıntı ile Cevapla
  #27  
Alt 30-09-2012, 06:40
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

159
- Pekiisteğiniz ne?
- Canınızın sağlığı, bizim heç isteğimiz yoh.
- Niçin geldiniz buraya?
- Vallaha ne bilim, siz çağırmadız (mı)? Ocaklardan ırah, bir herif
kesmişler. Sen sölesene oğul!
Bu kez o konuştu: '
- Ben gördümüdij.
-Neyi gördün çocuğum?
- "Başı kesik herifi.
- Haa, lamam tamam. Dur bakim senin adm, soyadın neydi?
Adını, soyadını söyledi, başı kesik adamı nasıl gördüğünü anlattı.
Savcı da ifadesini yazdırdı. İşlerinin bittiği söylenince de çıktılar.
Artık arkalarına bile bakmadan, hızh hızlı gidiyorlardı evlerine
doğru.
160
21
Geniş bir kap içinde ortasında süt ya da yağ gölleştirilerek yenen
bir karışım olan "haşıl" pişirilmişti o akşam. İşte-güçte olanlar da
toplanıp gelmiş, kimse dışarda kalmamıştı. Tandır başmda yenecekti.
Lamba ahnıp getirildi, uygun bir yere kondu. Sofra kuruldu ortaya.
"Sele"den ekmekler "indirildi". Ağaç kaşıklar getirildi, dizildi.
"Peşhun"un (sofra tahtasının) çevresine oturdular. Oturanlarla
kaşıklar sayıldı. Bir kaşık eksik. Başka kaşık olsa getirilecekti, ama
yok. îki kişinin aynı kaşıkla yemesi gerekiyordu. Evin anası, sorunu
çözümledi: ,
- Ben, onunla barabar yiyerim. Zaten az yiyecem, iştahım yoh..
"Onunla" derken kocasını gösteriyordu.
İki kişinin aynı kaşıkla yemesi çok doğaldı. Daha çok kişi de
aynı kaşıkla yerdi sırasmca. Kaşığın hiç bulunmadığı zamanlarda da
elle, ekmek kaşıklaştınlarak yenirdi.
Evde yeğen olmasaydı, kaşıklar tam gelecekti, Ahmed'in de onun
^ yüzünden, karısıyla aynı kaşığı paylaşmaktan pek hoşlanmadığı
belliydi, O da bunu îmlamıştı,
- Bibi, eniştem "gendi" kaşığıyla yesin. Seninle ben barabar
yiyck,
- Yoh, bibin gurban, biz eniştenle her zaman barabar yerik.
Kaşıklar daldırıldı haşıla. Ve ortasındaki "süt gölcüğü"ne.
Kaşığın ucuyla biraz haşıl alındıktan sonra kalanı sütle
dolduruluyordu. Bir yarış başlamıştı sanki. O da ister istemez bu
yarışa kendini kaptırmışü. "Haşıl"ı da çok severdi. Hele ağzı yana
yana yemeyi. Ne var ki, eniştenin bakışlarına gözü kaydı.
Denetlercesine, ağzına gidip gelenleri sayarcasına baktığını görünce,
bırakü elindeki kaşığı. Ve çekildi.
Bibisi gördü ve ilgilendi.
- Niye yemirsin gurban olduğum?
-Yedim.
- Ne yedin ki.. Bir guş gadar yemedin. Haydi ye benim yavrum.

161
ye! Çekinme!
-Doydum! ,
- O kederle doyulur mu oğul? Gel ye haydi!
Kadıncağız çok direndi, ama boşuna. Artık yediremedi bi türlü.
Oğlan sofradan yan aç kalkmışa, ama sonra bibisinin birşeylerle
kamım doyuracağını biliyordu. Bibisi yedirmeden yatırmazdı onu.
Birşeyler bulur, gizli gizli yedirirdi. Oğlan, bunu bilmenin rahatlığı
içindeydi biraz da. Bunu bilmese yemesini sürdürebilir miydi? Bu
kuşkulu işte. Eniştenin sofradan uzaklaştırmak için bilerek yönelttiği
belli olan bakışları karşısında oğlanın yemeyi stirdürme gücünü
kendinde bulamadığı kesindi.
Geçip Mehmet'in ilkokul kitabına bakmaya koyuldu. "Gâvur
yazısı" olduğu için okuyamtyordu. Askerliğine değin de
okuyamıyaeaktı. Resimlerine bakıyordu yalnızca. Birçok kez bakmıştı,
yine bakıyordu. Çeşit çeşit meyveler varclı. Dallarında, çocukların
ellerinde. Hemen hiç birini görmemişti. Adlarını da Mehmet'ten
öğrenmişti. Birinin adı: Kiraz. Dalında ve bir çocuğun elinde.
Görünüşü ne denli de güzel! Tadı da güzel olmalı. Resimdeki bu
meyveleri, gerçekten de görenler, yiyenler var mıdır? Bunları bulup
yiyebilen çocuklar- bu dünyada gerçekten varsa ne denli mutludurlar
kımbilir? "Keşke o. çocuklardan biri de ben olsaydım"! Meyvelere,
öteki resimlere baktı,.baktı.. Sayfalardan birini bitiriyor, öbürüne
geçiyordu. Üzerinde dura dura, doya doya bakıyordu. Baktıkça da
kendini bir başka dünyada buluyordu. Cicili bicili bir dünya. Okşayıcı,
çarpıcı bir dünya. Kopamıyordu bir türlü. Kaç kez bakmıştı, yine
bakıyordu. Ve fırsat bulsa daha nice kez bakacakü. Ah bir de şu "gavur
yazısı"nı okuyabilse. Memet'in kitabı gibi, okul önlüğü, yakalığı da
çok çdcici geliyordu ona. Sıra sıra oluşları, sıralarda okuyuşlan, okul
önünde, oynayışları., hepsi, hepsi çekici, büyüleyiciydi. Memet de
kıskandırmak için, okuldan gelince abarta abarta anlatıyordu. Topunu
göstererek:
- Bak, benim topum var. Senin de var mı? Biz okulda hergün
oynirik. t o p oynirik, başha şey oynirik. Öğretmenimiz, teneffüste:
"-çıkın, oynayın!" diyir, biz de oynirik..
Kendi hocaları olsa oynamaya bırakmaz. "Oynamak, haramdır"
162
derler. Kitaplarında da "küllü lu'bin haramun", yani "her oyun
haramdır" diye yazılıydı. "Ah haram olmasa da ben de oynasam".
İlkokul kitabında da oyun oynıyan, sıralarda okuyan, cicili bicili
giysiler içinde dizi dizi oturup çalışan, dolaşan çocukların resimleri de
vardı. Hepsi göz alıcıydı. ' '
Onun kitaba dalıp baklıgmı, Memct görmüştü. Hemen fıriayıp
yanma gitti.
- Bırah kitabımı!
- Al, kitabını yemedik ya!
- Yarpahlarını bozirsin.
- Noydirim de yarpahlarını bozirim?
- Yı/ıarsın, öğretmenim döger.
- Ssrtîn kitabının yazıları hep "gavur yazısı".
- Olsun senin yoh ya!
- Benim de kitabım var. Seninkinden çoh.
- Seninkilerde hiç resim yoh.
r Benimkilerin yazısı, raüslüman yazısı.
- Ben scvmirim.
- Sen "gavur". Senin öğretmenlerin dc-gavorT^abîuı da.:
- Senin baban benim dayım olmasa ben de senin' babana gavur
diycrira, -
- Benim babam gavur dcgtl ki. Namaz gılir.
İkisi de birbirine öfkelenmişti. Birbirini yiyecek gibiydiler.
Memet, babasına bağırdı:
- Baba, hele bah oğlan sene "gavur" diyir.
- Diyer, oğul diyer. Hem etmeğimizi yiyer, hem de bene gavur
diyer! .
Babası, yani Ahmet enişte, "cırık" gözlerini daha da "cırarak"
öyle bir bakmıştı ki oğlan ne yapacağını şaşırmış ve başlamştı
ağlamaya. Onun ağlamasını bibisi görmüştü. Kadıncağız dayanamadı:
- "Kel fesat"! diye bağırdı Memet'e.
Kadınla kocası arasında kavga çıkmaya kıl payı kalmıştı ki gelin
melin araya girdi de durum yalışü.
163
Aradan bir süre geçti. Yatma zamanı geldi. Yataklar serildi.
- Haydi harkes yatağma!
Herkes yatağına, yatmaya geçerken bibisi de onun yanma
gelmişti. Elinde bir dürüm ekmek.
- Bibin gurban olsun, al bunu ye de sonra yat!
Durumun içinde "sarı yağ" vardı. Boncuk, boncuk. Yedi ve yattı.
Düş görüyordu:
Memet'inki gibi, daha da güzel okul önlüğü vardı. Ak yakalığı
da. Cıvıl cıvıl okul öğrencilerine katılmış oynuyordu. Her şey
oynuyordu. Top da oynuyordu. Kendi topu da vardı. Oyundan sonra
herkes gibi sıralarda yerini aldı. Önünde resimli kitaplar. "Gavur
yazısı"nı da okuyabiliyordu. Yazılara, resimlere, resimlerdeki
meyvelere bakarken, şaşılası birşcy oldu: Resmini gördüğü meyveler
ve ağaçları, önünde belirdi birden. Türlü türlü meyveler. Alıp alıp
yiyordu. Hepsinden.. Ve dallarına da tmnanarak.. Çok mutluydu. Belki
de cennetti burası..
Güneşli bir gün.
Evin biraz aşağısmdaki "pmar"a gitmişti. Su içenler, su
dolduranlar, oynayan çocuklar, sulara-çamuriara bata-çıka dolaşıp
yiyecek ariyan, bulduklarım ivedi ivedi yutan tavuklar, kazlar,
ördekler..
O da gidip bir avuç su içti. Kanmadı, oluğa ağzını dayadı; bir de
öyle içti. Suyun akışını izledi. Su, oluğunu doldurmuyordu. Su
içenlerden, su dolduranlardan fırsat bulunca da elini oluğun ağzına
kapadı, suyu tuttu. Arkada biriken su bu kez, oluğu doldurmuş olarak
ve deli deli akmaya başlamıştı. Bi kez daha yaptı bunu. Bi kez daha, bi
kez daha.. Öyle yapmak, çok hoşuna gidiyordu. Suya egemen olmuş,
dilediği biçimi veriyor gibi görüyordu kendini. Olağanüstü birşey
yapıyormuş gibi oluyordu. Yine içmeler, yine su doldurmalar..
Çocuklardan kimi çamurlairla, kimi sularla oynuyordu. Kimiyse
oraya-buraya taş aüyordu. O da bir taş alıp fırlatü. Taş, zavallı bir kaza
164
rastlamıştı. Canı yanan kaz, kanat çırparak ve bağırarak uzaklaştı.
O sırada bir kadın gözüktü. Hayır, "kadın" değil; bir "dev"di.
Öylesi hiç yoktu. Bölünse her bir parçası, oradaki kadınlardan en az
biri kadar olurdu. Çok uzun boylu ve "tavlı" (şişman).
Kimdi bu kadm? Nasıl bir "herifin karısıydı?
Sokulup sordu birilerine.
- lyiürıünün karışıdır., dediler.
"Müftü"nün ne demek olduğunu, yani anlamını, okuduğu
kitaplardan biliyordu. Ama müftünün, böyle bir kadmm kocası
olabileceğini düşünmemişti. Müftünün karısı böyle olduğuna göre,
kimbilir kendisi nasıldı? Gördüğü kocalar, karılarından iriydiler hep.
"Müi'tü de bu kadından iridir." diye düşündü. Demek ki müftü, "devin
devi".
Kadın, giyinişiylc de öbür kadınlardan başkaydı. Üslü-başı daha
düzgündü. "Şeherli"Icre daha çok benziyordu. Kara çarlı Tılan değildi.
Başında bu örtü vardı, ağzında yaşmak yoktu. Saçlarının bile bir
kesimi önden gözüküyordu. "Baldır"ları da.. Ayaklarındaki
"iskarpin"se yeni ve oldukça görkemliydi.
Kadına yaklaştı. Ağzını açıp şaşkın şaşkın bakarken kadm da
onunla ilgilendi.
- Ola nc-bahirsin ele savak savak?
- Heç..!
- Kimin oğlusun?
- Babam, anam burda değil. Bibim burda.
- Kim bibin?
-"CrrıhAhmet"in karısı, Gülbeyaz.
- Sen burda mı kalirsin?
- Ben Kartallı kövünde ohirim. Bibimi görmeğe geldim.
- O kövde ne ohirsin?
- Arapça ohirim.
- Arapça öğrendin mi?
- Hee.
- Gel seni müftüye götürim.
165
Alıntı ile Cevapla
  #28  
Alt 30-09-2012, 06:42
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

o da çok istiyordu müftüyü görmeyi. "Dev"in yanmda parmak
kadar kalıyordu. Arkasına düştü, birlikte gittiler.
Vardıkları yapı, iki katlı, yüksek duvarlarla çevrili bahçesi ve
ağaçları olan bir yapı. Bir çok da pencereleri var. Merdivenlerle
çıktılar. Müftünün makamının bulunduğu odaya girdiler.
Kadın kocasına onu tanıttı:
- Elendi hazretleri, bu çocuk, cırıh Ahmet'in karısı Gülbeyaz var
ya, onun kardaşınm oğlu. Kartalhkövünde Arapça ohirmiş.
- Ya, demek Arapça ohir, hem de bu yaşta?
Gidip müftünün elini öptü."Müftü dc bu muydu"? Hiç de "dev"
gibi değildi. Üstelik, karısının yanında çocuk kadar kalıyordu. "Allah
Allah, bu herif bu karının kocası nasıl olır"?
7 Şölc otur bahim, Arapçadan neler ohudun?
Neler okuduysa, bir bir sayıp anlattı. Hayır, olamaz! Bu yaştaki
bir çocuk, bu kadar dersleri, kitapları okumuş olamaz. Olursa bu bir
''mucize''dir, "keramet"tir.
Müftü, gerçek olup olmadığını anlamak için sorular sordu,
kitaplar gösterip okuttu. Evet, doğru! Ağzı açık kalmıştı adamın.
Karısıyla birlikte hayran hayran bakıyorlardı. Ofağanüstü bir şey
bulmuş gibi oldular. Kadın ayrıca "Bunu bulan benim!" havasındaydı.
-Efendi hazretleri! Bu çocuh senin yanında ohusa nasıl olur?
- Bilmem ki, ister mi? Hec, ister misin oğul?
- İslerim amma.!
ÇcKugun "amma"sı vardı gerçekten. Tutak'ta kimin evinde
kalacaktı? Bibisinin olağanüstü ölçüdeki sevecenliği, yeğenini çok
seviyor oluşu, onlarda kalmasını sağlamaya yemıezdi. Evin asıl sahibi
"cırıh Ahmet'ti, o da çocuğun o evde kalmasını hiçbir zaman
istemezdi. Sonra çocuk. Kartallı Köyündeki molla Nâsır'a çok
ısmmışu. Molla Nasır da onu çok seviyor, özel ilgi gösteriyordu.
Ayrıca, Kartallı'daki "fiaki"ler de çok önemliydi. Fakiler içinde biriikte
çalıştıkları, derslerinde yardımlarını gördükleri de vardı. Tutak'ta kalsa
tek başına okumak, arkadaşsız çalışmak zorunda olacaktı. Bütün bunlar
düşündürmüştü çocuğu.
Müftü de hesaplı adamdı. Deneyimli kişiydi. Ahmet'i de çok iyi
166
tanırdı. Onun tanıdığı Ahmet, çocuğu evinde kolay kolay
barındırmazdı. Karışma bunu da açtı. Karısı:
- Canım efendim, Ahmet senin sözünden çıkmaz. Sen çağırtır
söylersen, kabul eder,, dedi. Ama müftünün içinde bir düğüm kalmışu
yine de. Karısıyla konuyu uzun uzun görüştüler. Sonunda Ahmet'in
çağrılmasına karar verilmişti. Ve. çağrıldı.
Ahmet müftünün huzuruna gelince, çok büyük\bir saygıyla elini
öptü. Ve namaz kılar gibi ayakta el bağlayıp müftünün buyruğunu
bekledi. -
- Ahmet, oğul, bu çocuh senin karının,-pülbeyaz'ın yeğeni değil
mi?'
- Hee müftü efendi.
- Oğul, bu oğlan gibisini hiç görmedim heç. Çoh çoh zekâlı. Bu
oğlana yardım etmek çoh sevaptır. Sen razı olursan, onu ben burada
ohutmah istirim. Hee, ne diyirsin oğul?
- Müftü efendi hazretleri, çocuğun babası var, bene ne düşer?
- Oğul babası onu burada ohumasına ne diyecek?
- Bilmem ki. Babası, onun Kartallı köyünde ohumasmı istir.
- Baba.sı nerde?
- Erzurum'un bir kövünde imam.
- Sen edresini ver, ben ona mektup yazim.
- Zeten, Hafız Celâl onu götürecek.
Yazılacak-mektubun, Hafız Celâl'le gönderilmesine karar verildi.
Müftü Şükrü Balcı, çocuğun babasını çok iyi tanıyordu.
- Abdul'u ben imam yaptım., dedi.
Gerçekten de Abdul' u ilk imam yapan oydu. Tutak'a bağlı Musik
köyüne, ücretini köylüler vermek üzere imam yapmıştı. Abdul da, bir
yıl o köyde kaldıktan sonra, köyden köye imamlığım sürdürmüştü.
Müftü, eski yazının ustalarındandı. "Hattat"tı. Yani son derece
güzel yazı yazardı. Mektubu yazdı. Abdul'un oğluna verdi. Cebine
koyup babasına vermesini söyledi. Sonra bir para uzattı:'
^ Al, bu parayı da al, cebine koy.
- Benim param var.
167
- Kim verdi?
- "Iskaf'tan almışıdıra.
- Yaa, demek Şafiiler "ıskat"a katirler seni. Bizim mezhepte, sen
re.şid olmadığın için kaülamazsm. Neyse sen gene bu parayı al!
Aldı, onu da, çıkardığı kesesine koydu.
Ahmet, oğlana:
- Haydi gidek.. dedi. Ve çıktılar.
Gülbeyaz ağlıyordu.
- Niye ağlirsin bibi?
- Benim başıma taşlar düşsün, senden ayrılıcam, sen yarın
gidirsin...
- Yaa, kim dedi?
- Hafız Celâl haber göndermiş.
- Gidirsem gidirim, sen niye ağlirsin?
- Oğul gurban olim, sene bahamadım, yediremedim, içiremedim.
- Bahtın, bahtın, çoh ey bahtın. Daha nasıl babacan?!
- Seni verene gurban olim.
- Ben gene gclecem. Babam getirir, babamı da görürsün.
- İnşallah..
O günü, hep, ertesi gün gidecek olmanın sevincini yaşıyarak
geçirdi. Anasını, babasını, nenesini ve "kızlar"ı (kardeşlerini) çok
"göresmişti" çünkü. Hafız Celâl'den ve onunla yolculuk etmekten hiç
mi hiç hoşlanmasa da, özlediklerine kavuşacak diye çok seviniyordu.
Bu sevinç yüzünden kitaplarını ve okumayı da bir yana bırakmıştı.
Hemen kavuşacakmış gibi can atıyor, sabırsızlıkla bekliyordu ertesi
günü. Bir içeri, bir dışan girip çıkarak..
168
22
Güneşin doğmasına dalıa var. Hafız Celâl hazır. Onu da
hazırlamışlar. Kitapların ve yo! azığının konduğu heybe, torba.
Ayakkabı mı, çarık mı giysin diye biraz tartışıldıktan sonra, yolda
daha hafif olur düşüncesiyle çarık giymesi kararlaştırıldı. Yine de "cici
ayakkabıları" orada bırakılmadı, ağırlığı olsa da torbaya yerleştirildi.
Bibisinin, eniştesi "cırıh Ahmet"in ve Huriye'nin ellerini öptü.
FaikTe sarıldılar. Yıldızının hiç barışmadığı Memet'e bile sarılır gibi
yaptı. Vedalaşmalar, tcnbihlcr ve Gülbcyaz'ın yağmur gibi dökülen
göz yaşları. Sabah biraz serinse de hava güzeldi. Güneş doğup biraz
yükseldikten sonra yakıcı sıcak başlıyacak. Artık geç kalınmaması
gerekiyordu. Her şey bir daha gözden geçirildi. Herşey tamam. Ve
hocalı, öğrencili yolcular yola çıktılar..
Yolculuk, köyden köye oldu. Köy odalarında, köylerin evlerinde
ya da köy imamlarında, muhtarlarında konuk olarak.. Yaya.. Kimi
zaman da ât, ya da öküz arabasıyla.. Yolda rastladıkça biniliyordu.
Yorucu ve çok çileli bir yolculuk, tam dokuz gün sürdü. Varacakları
köye, Simo'ya daha çok varken bile ikisi de bitmişti yorgunluktan.
Hâliz Celâl de bitikti ama, küçük arkadaşının hiç mi hiç yürcyecek
durumu kalmamıştı. Celâl, onu sürüklüyordu bir çeşit. Biraz
dinlendiler, sonra yine yürüdüler. Ve dokuzuncu günün öğlesinde
viu-dılar. İyice bitik olarak.. Çocuğun boyu.sanki daha da küçülmüş,
kolu, bacağı iyice erimiş, cılız gövdesi iyice cılızlaşmıştı. Zaten
kayan gözleri, daha da kayar olmuştu.
Simo, aynı adı taşıyan bir dağın eteğinde kurulu bir Çerkez
köyüydü. Erzurum'un Hınıs ilçesine bağlı. Oldukça temiz. Söğüt
ağaçlarıyla kaplı. Evler aralıklı, sebze, karpuz, kavun ekilen bahçelerie
çevrili. Duvariar yüksekçe ve ak badanayla badanalı. însanlarmın,
başka yerlerde alışılmadık biçimde elleri, yüzleri temiz.
Babasının satın alıp genişlettiği, köyün de iyi bir kesiminde
bulunan üç odalı, bir ahırii ve bahçeli evine yüz yüzelli adım kala, k z
kardeşlerinden, kendinin bir küçüğü olan Gülenaz'ı gördü. Gülenüz
çocuklarla oynuyordu. "Ağa beg"ini önce tanıyamadı. Sonra tanır
tanımaz, müjde götürmek için eve koştu:

169
- Anaaaü! Ağabegim geldi! Kız anaaa..!
Anası, sesi duymuş ve oğlunu da görmüştü. Koşup kucaklamak,
bağrına basmak istiyordu, ama yapamadı. Çünkü bir "herif vardı
oğlunun yanında. "Elin herifı"ne doğru koşulmazdı. Başında örtüsü,
ağzında yaşmağı olsa bile.. Oğlu da anasına koşup kucağına atılmak
istiyordu, ne ki e d a yapamadı. Onda da güç yoktu. "Dizlerinin
dermanı kesilmişti". Ana-oğul, kavuşacakları ânı sabırla beklediler.
Anası biraz durup baktıktan sonra, seğirtip evden minder çıkardı.
Gelmekte olduğunu gördüğü "herir' için. Bahçeye koyacakü. Götürüp
koydu.
Vardılar sonunda. Bahçenin kapısından içeri girdiler. Anası,
ağzını-yüzünü iyice kapatarak, bahçede, kaynanasının yaında
hazırladığı yere buyur etti işaretle. Ve elindekileri bırakan oğlunu,
ka>'nanasının da, herifin de göremiyeceği bir yana çekti; bağrına basü..
İkisinin de coşkusu dorugundaydı. Ana-oğul doyasıya sarıldıktan/
koklaştıktan sonra, sıra kızlara "ağabeg"lerinin sarılmasmdaydı.
Ağabeg, önce Gülenaz'ı sarılıp öptü. Sonra Zinnur'a^ sonra Yeter'e,
sonra yeni yürümeye çalışan Râbia'ya. Bir de kundakta bebek vardı, o
içerdeydi. Nenesine de sarılıp elini öptükten sonra, kundaktaki bebeğe
koştu. Onu da gidip öptü. Ve yine bahçeye, nenesinin, hocasının
yanma gelip oturdu.
Anası, Hâ/iz Celâl'i önce Ummadı. Sonra oğlu söyleyince tanıdı.
Celâl, onun çocukluk ve gençlik arkadaşıydı. Celâl, Hatun'un peşine
düşmüştü. Ama alamamıştı. Zaman zaman dalaşmışlar, kavgaya
tutuşmuşlardı. Bir kavga sırasında Celâl'in düştüğünü ve bundan
yararlanarak göğsüne çıkıp "ağzına culladıgım" anımsadı Hâtûn. Artık
o bir herif olmuş, kendisi de evli bir karı. Onun için gidip
konuşamadı. Yalnızca, işaretle, "hoşgeldin" dedi. Hafız Celâl'le nene
konuştu:
- Hoşgeldin hafız efendi.
- Hoşbulduh. -
- Nasısm, iyi misin?
- Elhamdu lillah! Ellerinden öperim, sen nasısm, iyi misin?
- Çok şükür, ölmedim yaşirim işte.
- Allah, imandan -Kur'an'dan ayırmasın.
170
- Amin oğul, âmin. Asıl olan o. , 1'
Hafız Celâl, Hatun'la da konuşmaya can atıyordu. Ama
konuşamadı. Yalnızca, Kaynanasma işittiraıenieye çalışarak:
- Hatun nasısm? dedi. Âma sesli ve sözlü karşılık alamadı. Aldığı
karşılık, "iyiyim" anlamına gelen bir işaretti. El ve baş işaretiydi.
Çünkü kendisi bir hoca karısıydı, dinin buyruklarına daha çok uymak
zorundaydı. Dindeyse, karılar, heriflerle sesli ve sözlü olarak
konuşamazlardı. "Söz" de, ''ses" de "nâ mahrem"ler karşısında
"hardm"lar arasındaydı.
Oğlu da. Celâl de, "Abdullah Hoca"yı sordular. Camiye gittiğini
öğrendiler.
Celâl, neneyle Abdullah Hoca üstüne konuştular.
- Abdullah Hoca nasıl iyi mi?
- Allah'a çok şükür, o da iyi. Namazdan namaza camiye gidir,
ezanını ohir, namazını kıldırır-gelir. Başha işi yoh. Biraz sonra gelir.
- Köylülerle de arası eyi mi?
- Eydir oğul, ey. Amma bu çerkezlerin eyiliği, kötülüğü heç belli
olmir. Bir baharsın eyiler, bir baharsın kötüler.
- Bol ücret verirler mi?
- Verdikleri ücret ey: Yüz teneke buğda. '
- YiUi, çoh eymiş.
- Ey elhamdu lillâh. Bin şükür.
Biraz sonra Abdullah Hoca da gözüktü. Oğlu hemen koşup
.sarıldı. Hafız Celâl'le birlikte geldiklerini söyledi.
Hoca gelir gelmez, hafıza sarıldı, öpüştüler.
- Hoşgeldin.
- Hoşbulduh,
Ayakta "hâl-hatır" sordular, oturduklarında bir daha sordular.
"Daha nasısın, daha daha nasısın..?"lar sürüp gitti.
Hoca, karısına bağırdı:
- Kız, git eunek, yemek hazırla acıhmışlardır..
Hâtûn, hazırlamıştı bile. Yumurta, "kartol" (patates) hazırlamıştı
ivedilikle. Evde zaten fazla birşey bulunmazdı. Getirip önlerine koydu.
Alıntı ile Cevapla
  #29  
Alt 30-09-2012, 06:44
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

171
Akşama da bulup buluşturarak başka yiyecek hazu-layacakü. Hoca ha:
zaman: "-Kız etmek getir, yemek getir!" derdi, eve sık sık da konuklagetirirdi,
ama evde ne var, ne yok pek bUmezdi. "Bulup buluşturmak",'
Hâtun'a düşerdi hep.
- Nasıl, Hafız efendi; senin "köle"n ey ohuyabildi mi?
"Köle" dediği, kendi oğluydu. O çevrelerde, özellikle "din
kibarları" arasında biri kendi çocuğundan sözettiğinde, karşısındakine:
"-Kölen, köleniz!" diye sunardı. "Kibarlık" gereğiydi bu.
Hafız, soruyu anlamışü.
- Ohudu ohdu, hemi de çoh iyi ohudu. Çoh zeki maşallah.
Hafıza, çocuğun hangi dersleri okuduğu, dersinin nerelere geldiği
sorulsa, bilemiyecekti. Molla Nâsır'dan hangi dersîeri aldığını, yani
son döneniini bilmiyordu çünkü.
-Senin eyligini nasıl öderik?
- Böle zeki çocuğu herkes ohudur. Allah, sene verdiğini kimseye
vermemiş. Benim de oğlum var, amma böle zeki değil, zor ohudirim,
ohumir.
- Bu oğlanın çoh böyük âlim olmasını istirim.
- Bu oğlan olur. '
- İnşallah.. -
Çocuk, cebinden, müftü Şükrü Balcı'nm yazdığı mektubu çıkarıp
babasına verdi o sırada. Babası mektubu okudu. Hafıza da gösterdi.
Yazının güzelliğine de hayran oldular.
- Müftü, çocuğun Molla Nâsır'da okuduğunu yazir, sen de ohumir
miki? •
- Kürtçeyi öğrendikten sonra, bende ohumaya tenezzül etmedi
artıh.
- Estağfırullâh, ey hele dur şimdi Molla Nâsır'da mı ohir?
- Hee, büyük hoca ohidir.
- Müftü, "ben ohidim!" diyir, sen ne diyirsin?
- Münasiptir. Müftü hattattır, gözel yazı da örgetir.
Hâfız, Kürtleri hiç sevmezdi. Ama Molla Nâsır'a çok büyük
ölçüde saygılıydı. Arapça bilgisine, hocalığına hayrandı. Bunun için
172
onda okuyordu. Ne ki, Tutak Müftüsü de, çocuk için çok önemliydi.
Özellikle yazı ve Kur'an yönünden. Kürtler, ne iyi yazı yazmayı
bilirlerdi, ne de iyi Kur'an okumayı. Molla Nasır bile, Kur'an'ı
"tevcid"iyle okuyamaz, yazıyı "imlâ"sıyla yazamazdı. Bunu, çocuğun
babasına anlatı. O da zaten biliyordu bu durumu az-çok. Ne var ki,
enişte Cırık Ahmet'in huyunu, çocuğu pek barındırmak istemiyeceğini
de biliyordu. Onu "memnun" etmek için birşey 1er vermek gerekirdi.
Ama çocuğun babasında da "imkân" yoklu. Belki imkân bulabilirdi,
ama çocuğunu "bedava" okutmaya alışmıştı. Yeni bir gider zor
geliyordu. Düşündü uzun uzun.
Getirilenler yenmiş, karınlar doymuşlu. Çay da getirildi. Hafız ve
Abdul Hoca, üçer-dörder "istikan" (bardak), kulama çay da içliler.
Bir-iki bardak da nene içti. Belki oğlan da içmek i.sterdi. Hâtûn da
içmek isterdi. Ama büyüklerin ve babaların yanında çocukların çay
içmesi "ayıp"lı. "Karr'ların da.. "Elin herifi" olmasaydı Hâlun da
içebilirdi, ama herif vardı..
Çaylar içilirken, hafız, kendini doğrudan ilgilendiren konuya
girmek isledi. ı
- Abdul Hoca, buralarda hocalara itibar nasıl? Biraz şöle etrafa
çıhsah, eli boş mu, eli dolu mu dönerik, ha fikrin nedir? Sen bene
yardımcı olur musun?
- Başım gözüm üstüne hafız efendi, ne demek, tabii yardımcı
olurum. Olurum da buralarda iş yoh. "Zekat" mekal veren çoh olmaz.
Türk kövlerinde hemen hiç âdet değil. Kürt kövlerinde var, onlar da
herkese vermirier. "Türk" dedin mi hiç vermirler. Çerkez kövü olarah
da bir bu köv var. Bunlar da zekât vermeye pek alışıh değil. Yalnız
bir-iki saat uzakla bir böyük köv var. Karaçoban kövü. Türk de, Kürt
de var bu kövde. Hacıya-hocaya çoh itibar edirlermiş. Bir adamını
bulah da sen oraya bi gel. "Nasib-kısmet", baharsın seni memnun
ederler.
- Bi bah, bah da ben bi gidim o köve. Çoh ihtiyacım var. Taa,
buralara keder çıhıp geldim, elim boş dönmiyim.
- Yaa doğru sölirsin. İnşallah eline bi şeyler geçer. Sen bu gece
istirahat et, ben baharım. O kövde tesiri olan bir adamı muhakkak
bulurum. Sene yardım etmiek, boynumun borcu.
173
- Allah razı olsun.
- Senden de. Senin az mı eyligin oldu?
Bu konuşmalar olurken cemaatten Hacı Mûsâ çıka geldi.
- Selâmün aleyküm.
- Vaaleykümüsselâm Hacı Mûsâ.
Hacı Mûsâ'nm da altına bir minder kondu. Bir bardak da ona
getirildi. Çay konup sunuldu. Hoca, hacıya, konuğunu tanıttı. Biraz
öteki konuda da durulup konuşuldu. Hacının çevre köylerinde ve bu
arada Karaçoban köyünde etkisi, tanıdıkları olduğu ortaya çıktı. Hacı,
hafızı sevindiren sözler .söyledi. Epeyce konuştular. Nasıl yardımcı
olunacağı belirlendi. Mektup yazma uygun görüldü. Hacı hemen
mektup yazdırdı hocaya. Birkaç mektup yazıldı. Zarf bulunmadığı için
kağıtlar katlanıp verildi hafıza. Ayrıca, hemen ertesi gün yola
çıkılması kararlaştırıldı. Hoca ve hâfız birlikte yola çıkacaklar. İkindi
olmuştu. Hâfız yorgundu, camiye gidemeyeceğini söyledi. Hocayla,
Hacı Mûsâ gitti.
Hoca, ikindi namazını kıldırır kıldırmaz döndü. Hâfız,
yorgunluktan uyumuş, üstünü örtmüşlerdi. Oğlan da çok yorgundu,
ama sevincinden uyumamıştı. Kesilmiş olan tavuğun tüylerini, anası
ve bactlarıyla birlikte yoluyor, hem de konuşuyorlardı tatlı tatlı.
Oğlan, ayrıldığı süre içinde gördüklerini hemen oracıkta anlatabilecek
vc kı.sa bir süre içine sığdırılabilecckmiş gibi anlatıyor, anlatıyordu.
Baba da gelip katıldı konuşmalara. Oğluna neler okuduğuna ilişkin
sorular yönehti. Babanın altına bir minder getirip koydular. Nene de
belini (uta tutâgeldi yanlarına. Onun da altına minder getirip koydular.
Öbürleri yalın ayak, çıplak yer üzerinde çömelmiş durumdalar. Kimi
tüy yoluyor, kimi izliyor. Hava da çok güzel. Oğlan babasının
sorduğu sorulara karşılık vermekle yetinmedi, fırlayıp gitti,
kitaplarından bır-ikismi getirdi coşkuyla. Babasına daha çok kendini
kanıtlama çabasmdaydı."- İşte bak, neler öğrendim, Kürtlerin içinde
boşuna kaimadım.|;" der gibiydi. Yorgunluğu morguniuğu unutmuştu.
Birden canlanmışu^^anki. Aile bireylerinin tümü hayranlıkla izliyordu.
Özellikle de Nene: %
- Verene gurîjan. Bin kere maşallah. Görür misin benim
174
yavrumu? Allah kem gözlerden sahlaya.. diyordu sürekli.
Oğlan, Arapça kitaplardan birçok satırlar okudu, anlamını anlattı.
Ayrıca ezberlediklerinden okudu, açıkladı. Tavuğun yolunması işi
bitmişti. Parçalanmasına; yıkanıp tencereye yerleştirilmesine sıra geK
misti. O iş de orada yürütüldü.- Baba - eğul konuşması, bir yarışmaya,
bir boyölçüşmesine dönüşmüştü. Çünkü oğlanın okuduklan ve
açıkladıktan karşısında^ baba da geri kalmış gözükmek istemiyordu. "-
Ben de bir şeyler biliyorum. Ben de daha çok şey biliyorum.."
havasındaydı. Oysa^irçok yönden baba çok gerilerde kalmıştı.
Oğlanın birçok öğrendiklerini baba bilmiyordu: Oğlan Arapça
dilbügisini, oldukça ileri sayılabilecek ölçüde öğrenmişti. Babay.sa bu
alanda hiç okumamıştı. Oğlan, elindeki Arapça kitaplan okuyabiliyor,
anlamını verebiliyordu. Babaysa bunları okuyamıyordu bile. Oğlan
birçok şey ezberlemişti Arapça metinlerden. Şiirler ezberlemişti, dini
öğütler ezberlemişti, hadisler ezberlemişti. Hepsini de olabildiğince
Tüıkçeye çevirebiliyordu. Babaysa bunlardan habersizdi. Buna karşılık,
Türkçe kitaplarda, ibadet ve dini "kıssa"lar (öyküler) alanında
okudukları çoktu. Ceniaatine de bunlardan anlatıyordu. Bunların
çoğunu da oğlu bilmiyordu. Ama oğlan bunları küçümsüyordu.
Taraştılar:
- Baba o Türkçe kitaplann çoğu asılsız.
- Hele eşşeğin sıpasına bah; Nerden bilirsin asılsız olduğunu?
- Vallaha asılsız. "Sahih" (sağlam) hadislere uymir.
- Uyir uyir, sen daha öğrenecen. Derslerin daha yuharılara
çıhtığındaöğrenecen.
Babası; oğlu, umduğundan da çok okumuş diye hem seviniyor;
hem de kendisinin geri kalmış olmasına üzülüyordu. Ama geri
kaldığını "itiraf" etmiyordu bir türlü. Babalığın "hükmünü"
göstermeye çalışıyordu. Zaman zaman da azarlamalara başvuruyordu.
Ama nene araya giriyor, torunundan yana ağırlığını koyuyordu:.
- Ne kıshanirsin, işte benim oğlum (torunum) daha çoh ohunıuş,
daha çoh bilir!
- Ana sen ele diyirsin, şımarir.
- Şımarmaz benim yavrum şımarmaz.
175
Ana da kanşnıadan edemedi:
- Vıy, senin gözün götürmir mi ne? dedi kocasma.
- Sus kız sen!
- Vıy anam, hele herifin derdine bah. Karşısına almış oğlanı,
çekişip durir. Niye götürüp bırahtm taa Kariallı'lara? Ohusun diye
değil mi? Sevinip "ögüneceğin" yerde, "didikleyip" durirsin çoh ohudu
diye. Helbet..
- Kes yeter. Seni mi dinliyek?!
^ ! ! !
Tartışma kesildi. Parçalanıp temizlenen tavuğun yerleştirildiği
tencere, hemen oracıktaki ocağa konmuş; ocak ta yakılmıştı. "Tavuklu
pilav" pişecekti.
Hafıza gidip baktılar; hafiz uyanmış.
Abdul Hoca, konuğunun yanma bir uğrayıp nasıl olduğunu
sorduktan sonra camiye yöneldi. Akşam namazı olmak üzereydi
çünkü.
- Hoca, dur ben de gelim.. dedi hafız.
Hemen abdest suyu getirdiler, ivedi ivedi abdest aldı. Ve birlikte
gittiler camiye.
Onlar gidince, nene de, ana da oğlana yumuşak biçimde uyarıda
bulundular
- Gurban olduğum, babana karşı gelme! Çoh bilsen de az bilmiş
ol! He mi benim yavrum?
- Hee. Amma ben "büyük âlim" olacam.
- Helbet, inşaallah.
- Babam da olacah mı..? Ö Arapça ohumir ki..
- Sen ohirsin, âlim olacan fahat, o, senin baban.
Çocuğun kafası yine karışmışü. Çok şey öğrendiğini, babasından
niye saklamalıydı? Babası neden tedirgin oluyordu? Alim, çok âlim
olmasını isteyen,"- benim oğlum, Basra'daki Kufe'deki âlimler kadar
âlim olacak." diyen babasının kendisi değil miydi? Öyleyse neden
istemez gibi tutum gösteriyordu şimdi?
Uyanlar sürdü:
176
- Hem bah oğul, onlarla namaza da gitmedin!
- Yoldan geldim, yorgunum.
- Bilirim de yavrum, gene de gitmeliydin. Haydi bari abdest al da,
burda gıl namazmı. Şimdi gelirler. Geldiklerinde seni namaz gılarken
görsünler.
İstemeye istemeye abdest almaya koyuldu. Gevşek gevşek
davrandı. Epeyce sürdü abdest alışı. Sonra namaza durduk O, nam^ı
bitirmek üzereyken de babasıyla hafız döndü camiden.
Yemeyi bahçede yemeye karar verildi.
"Peşhun", tencere, genişçe ve derince bir kap. kaşıklar, ekmekler,
soğan.. Bu sofra, yalnızca büyüklere hazırlanmışıı. Ananın dışmdyki
büyüklere. Ana (Hatun), "elin hcrifi"yle bir sofrada yemek yiyemeadi.
Büyüklerin sofrasına oğlan da katıldı. Öbürleri ayrı yiyeceklerdi.
Büyükler yiyip bitirdikten .sonra. Kalanı. Hep l)öyle olurdu.
Büytikler karınlarını doyurdular. Artanı da ktıçükler yediler. Aynı
kaptan.,
Ardmdan çay getirildi. Yine büyüklere.. Küçükler çay içmez.
"Çok ayıptır".
Yenildi, içildi, tatlı tatlı söyleşiye geçildi.
- Hele anlat hafız efendi, anlat!
- Ne anlatim?
- Molla Nâsır'la, "Kürt"leric aran nasıl?
- Bırah Allah'ın Kürtlerini. Ama Molla Nasır'la aram eyi. Eyi
hocadu^o.
- Hee, çoh ögirler onu. "Onun gibi hoca heç yoh." diyirler.
- Dedikleri yalan değil. Ben öle hoca heç görmedim. "Ulûm-u
Arabiyyeyi, ulûm-u diniyyeyi yuünuş hep". Senin oğlan da yarın öle
olur.
-Şeyh Şaban nasıl?
- O mu?! "Evliyalık" taslir. "Kürtten evliya, koyma havlıya" diye
bir söz var hani, onun evliyalığı da ele bir evlıyalıh. Amma baba,
bizim beyinsiz Türklerden de heriften medet umanlar var.
177
Hafıza "kurt" sözü edildi mi, tüyleri ürperirdi. "Kürt talebeler"le
de sürekli tartışırdı. Çekişir, kavga ederdi. Eline yetki verseler,
"dünyayıkürtlerden temizleyeceğini" söylerdi. Çocukluğu, gençliği de,
"Türk-Kürt" çaüşması içinde geçmişti. Gerçekte, sıradan halkın bu
konuda bir sorunu olmazdı. İki kesimdeki "ağa"lar, "bey"1er ve
adamlarmm çıkar çaüşması olmasaydı içice kardeş kardeş yaşanıyordu.
Birbirlerine kız alıp vermeler de oluyordu. Birçok yerde, birbirlerine
"akraba" olmuş Kürtler, Türkler vardı. Gelin görün ki çıkarlan
çaüşanlarm "körük"lerinden esip gelen yeller, kimi yerde, çok ciddi
boyutlarda "Türk-Kürt" çaüşması oluşturmuştu. Bununla birlikte Türk
kesiminden de, Kürt kesiminden de "ağa"lar, "bey"ler, çoğu kez yağlı
ballı yaşarlardı üst düzeyde. Kimseye pek çakürmadan...
Hafız Celâl, Kürtlerle nasıl kavga ettiklerini, onları nasıl önlerine
kaüp kovaladıklarını, onlann Türklere hiçbir zaman dayanamadıklarmı,
hepsini dize getirdiklerini anlatır dururdu fırsat buldukça. İşte yine
anlatiyordu.
-"Ah bu Kürtler, âhhhü!"
Oysa Kartallı köyünde "Kürtler"in ekmeğini yiyordu. "Nankör
herif" diye içinden geçirdi oğlan. Ve ayrılıp içerde teşbih çeken
nenesinin dizinin dibine gitti.
Abdul Hoca da "Kürt"lcri pek sevmezdi. Karısı Kürt olduğu
halde... Hatun'un yanında Küi-tleri alabildiğine yererdi. Kadıncağız da
kimi zaman yumuşak biçimde karşılık verir.; kimi zamansa
korkusundan onaylardı onu. "Koca pençeli koca"sını.
- Hee dorgu sölirsin, eledir bizim Kürtler. Kötüdür... derdi.
"Türko" da bir zamanlar sevmezdi Kürtleri. Onlann içine ilk
bırakıldığı sıralarda. Ama giderek hepsine alışü, ısındı. Dahası sığındı.
Onların çok çok iyiliklerini gördü. Ve tümünü sevdi. Kimilerini daha
çok... Anasının "Kürt" oluşunun da onlara ısınmasında büyük payı
vardı. Çünkü anasını çok severdi. Babasından çok çok fazla...
Güienaz soluk soluğa koşup haber getirdi:
- Ana, giz ana köve "çarşı" gelmiş!
- Sus kız geberesice! Ne bağirirsin, oğlan uyir! Uyandırırsın.
Gurban olasın onun tırnağına. Siz "yarıh"lar (kızlar) hepiz gurban
olasız! Siz neye yararsınız?
178
Bu tür azarlamalara kızlar alışıktı. Çünkü kızların ailede hiç
değeri yoktu. Kız çocuğu mu "yanh"tır. Bacak aralarındaki durum,
"yarılıklık", onlar için hep bir kınanma nedeniydi. Abdul
Hoca'nmkiler de az değildi. Bir "yarık" olmuş, yeünemiş, bir daha.
"Allah'tan işte"! Artık "yetsin" diye üçüncüsüne "Yeter" adı konmuş;
ama "Allah yine yeter dememiş"; bir "yarık" daha gelmiş. 1, en çok 2
yıl arayla ard arda dizilmişler. "Allah'ın hikmetinden suâl olunmaz"!
Bunca "yarık"lar içinde ''bir tane büUüklü" var. Onun için de o değerli.
Hem "tek", hem de oğlan. Çok küçük ve cılız durumuna bakmaksızın
alınıp Kürtlerin içine atılmış, ona o yaşta inanılmaz çileler çektirilmiş
ve çektirilecek olsa da aile için o çok çok değerli.
Gülenaz hemen sesini yavaşlatu.
- Ana, giz, ağabegime çarşıda her şey var. Erik de ı^ar.
Ağabegime alah kız!
- He giz he hee şimdi sus!
Eriğe de, kaysıya da "erik" denirdi. Katırlarla, eşeklerle gelirdi.
Büyük büyük sepetlerle, heybelerle. Çevreden, meyveli yerlerden
mevsimine göre ne bulunursa getirilirdi. Çok çok uzaklardan... İncik
boncukla birlikte getirilip köy meydanına dökülürdü. Köye "çarşı"
geldiğini gören, duyan ve alacak gücü olan kojşardı bir şey almak için.
.^Neden ki, her zaman gelmezdi. Oğlan nenesinin çok özlediği
dizinin dibinde ve "peştamalının altında" uyurken sesi duymuş, kulak
kabartmışu hemen.
- Çarşı gelmiş heeei
-Hee..!
Zinnur, Yeter de sokulmuşlar araya. Eller, yüzler toz toprak
içinde.. "Çarşı" -ki kimi yCirede de "çerçi" derler- sözü bile hepsi için
en büyük umut, mutluluk. Katırları, eşekleri ve getirdikleriyle bir
• bütün oluşturan satıcılar karşıdan gözüktükçe başka dünyalardan bir
süre için gelip herkese i.sietliğini vermeye hazır mutluluk elçileri gibi
bir hava veriyordu. Ama ya onlardan birşey alabilecek güçte
olmayanlar için..? İşle öyleleri için çok, çok kötüydü. Öylelerinin
sayısı da az değildi.
' Hatun, bir torba alıp buğday çuvalına gitti. Torbaya epeyce bir
buğday koydu. Kuşku.suz oğlanın halın içindi bu. Sonra alıp gelirdi.
179
Alıntı ile Cevapla
  #30  
Alt 30-09-2012, 06:46
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Kızlarda nasıl bir sevinç! "Ağabeg"lerinin yüzü suyu hürmetine
aldıklan buğdayla "çarşı"ya gideceklerdi. O buğdayla kimbilir neler
neler alacaklardı. O sırada birşeyler paylaşmak ister gibi hemen
bitiveren kazlar, hindiler de gelmiş çocuklara doğru boyunlarını
uzatmışlardı. Çocuklarsa onlarla bir şey paylaşmak istemiyordu. "Size
bir şey yok, gidin buradan!" dercesine uzaklaştu-dılar ailenin bu kanatlı
üyelerini.
Hatun torbayı oğlana verdi.
- Haydi gurban olim, bacılarını al da "çiu-şı"ya gidin. Canın ne
isterse al. He mi gurban olim...
El ele tutuşuldu. Oğlan Gülenaz'ın; o da Zinnur'un, o da Yeter'in
elinden tuttu. Torba oğlanın sırtında, "çarşı"nın yblu... Hangi şey tutar
bu mutluluğun yerini..? Başta "büllüklü", yanında da "yarıklar" dizi
dizi..!
Hâfız Celâl'le Abdul Hoca'nm "sohbet"i çok koyuydu. Arada bir
karşılıklı bilgi "tartma"ları olsa da bu çok sürmüyordu. Hâfız
bilgiliydi. Üstelik Abdul Hoca'nm bilmediği Arapça'yı iyi biliyordu.
Bildiğini de gösterip baskın geliyordu. Hele Hatun ara sıra hizmet için
yanlarına geldiğinde iyice coşuyordu. Abdul Hoca'ysa Türkçe
kitaplardaki dini bilgileri edinmişti. Bu bilgilerle kendi oğluna kafa
tutar gibi çıkışlar yapabiliyorsa da, Hâfız Celâle aynı türden çıkışta
bulunamazdı. Söyleşileri yalnızca din üstüne de olmadı. Çok çeşitli
konulan, köyleri, köylüleri, geçim sıkıntılarını...da içine alıyordu.
Özellikle de Celâl'in "cer" konusu üzerinde duruldu. Ve yatsı namazına
değin sürdü. Bu namaz kılınır kılınmaz da yataklar serildi...
180
23
Abdul Hoca ve Hafız Celâl, sabah namazından önce,
kararlaştırıldığı gibi yola çıktılar. Karaçoban köyüne doğru. "Cer"
yapacaktı hafız. Yeni bağış toplıyacaktı kendine. Hoca da ona yardımcı
olacaktı. Öyle oldu.
Hafızın sesi çok güzeldi. Buna bir de Arapça'sı filan eklenince'
çok ilgi gördü. Ezanıyla bile büyülemişti herkesi. "-Böyle güzel bir
sesli kimse şimdiye dek hiç gelmedi köye." yargısı yaygındı. Celâl,
okuduğu Kur'an'la da hayranlık uyandırmıştı. Hem sesi, hem de
"tecvid"iyle... Onun gibi "tecvid" bilen o yörede yoktu. "Dilli bir
adam" olduğu için "va'z"ları da çok ilgi uyandırmıştı. "Ağzından ballar
aktığr'nı söylüyordu herkes. Kısa bir süre içinde köyde yayılmıştı
ünü. Bunda, Abdul Hoca'nm payı da az değildi. Ama hafızın kendisi de
bunu sağlayacak güçteydi.
Karaçoban Köyü, Hafız Celâl nedeniyle"va'z" 1ar yönünden
olduğu gibi "fetvâ"lar yönünden çok yoğun ve ilginç bir dönemi
yaşıyordu.
Karaçobanlı köylü, yanında 20-21 yaşındaki oğluyla "fcivâ" için
hcK;aya gelmişti. Oğlanın durumunun çok önemli olduğu, hocanın
"va'z"larının ışığı altında anlaşılmıştır. Durum, alabildiğine ciddi.
Delikanlı hocanın konuşmalarını dinledikten sonra bunu anlamış,
derdini babasına anlatmıştır. Eğer hocanın sözleri yanlış
anlaşılmamışsa, evli olan bu genç insanın karısı kendisine "haram".
Buysa bir felâket. Olaysa şöyle:
Oğlanın bir kaynanası var. Hem genç, hem de güzel. Güzellikte
kızıyla yarışır durumda. Damad, kaynanasının elini öpmeye.gider. İşte
ne olursa orada olur. El öpme sırasında, delikanlının akhna hocanın
"va'z"ları gelince heyecanlanma ve ardından içinde bir "uyanma"
olmuştur. Yani "şehvet". Böyle de olunca, hocanın "şer'î
açıklamahu-ı"na göre "hurmet-i müsâharet" meydana gelmiş olması
181
gerekiyor. Dolayısıyla da oğlanın kansı elden gidiyor. Oğlanın ailesi
bir kaygı, bir telaş içinde. "Nedir bu başa gelen"? Belki bir yol bulur
diye de babası oğlanı alıp hocanın yanına getirmiştir. Durum bu.
Köylü yalvanyor hocaya bir çıkış yolu bulsun diye.
- Aman hoca efendi oğlanın ocağı yıkılacak. Oğlan ilaha önce de
kaynanasının elini öpmüştü; ama hiçbir şey olmamıştı. Bu sefer nasıl
olmuşsa olmuş işte. Gendisi annatsm...
Hafız Celâl, oğlana dönerek kendisine iyice yaklaşmasını söyledi.
Kasketi önünde hocaya doğru ilerleyen oğlanın durumundan, çok
utandığı belli. Ama ne yapsın? "Şeriat işte"! Oğlanın rahat anlatması
için babasının oradan gitmesi gerekiyordu; bırakıp gitti. Delikanlı,
Hâfız Celâl'le başbaşa.
- Geç şöle otur hele.
Sıkıla büzüle oturdu oğlan.
- Şimdi annat, netlin ele?
Dclikanh anlattı olayı. Ne ki Hâfız Celâl, ayrıntı istiyordu:
- "O sırada şehvet, lemse mukârin oldu mu"?
Delikanlı hiçbir şey anlamamıştı.
- Annamadım efendim. Ne "oldu"mu?
Hoca ne demek istediğini açıkladı;
- Yani tam o su-ada mı şchvcticndin? El öperken mi?
-Hee!
- "Alet de mutaharrik oldu mu"?
Delikanlı yine anlamamıştı.
- Bunu da arınamadım hoca efendi.
- Oğlum, yani senin "şey"in kahtı mı o sırada?
Delikanlı başını eğdi ve "evet" anlamında salladı.
- Söle söle. Şeriatta utanma olmaz. Dilinle söle. Kahtı mı,
kahmadımı? "
-Kahü!
- Nasıl kahtu tam şöle mi, yohusa şöle mi?
Delikanlı "şey"in o sırada adamakıllı kalktığını anlatmaya çalıştı.
182
Ne var ki diliyle anîaünca hoca yine istediği karşıhğı alamamıştı.
- Elinile anılatsana oğul, elinile annat. Görset elinile;
Delikanlı "şey"in o su-ada ne denli kalkıp dikeldiğini, iki
başağının ortasından ve şalvarının üzerinden eliyle göstereıgk anlattı.
Böylece hoca anlamıştı ki, genç adam, kaynanasının elinV öperken
°§ehvet"e gelmiş ve "âlet"i o sırada "tam mûtaharrik olmuştur". Peki
ne yapabilirdi şimdi? Hoca yüzünü, alnını buruşturup düşünmeye
koyuldu. Ne ki hiçbir kurtuluş yolu yok. Oğlanın karısı, bu olay
nedeniyle, kendisine "ebedî haram" olmuştur. Çünkü "hurmet-i
müsâharet", yani "hısımlık nedeniyle haramlık" gerçekleşmiştir o
"şehvei"le. "Al belâyı başına"! Hafız, oğlana bir çıkış yolu
göstcrememenin sıkıntısı içinde. Oglansa bir umutla onun gözlerine
bakıyor. Hafız düşündükçe düşünüyor. "Ulan cşşekoğlu eşşek biraz
yalan söyleyip kurtulsana. Aletim o sırada kahmadı desene itoğlu it."
Hoca onun biraz yalan söylemesini çok islerdi, ama oğlan "Şeriat"ı
düşünüp herşeyi açıkça anlatmıştı. "Günâh" olmasın diye... Aslında
oğlan, el öpme sırasında "şehvct"e gelirken "Şeriatın ne dediğini"
bilcbilmiş olsaydı, "çare"si de vardı. Bunu da anlatü hoca.
Şöyle olabilirdi: '
El öpme günü. Damad ve kaynana, pamad uzanıp kaynanasının
elini öpüyor. El elç dokununca olağan d ı ş bir coşkulanma. Damadda
önü alınmaz bir cinsel istek. Oğlan, gerekeni yapmazsa durumun neye
yolaçacağmın bilincinde. Kaynanasının eli dindeyken yanındakilere
.sesleniyor: •
- Hemen bir "perde" getirin!
Herkes şaşuıyor ne "perde"si istiyor diye. Ama o direniyor:
- Duymadınız mı perde getirin dedim. Haydi acele.
Bulup buluşturuyorlar, bir "perde" alıp getiriyorlar.
- Perdeyi bu araya gerin!
"Ne yapmak istiyor acaba"?
Delikanlı bir eliyle kaynanasının elini tutarken, öbür eliyle de
göstererek perdenin, kendisiyle kaynanasının arasına gerilmesini ve
oradaki herkesin dışarı çıkmasını Lstiyor. Dediğini yapıyorlar. "Bir
bildiği var" diye. Perdenin bir yanından eli yine kaynanasının elinde.
183
Kaynana da şaşikın, ama ses çıkarmadan "işin sonu bir şeye varacak"
diye bekliyor. Elele olsalar da arada perde olduğu için oğlanı artık
görmüyor kaynana. Ve oğlan başlıyor yapılması gerekeni yapmaya:
Perdenin bir yanından sokulu eliyle kaynanasının elini yine sıkıca
tutarken öbür eline "şey"ini alıyor. Koyuluyor "menisini getirme"ye.
Kalkan "âleti tükürükleme" ha babam de babam; sonunda "meni"
gelmiştir. IVleni döküleceği yere dökülüyor, oğlan işini bitirdikten
sonra şalvarını çekiyor yukarı. Kaynanasının elini de tutmasına artık
gerek olmadığı için bırakıyor. Perdeyi de kaldırıyor ortadan.
Kaynanaysa hiçbir şey anlamadan bakıp duruyor. Damadın
açıklamasıysa yalnızca şu kadar:
- "Şeriaun icabı".
Hâliz Celâl oğlana anlatıyordu:
- İşte o zaman böyle yapsaydın, "şehvetin tedaisi ortadan kalkardı"
ve bir şey lâzım gelmezdi. Bunu yapmadığından şimdi garın sene
"haram". Çoh çoh "cahillik" etmişsin oğul. Başha da çaresi yoh. Ne
yapah yoh iştc!>
Oğlan boynu bükük ve çaresiz çıkıp gitti hocanın yanından.
Va'zları ne durumlara yolaçarsa açsın, kimse Hâfız Celâl'i
kınamıyordu. Kötü durumlar karşısında da "Şeriata boyun eğiliyor"du.
Hâliz kı.sa süre içinde ününü çevre köylere bile duyurmayı
başarmıştı.
Vc gördüğü "itibar"ı, ilgiyi, "cer" alanına dönüştürmeyi bilmişti.
Çokça zekât toplanmıştı hafıza. Küçük, büyük baş hayvan olarak,
tahıl olarak.. Bir başka başarı da, toplananların, pazarlanmak üzere,
Hınıs'a, Erzurum'a gönderilmiş olmasıydı. Hayvanlar, satılacak
hayvanlara, tahıl da satılacak tahıllara katılarak gönderilmişti. Hafızın
kendisi de onlarla birlikte gidince, Abdul Hoca dönmüştü Simo'ya.
184


24
"Türko" nenesine bilgi veriyordu,
-Nene "kulleteyn" i bilirsin?
- Ola oğul "kunnetin" nedir, ne bilim?
- "Kunnetin" değil nene, "kulleteyn",
- "Taym"mı maymı da bilmem, na.sd bilim?
- Nene gene deyemedin, "kulleteyn".
- Eşşcgin sıpasma bah, ben ne bilim o dediğin nedir?!
- Nene "kulleteyn" bir göl.
-Nasdbirgöl?
- Bizim evimiz keder bir göl. Fuiıhlt göl. (havuz)
- Nerde gördün o gölü?
- KarıaJİJ kövünde. Başka kövJerde de varmış.
- Ncydirfer o gölde?
- Taharet alirler, abdest alirler, fırtıhlarmı silirler atirler içine.
Kap yıhirler. Kül, tezek düşir içine, Kürtler, bu gölün suyundan alıp
yemek de pişirirler. Benim için karışir (midem bulanıyor).
- V lyy, başlan batsın pis Kürtlerin.
- Nene öle deme!
- Niye, senin anan da Kürt olduğu için mi?
- Anam Kürt. Hcmi de, Kürtler eyi insanlar. Fakilcrin garınlarım
onlar doyurirler. Yohusa fakileri kim doyurur? Benim gjımımı doyuran
da onlar değil mi?
- Ey oğul, Allah razı olsun, ne diyim? Ben pisliklerini söledim.
- Anam pis mi?
- Anan Kürtlükten çıkü da ondan. Pis değil.
- Yoh nene pislik şeriatlarından.,
- Ele mi?
-Ele!
185
* * *
Köylüler, imanlarının ücretlerini kendileri öderdi. Genellikle
buğday karşılığı "tutarlar"dı imamlarını. Şu kadar teneke buğday.
Bununla birikte, imamın; tarla, çayır işlerine de göz yumarlardı.
Dahası, bu yönde yardımcı bile olurlardı. Köyün ortak topraklarından
ekeceği, biçeceği yerler ayırırlardı. Bu topraklarda eker, biçerken
imamın kimi namaz vakitlerine geç kalmasını, ya da biç gelmemesini
hoşgörürlerdi. Bu, hem imamın, hem de köylülerin işine geliyordu.
Köylü, fazla ücret ödemekten kurtulmuş oluyordu bu yolla. İmam da,
köylünün verebileceğinden çoğunu elde edebiliyordu. Zamanla, orta
durumlu bir köylüden daha iyi duruma ulaşan imamlara bile
rastlanabilmekteydi.
İşte Abdul Hoca da Simo köyünde bu duruma ulaşntııştı. Simo'da
satınalıp genişlettiği bahçeli, ahu-lı bir evinden başka, mah-davan bile
olmuştu. Dahası, güçlü ve dayanıklı bir kişi olmasından, kendisine
ayrılan toprakları ekip biçmekle yetinesemiş; kendisi de toprak saün
almıştı. Yetişebildiği kadarını, karısı Katun'la birlikte ekip biçiyor;
yetişemediği kesimleri de ücret karşılığında ektirip biçtiriyordu. Hatun
aynca nıala-davara da bakıyordu.'Sürekli işler, Hatun'un üzerindeydi.
"At gibi" ve şaşılası bir dayanıklılıkla her yana koşuyor, bir sürü işi
birarada görüyordu kadıncağız. Tarla-çayır işi bitince Abdul Hoca, cami
işinden başka bir işe hiç mi hiç bakmazdı. Ya cemaatle "sohbet"' eder,
ya oturup teşbih çeker, ya dinsel öyküleri içeren kitapları okur, ya da
yatardı sürekli. Her hizmetinin de görülmesini eksiksiz isterdi.
Hizmetinde bir eksiklik gördü mü, Hatun'u acımasızca döverdi. Ve bu
dövme olayına sık sık rastlanırdı. Kadın, birçok kez ölümün eşiğinden
dönmüştü. Öylesine dövülmüştü. Ama kocasının dövdüğünü kimseye
yansıtmazdı kolay kolay. Kadının, hem dövülebileceğine, henrı
sevilebileceğinc inandırılmıştı. Daha doğrusu, bunu bir "değişmez
kader" olarak benimsemişti Hatun. <
Abdul Hocanın durumunun biraz iyi olması, aile bireylerinin iyi
yiyip iyi içtikleri, iyi beslendikleri, giyim-kuşamlarıriın iyi olduğu
anlamına gelmiyordu. Bu yön çok mu çok berbattı. En kötü durumlu
köylünün beslenmesinden ve giyim, kuşamından farklı değildi. Çünkü
186
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler

Başlık Düzenleme Araçları
Stil

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 11:46 .