Turan Dursun Sitesi Forumları
Geri git   Turan Dursun Sitesi Forumları > Turan Dursun > Turan Dursun

Cevapla
 
Başlık Düzenleme Araçları Stil
  #11  
Alt 29-09-2012, 22:49
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

52

Zahir - Sen yaptın! - MüStetİT - Yapan sen! - Mef Uİ.. Hayır olmuyor
bir türlü. Osuruğun değilse de konunun etkisi sürüyor. Sen, sen,
sen!!! - Basra'lı âlim.. - Sen ossurdun! - Kufe'li âlim, direklenmiş
nur.. - Yapan sensin işte! - Vallahi'l-Azîm ben değilim!!! - Onu yapan
kimse; osurmamışda "mütâlaa"nm içine etmişti sanki!
Osuruklu düşlerle dolu bir gece. Uyanış. Kulleteyn. Abdest.
Namaz. Râtib. Metin ezberi. Gün ilerlemişti epeyce.
Recep gelmişti. Coşkulu gözüküyordu:
- Celâl hoca belâsını buldu.
- Ne dirsin, ne oldu?
- "Hâlo Şivân6"lardan Husso'nun ineğiyle yakalanmış. Sonra da
kendisiyle..
-?!!
Anlattı Recep: HâfizCelâl, köyden biraz uzakta Otliyan ineği tutmuş,
uygun bir yere götürmüş. Bir yarın alUna. Kimsenin kolayca
bir yer. Oh ne güzel. Bir de söğüt ağacı. Bir ip aramış
ineği bağlamak için. Bulamayınca, şalvarının uçkurunu çıkarıp onunla
bağlamış söğüde. İneği yara yanaştırmış. Güzel. Yanaşmaya çalışmış.
Ama olmuyor, inek yüksek geliyor. Taş-maş getirip ayağının altına
koymuş. Bu kez olmuş gibi olmuş, ama yine de tam değil. İşte yarın
eteğinde uygun bir yükseklik. Hem de merdiven gibi. Kim yapmışsa
Allah razı olsun! Çok uygunmuş. Biraz da kendisi yontarak, kazıyarak
kendine göre uygunlaştırmış. Şimdi iyice tamam. Ve başlamış ineğe
gönlünce yanaşmaya. Hem de ne yanaşma. İnek te tam "inek"! Mübarek
hayvan, boynunu uzatmış ileriye. Arkasını da hafıza vermiş. "Tes¬
limiyet" buna derler. İşin kıvamını bozmamak için kıpırdamamış bile.
Ve keyfine sınır olmayan Hâfiz Celal başlamış "şey" etmeye. Bir gidip
gelmiş. Herşey yolunda giderken, aman o da ne: Tepesinde biri.
Nereden çıktın sen be Allah'ın belâsı! Yarın üstünde. Kendi deyimiyle
"kıllı Kürt"! Ne fena, ne korkunç şey! Ne yapsın şimdi? Toparlanmaya
Uçkurunu inekten alıp şalvarına geçirmeye davranmış. Ne
var ki daha toparlanamadan "kıllı Kürd"ü karşısında bulmuş: Kulleteynin
ayrılmaz "taharetçi"lerinden Husso. Dikilmiş duruyor. Son derece
53
soğukkanlı. O denli de ÜrkÜnç. Azrail Aleyhisselâm'm ikiz kardeşi.
Elinden kurtulup kâÇlTlâk bir "muhâl" (olanaksız). Hiç mi hiç
konuşmadan heykel gibi durmuş bir süre. Sonra giydiği şalvannı
bağlamaya çalışan Hâfiz'aonu çıkarmasını söylemiş. Ne yani, ne yapmak
istiyor bu azman?! Ne yapmak istediğini hiç konuşmadan anlatmış.
" - Sen benim ineğimi becerdin, ben de seni becereceğim!" an¬
lamında. Çok soğuk ve keskin biçimde. Aman zaman yok. Adalet mi
bu, ineğe karşı İnsan?! Öyle ama ne yapılabilir? Celâl düşünmüş;
belânın böylesinin işaretine boyun eğmekten başka yol bulamayıp
sıyırmış bacağındakini. "İnek" gibi o da teslim olmuş. Hem de
Tanrı nm işine bakın ki "Allah'ın kıllı Kürdü"ne. Bir de bakmış ki
gerçekten de kıllı kıllı bacaklar. Yalnızca bacaklar mı, orası da ve altlüstü
de. "Aman Allah'ım!" Husso girişmiş. Yine hiç konuşmadan. Ve
bi güzel becermiş. Asıl inekse başını çevirip bakıyormuş olup-bitene.
"Meiûl melûl.." Artık olan olmuş. Hiç değilse başkaları görüp duymasa.
Hâfiz şalvarını ivedi ivedi giymiş, uçkurunu takıp bağlamış.
Yürüyüp gitmeye hazırlanırken, ah işte birileri daha. Ulan bu it sürü
nereden de çıkar böyle? Bİ anlık şaşkınlıktan sonra tüymüş. Ardına
bakmadan. Gelin görün ki iş duyulmuş. Celâl belki de kaçarmiş şimdi.
Yani artık Kartalll'da kalamayabilirmiş. olayı ört-bas etsinler diye gidip
"hüküm" (etki) sahibi kimselere yalvanyormuş. Molla Nasır'a,
Şeyh Şaban'a, Molla Zeki'ye.
"İneğin namusu" da önemli. Ama çok daha önemli olan "livata"
(erkeğin erkeği düzmesi). Şafiî mezhebine göre zina sayılır. Evli için
sonuç: Ölüm. Bekâr için: Yüz değnek (vurulacak).
Hanefi mezhebinin imamlarından İmam Muhammed'le İmam Yu¬
suf da bu görüşü paylaşırlar. Mâlik! mezhebinin kurucusu İmam
Mâlik, İmam Evzâî'se; evli, bekâr ayrimî yapmazlar, "taşliyarak"
öldürme cezasını verirler bu konuda.
Yalnızca Ebu Hanife "livata"yı "zina" saymaz, "tazîr" (azarlama)
cezası verilmesinin yeterli olduğunu belirtir. Ama "Tazır", herzaman
"sözle azarlama" biçiminde olmaz, işin içine "değnek" de girebilir. Kaç
sopa vurulması gerektiğiniyse "hükmü veren" bilir.
Peygamberin sözü var bu konuda:
- "Lut toplumunun yaptığını yapanı yakaladığınız zaman yapanı
da, yapılanı da hemen Öldürün!"
54
Peygamberin arkad&Şİanmn görüşleri de şöyle:
- Yakılsın!
- Bir duvarın yanma konulsun, duvar üzerine yıkılsın!
- Ayağına taş bağlansın, yüksek bir yerden atılsın, öyle
öldürülsün.
İyi ama bu denli ağır hükümler var da, zina da, livata da neden
oluyordu? Hem de çok çok oluyordu. Herkes te biliyordu bunu.
Şundan ki, "kabâhet, gizli" olur. Gizli olursa kim ne der? Ortaya
çıkarılmadıkça..? Her yerde oluyordu bu türden "kabâhef'ler. En kutsal
sayılan yerlerde, camilerde bile..
için işin tersliği, görülmüş olmasında.
Yine kurtulmanın yolu var: Gerekli tanıkların bulunmaması.
İstense her zaman tanık bulunabilir. Hem de istendiği sayıda. Ama
istenmese bulunmaz. Yani bulunmaması sağlanır.
Peygamber Muhammed'in sevgili karılarından Aişe için:
- Saffan'lazina ediyor., dediler. Ama Nur suresine 10 ayet birden
indi!
- Doğru söylüyorsanız dört tanık getirin., dendi. Dört tanığın,
Saffan'la Aişe'nin o işi yaptığını görmüş olmaları gerekiyordu.
Bulamadılar bu tanıkları. Bulunamayınca da iş kapandı.
Celâl'İn işi zor, ama kurtulma olasılığı da büyüktü. Neden ki işin
Husso'su da vardı. Livata kanıtlanırsa onun da
başı yanardı.
Gelelim ineğin namusuna! "Şerİat-1 Garrâ"da bunun da hükmü
Peygamber buyurur:
- "Kim hayvanı 'şey' ederse hemen öldürün onu. Hayvanı da.."
Ebû Dâvûd, TİrmİZÎ, Neseî gibi çok önemli kaynaklar da hadisi
yazar. Dahası: Hayvanın yakılması gerektiğini de ileri sürer kimi
imamlar. Adalet böyle işte! "Yumuşak başlı hayvan" mısın; iki
ayaklısı da olsan, dört ayaklısı da olsan, hem ırzına geçilir, hem de
cezalandırılıp ölüme gönderilirsin. Tanrı adına.
Kurtarıcı yanı olmasaydı, Hâfiz Celâl'İn durumu çok kötü olabilir¬
di: İneği ödemesi gerekiyordu. Bu bir şey değil. Asıl korkuncu; hem
ineğin ırzına geçen, hem de inek gibi ırzına geçilen kişi olmasindaydi.
Bu durumda, ölümü iki kez "haketmişti" Şeriat hükümleri karşısında.
ki; inek, Husso'nundu. Husso'ysa alacağını almıştı.
55
kalmamıştı artık.
Sorun kapatılmış sayılabilirdi. Ama konu kapatılmamıştı.
Mollaların, molla adaylarının gündemindeydi "müzâkere"lerde. Daha
çok da ırzına geçilmiş hayvan üzerinde duTUİuyodu.
- Hayvan kesilmeli, sonra yakılmalı.
- Kesilmesi yeterli. Eti bile yenebilir.
Eti yenmez.
- Niye yenmesin?
- İmamlar öyle diyor.
da katılmıştı tartışmalara:
Durun hele, hayvana yazık değil mi? Zavallı hayvanın suçu ne?
Beklenmedik bir soruydu bu.
- Gerçekten de hayvanın bir SUÇU-gÜnâh^ olmadığı halde
'•ezalandmlması neden?
- Ceza değil, şeriatın hükmü.
- "Ceza" da şeriatın hükmü değil mi?
Zaman zaman düşünüp duracaktı Türko: HâfiZ Celâl, inek, "ırz,
namus", Husso, "livata", zina, öldürme, yakma... "Hele dur, hayvanın
suçu ne? Öldürülmesi, yakılması neden..? İyi ki ben hayvan
değilmişim!"
Fakiler dolaşıyordu. Sırtta ve bacaklardaki biüer de Öyle.. Bir
durup bir yürüyorlardı. Yürüsünlerdi; ama asalaklık edip o bi parçacık
kanı emmeseler olmaz mıydı? Emilen kan da bi yana; kaşıntı
olmasaydı hiç değilse! Dayanılmaz kaşıntı, ardından kanama,
yaralanma. Ve aci..! Bütün bunların yanında bir de okumaya,
ezberlemeye engel oluşu vardı ki en beteri oydu.
"Nüsemmillâhe şey'en lâ ke'l-eşyâ..." ('şey' deriz Tann'ya. Ama
başka şeyler gibi değil...)
"Fâİl - Hafız Celâl - Meful- inek - mubâğali ismi fâİI - Husso -
molla - şeriat - öldürme - yakma - ne suçu var hayvanın? - fâil - mef Uİ
- Allah - şey - molla - inek - ırz - uçkur - söğüt ağacı..." '
"Şey" diye Tanri'ya denir. Ama öbür "şey"ler gjbİ değil, "Şey",
ineği şey etmesi, şey, şey, şeyyyy...
P i r durup bir yürüyordu bitler. Yürüsünlerdi. Ama...
56


11

- Anne! Canım "muz" istedi.
- Tövbe tövbe tövbe! Kız, muzu da nereden çıkardın şimdi?
- Tövbesi ne anne, canım muz İStİyemez mi?
- İster de kızım, şey.. yani şimdi yok işte.
anda bulunmaz da daha sonra bulunabilir. Kızın canı
istiyorsa alınır. "Atla deve değil ya"l Oğlanın canı da başka bir meyve
ister. Elma ister, armut ister, şeftali ister. Ya da meyve istemez de
pasta ister canı. Şöyle kaymaklı dondurma da İstiyebilir. Beyin,
hanımın istedikleri de olur. Hepsi doğal. Ama kız durup dururken
"muz" isterse, kız için muzun çağrıştıracağı şey yüzünden anne:
- Tövbe, tövbe, tÖvbc! diye bir tepki gösterebilir. Bu da doğal.
Herkesin canının falanca meyveyi, filanca meyveyi, pastayı,
dondurmayı., istemesi doğaldır. Ya Türko'nun canmm ne istemesi
doğal? Onun canı da bunları istiyebilir miydi? Bir dondurma, bir yaş
ya da kuru pasta, bir taze meyve, bir kiraz, bir şeftali, bir kuru yemiş,
fındık, fıstık., istiyebilir miydi? İstiyebilirdi elbet. Ama onun canı
bunlarla tanışmamıştı ki..
Onun canı, tanıştığı karpuzu, kavunu isterdi. İçini olmasa da
kabuklarını. Kemirirdi. Karpuzunkinin içini kemirir, dışını atardı.
Kavununkiniyse tümüyle yerdi. Yolda-belde, nerede bulsa orada alır,
çamurlarını temizler, pislik bulaşmışsa siler ve koyulup
yerdi,
Kimse ona, yere düşen bir şeyin alınıp yenmiyeceğini, mikrop
olacağını söylememişti ki.. Üstelik öyle görmüştü hep.
"Meyve'ler içinde bir kavun - karpuz (kabuklarını) severdi,- bir de
"hedik". Yani kaynatılmış buğday.
Sevgili hedik karşıdaydı işte: Kulleteynin hemen yanındaki
küllükte. Uygun bir yerinde kurulu, büyük, kulplu bir kazanda,
kulleteynin sularıyla kaynıyor, tam kıvamına gelince de yanında serili
hasırlara, kilimlere, "cecim'lere seriliyordu. Kuruyup bulgur olsun
diye.. Kurumadan selâm verirdi buğulanyla. .Özellikle de çocuklara.
Selâm. Çocuklar için bir bayram. Koşup alırlar. Ceplerine, oralarına,
57
buralarına doldururlar. Islak ıslak, sıcak sıcak. Kirli avuçların
parmakları arasından kirli sular aka aka yemeye başlarlar. Yerler,
yerler. "Karınlan ağnyasıya"..
Özlemişti hediği. Canı çok istiyordu. İsterdi, çünkü tanışıyordu.
"Meyveler" içinde karpuz - kavun, bir de hedik. Hedik. O dünyada en
güzel eğlencelik. Daha da ötesinde bir şey. Niye kuruturlar sanki. Hep
yense olmaz mı?
Selâmun aleyküm ey hedik! Ne güzelsin sen! Ne mutludur seni
alıp cebine dolduran! Sonra da güzel güzel yiyen. Yiyen ve doyan!
Ama sana doyulmaz kİ..!
Gözünü ayırmıyordu hedikten. Pençe ve gagalarıyla bok ve tane
tüccarlan gibi çalışan tavuklann, civcivlerin; birbirleriyle yanşırcasına
serili hediğe üşüşmeleri, hırsızlaşıp sinsi sinsi ya da ZOrbalaşarak
açıktan varıp dalmaları, aldıklarını ivedi ivedi taşlıklarına
göndermeleri, kovulmaları, kovalanmaları, arada bir hedikle birlikte
taş, sopa da yiyince çığlıklar kopararak ve kanat çırparak kaçışlan.
Kanatlarla, pençelerle savrulan küllerin, çöplerin serili hediğe kariŞlŞl..
Ve elindeki uzun saplı süzgeçli kepçesiyle salma salma yürüyen gÜzel,
allı - güllü "kaçe"nin elindekini kazana daldırışı, aldığmi götürüp serili
olanlara ekleyişi, yayişi.. Güzel kaçe bakmaz mısın bu yana? Baktı
işte. Türko'yla göz göze geldi. Hemen davrandı, elindeki saplıyı
daldırdı kazana, iyice doldurdu. Başını kaldırdı ki Türko'nun gözleri
yine üstünde. Koşarcasına götürdü. Ne mutlu bir olay. Ceplerini
açmasını söyledi. Türko açtı. O doldurdu. Sıcak sıcak sular, donsuz
şalvarın paçalarına doğru süzülmeye başladı. Ellerin ceplere dalışı,
yumuşacık hediklerle ağıza götürülüşü. Oh, mutluluk budur işte. Var
böylesi?
Bir dersi de "Şeriat"ti. Hangi kitaptan okunursa okunsun "fıkh"a
ilişkin olanlar bu adla söylenirdi. Başlardaydı daha. "Taharet"
bölümünde. "Ahkâmu'l-Miyâh"ta, yani "sulara ilişkin hükümler"de.
Sular 3 tür: 1- Temiz ama temizleyici değil (TâhİT gayr-1 tahûr), 2-
Hem temiz, hem temizleyici (tâhir ve tahûr), 3- Ne temiz, ne de
temizleyici (gayr-1 tâhir ve ğayr-1 tahûr).
Kulleteyn; Şafiî mezhebine göre, bunlardan ikincisine giriyor.
Yani lıem temİZ; lıem de temizleyici.
Okuyor, inceliyor, kimi yerleri de olduğu gibi ezberliyordu.
Kammdabir ağnduydu. Giderek arttı. Burgulaşü.
Kulleteyn 446 "ntl (batman)" suyun bulunduğu...
Ah, şu ağrı bir olmasa. Bitler yetmiyormuş gibi bir de bu çıktı.
Hiç dayanamazdı karın ağrısına. Bir de mide bulantısına. İkisi de sık
sık başına gelirdi.
Kulleteyn dörtgen OİUTSa...
D a y a n a m a d ı daha çok. Kitabı koltukta koştu. Doğru
"abdesthâne"ye. Kendini dar attı. Şalvarını ivedilikle çözdü. Delik
büyük olduğu için bacaklarının arasma alamadı. Bir kıyısına çöktü. Ve
kıçım deliğe doğrultup "tinklamava" koyuldu. Önce tır tır tır; sonra
pat pat pat. Çok kötü sürgün olmu^iu. Tırıklaymca rahatladı. Ağrısı
geçmişti. Mutlandı. Sıkıntıdan sonraki rahatlık, tadına doyulmaz bir
mutluluktur. Sıkıntının ödülü. Tırık (ishâl), deliğin çevresine de
saçılmıştı. Biraz yana çevrildi. Bir de ne görsün; yediği hediklerden bir
• kesimi gözlerinin önünde. Solucanll t m ğm içinde. Kocaman bir
solucan kıvrıldı. Hedikler de diri diri. Sinekler üşüştü hemen. İri iri.
Neyse şimdi sıra temizldhmekte. Kıçını silecek. Bi şeyler aradı. Tcmiz
nesne ne gezer! Herkesin kullandığı bir - iki taştan başkası yok.
Bokları cn kuru olanını alıp kullanması gerekiyor. Koltuğunun altına
kıstırdığı "şeriat"i unutmuştu. Aslında ayakyoluna götürülemezdi o.
Ama tırık öyle bir tutmuştu ki "feleğini şaşırmıştı". Yoksa ayet ve
hadisin bolca bulunduğu bir kitabı oraya götürür müydü? Kolunu
uzattı. İşte olan oldu o sırada: "Şeriat" düştü. Hem de nereye: Delikten
doğru, pislik yığını dereye. Aman Tanrı! Gitti "şeriat". Felâket mi
felâket. Çok üzüldü. Ağladı sessizce. Yapabileceği bi şey yoktu. En
kuru taşı aldı, silmek için kıçına götürdü. Sildi. Çekip baktı ki taşta
yer kalmamış. Oysa her yanını silmiş değildi kıçının. Parmaklan ve el
ayası da yansına dek batmıştı. Öbür eliyle cebinden mendilini çıkardı.
Önce elini, sonra kıçında yarım kalan kesimi sildi. Sonra katlayıp
yerine koydu mendili. Ayağa kalktı, şalvarının da battığını gördü.
Çıkardı tümüyle. Pislenmiş yeri, duvar diye konulmuş tahtalara
silmeye yöneldi. Ama Sİleyİm derken daha çok yerini bulaştırdı. Elini


59
de... Bulaşan kesimi tahtaya silerken birden bir acı duydu. Kıymık
batmıştı eline. Kıymığı çıkardı. Yeri kanadı. Bu kez kan oraya -
buraya bulaştı. Şalvarını giydi. Ve çıktı. Olanların en kötüsü,
"şeriat"in bok yığınına gitmiş olmasıydı. Çok mutsuzdu. Deliye
dönmüştü üzüntüsünden. Ne yapacağını da bilemiyordu. Ahmet'le
karşılaştı. Ağlamaklı ve içlenmiş olarak durumu anlattı. Ahmet
üzülmemesini söyledi. Sonra dolanıp dereye indiler. Derenin bir
yanında ayrıca açılmış koca bir çukur. Yukarıdan, ayakyolunun
deliğinden dökülenler için.. Her yanı kaplıyor sinekler. Cennetlerinde.
Sınırsız ve koşulsuz özgürlük içindeler. Yönetimlerinin her kesiminde
bağımsızlar. Dışkı yığınının ortasında, çevresinde örtüler, yukarısında
bulutlar oluşturmaktalar. Küme küme, tek tek, çift çift konup konup
"Şeriat" de işte orada. Yığının üzerine dikine düşmüş.
Yarı açık. Yarısına dek gömülmüş. Şimdi iş, onu çıkarmakta. Nasıl?
Birer ağaç buldular. Biri bu yanda, öbürü Öbür yanda karşı karşıya
geçtiler. Ağaçlan uç uca gelecek biçimde uzattılar.
- Şu yana şu yana, uzat, daha uzat!
- Benimki kısa gelir.
- Sen biraz daha yaklaş.
- Dur hele, bekle!
Yine kann ağnsı, yine tınğı tutmuştu. Hemen koştu. Koşarken
şalvarını da çözmüştü. Derenin bir yanında sıyırır sıyırmaz çömeldi.
Birazcık su geldi. Daha varmış gibi olduğu için kendini zorladı. Ama
bi şey yok. Bağırsaklarda ne kalmıştı ki gelsin? Kalktı. Bi daha
gelecek gibi olduğundan hemen çöktü. Bi kaç kez yapü bunu. Uzunca
kaldı orada. Ahmet bağırdı:
- Ola senin bok ne geder (kadar) uzun sürir?!
- Neydim durmirki!
- Çebik (çabuk)!
- Gelirim!
bağlamadan gitti. Bağlamadı çünkü bir daha çözmek
zorunda kalabileceğini düşünüyordu. Bir eli şalvarında, öbür eline de
çubuğu aldı. Ahmet'in karşısına geçti yine. Dışkı yığınının, "şeriat"in
olduğu ucu, aralarında kalmıştı. Bir ayağını, yığının hemen kıyısında
sertçe bulduğu bir yere bastı, bir ayağım da geride yerleştirdi, çubuğu
60
Alıntı ile Cevapla
  #12  
Alt 29-09-2012, 22:50
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

uzattı. Çubuğun "şeriat"e yetişmesine az kalmıştı. Tam yetişse,
birlikte, iki kapakla yapraklar arasına sokacaklar,
birlikte kaldırıp çıkaracaklardı. Öyle düşünüyorlardı.
- Biraz daha uzat, yetişecek!
Sonra araya girdi. Ama çıkarmaya gücü
yetmiyordu. Öbürü de araya girse, tamam.
- Dur bekle, daha da gömirsin sen!
- Sen de o yandan bir takabilsen olacak.
- Bekle, dur!
Çubuk yetişsin diye adımını biraz daha ileri attı. Atmasıyla da
yığının içine doğru gömülmesi bir oldu. Meğer sertçe bulup ayağını
koyduğu yerin altı lağimmiş. Çöküvermişti. Kıyışıydı iyi ki. Biraz
daha öteye gitse, boyunu da aşacak, boğulup gidecekti. Çevikçe yana
yapıştı. Şalvarını tuttuğu eliyle bir kayanın ucuna, öbür eliyle de bir
tutundu. Kurtarıcı olan, daha çok köktü. Bi kopsa gitti.
Alabildiğine bağırdı. Ahmet:
- Yapış, gelirim! diyerek o yana geçti. Ne var ki çok ters bir yer.
uzattı.
- Tut, çubuğu tut!
Kayanın ucundaki elini çekip çubuğu yakaladı. Şalvarı düşüp
aşağı sıyrılmıştı. Küçücük takımlar meydanda. Tırık bulaşıklarıyla
birlikte. Ama önemli mi? O sırada sesleri duyanlar koşup gelmişti.
Çekip kurtardılar Türko'yu. "Şeriaf'i de.
Kıyıya çekilip çıkarılmış olan Türko, çevresine bakıp utandı.
ağlıyamadı. Sonra dizine dek batmış olan bacağına,
çıktığı yere baktı. Midesi bulandı, kustu. Pislikleri toprağa silerek
temizledi. "Şeriaf'e gelince: Artık.işe yarar olmaktan çıkmıştı. Ama
kimse Türko'yu suçlamiyordu. Çünkü elinde olmadan oraya
düşürmüştü onu. Çıkarmak uğruna da az kalsın bok çukurunda
boğulup gidecekti.
Tam o sırada yine tırık. Kendini tutmaya çalışarak uzaklaştı.
Uygun bir yer bulup çömeldi. Biraz sıvı aktı o kadar. Arkası da gelsin
diye kendini zorladı. Kalktı, bir daha çöktü. Yok bir şey. Bir saate
yakın uğraştı. Kalkıp çıktığında kimse kalmamıştı. Şalvarını bağladı.
61
Temizlenmek için kulleteyne yöneldi. Kulleteynin temizleyiciliği
bağlı olduğu Hanefi mezhebine göre değildi, Ama biliyordu ki,
"necâset-i galiza", yani görünürdeki kaba pislikler, "necâset-i
yani hafif sayılan pisliklerle bile bir ölçüde temizlenebilir.
Elleri, abdest mendili, şalvarının ağı ve paçaları, "necâset-i galîza"yla
Kulleteyndeki suyla, bir ölçüde de olsa temizlenebilirdi.
Çıplak ayaklarla ilerledi. Parmakları arasında kalmış olan pislikler
rahatsız ediyordu. Durdu, eğilip yassı bir taş aldı, parmaklarının
arasına sokarak temizledi. Bir kancık köpek, karnının altında bir sürü
ucu sıralanmış memelerini sallıya sallıya geçti. Vardı. Kulleteynin
çevresinde başkaları da bulunmaktaydı. Uygun bir yere yerleşti.
Mendilini çıkardı. Yüzündekileri sağa-SOİa ittiği sularla yıkadı.
Mendille birlikte eller de yıkanmıştı. Götürüp serdi mendili. Geri
geldi. Şalvarını yıkamak için en iyisi, çıkarılmasıydı. Ama altta don
mon yoktu. Çevredekilere baktı, çıkarmadan yıkamaya karar verdi
şalvan. Biraz sıyırdı. Önce paçalarını yıkadı. Olabildiğince. Sonra
ağını yıkamaya çalıştı. Zorlana zorlana. Eli ayağına dolaşıyordu.
Uğraşırken terlemişti de. H em zordan, hem utancından. Uğraştı,
uğraşü. Birden dengesini yitirdi. Haydi; kulleteyne.. Yuvarlandı. İyi ki
derin değildi su. Bir ve bir çeyrek arşın kadardı. Debelendi, çırpınd|;
sonra kendini toparladı. Gülenler oldu, acıyanlar oldu. Ve koşup
yardım eden oldu. Elinden tutuldu; çıktı. Titriyordu. Kış değildi, yazdı
üstelik. Ama hava serinceydi. Ona da zemheri soğuğu gibi geliyordu.
sarılı, kat kat giysili ve yaşlı bir kadın gelip elinden tuttu.
Alıp evine götürdü. Bir örtü getirdi. Üstündekileri çıkarıp ona
sarınmasını söyledi. Çıkardı üstündekileri. Başındaki SÖZÜmona sarıklı
terliği, büyüklüğünden kollan katlı ceketi, işliği, iç gömleği ve
şalvan. Hepsinden sular akıyordu. Çikanp koydu bi yana. Örtüye
sarındı. Çenesi ve bacakları zangır zangır. Yaşlı kadın hemen ocağı
ateşledi. Tezek, çalı bulup buluşturarak tutuşturdu. Titreme yavaşladı.
Örtüyü önünden açıp gövdesini ocağa veriyordu. Isındı. Ne var ki
başına bir sürü şey getiren tink-yine tutmuştu. Belâ, hem de ne belâ!
Biraz tutmaya çalıştı kendini. Hayır, tUtamiyacak. Kadına söyledi.
Kadın hemen bitişikteki odaya bir leğen gibi bi şey koydu. Ona
yapmasını söyledi. Yanım su koymayı da unutmadı. Tınkll Türko
koştu bitişiğe. Leğen gibi şeye yanaştı. Bi kaç damla sıvı aktı yine.
62
Ardı kesik. Zorla zorla, yine bi şey yok. Epeyce bekledi. Bu kez
söyleyen kadının uyarısı üzerine kalkıp gelmek zorunda
kaldı. Yanma konmuş olan suyla da temizlendikten sonra gidip
kendini ocağa verdi yine. Karnının ağrısı geçti. Bu arada giysileri
yıkanmış, kurusun diye de getirilip ocağın çevresine asılmıştı. Ocağın
üstünde de çorba kaynıyordu. Oh, ne güzel mis gibi. Pişti çorba. Bir
kap önüne kondu. Toprak kaptaki çorbadan ağaç kaşıkla alıp yemeye
koyuldu. İçine ekmek de doğnyarak yedi. Kaburga kemikleri sıra sıra
belli gövdenin ortasında belli belirsiz ufacık karın şişti. Elini
göbeğine koydu. Okşadı. Kadının biraz ötede olmasından yararlanarü''
göbeğin aşağısıyla ilgilendi. Kalkıp ocağa iyice yanaştı. Tezeklerin
arasındaki çalılar ^anip bitmiş, tezekler de korlaşmıştı. Sarılıp
büründüğü örtüyü îki yana ayırarak ve karnını iyice ŞİŞİrerek önünü
verdi ateşe. Kaburgalarıyla, kamiyla, göbeğiyle ve aşağısıyla ilgisini
sürdürdü. İki elini de gezdirerek.. Çok hoşuna gidiyordu. Bir süre öyle
durdu, kızardı. Sonra baktı ki giysiler kurumuş. İç gömleğini alıp
giydi. Sonra işliğini. Şalvarını giymeye davrandı. Şalvarına el atar
atmaz; durdu. Karnında bir "velvele" duymuştu çünkü. Midede de
bulanma. "Velvele" büyüdü. Fırsat yok. Koştu, doğru bitişiğe. Leğen
gibi şeye. Bu kez büyük bir gürültü. Patırtı ve şarıltı. Gözleri karardı.
Düşecek gibi. Toparladı kendini. Öncekinden kalan suyla yıkandı.
Ama tam temizlenemedi. Temizlenmiş saydı. Kadının ilgilendiğini
görünce utandı. Yine ocağa vardı. Ateşin önünde, şalvarı giymeye
çalışırken bir daha bitişiğe gitme gereği duydu. Gitti, ama bu kez bi
kaç damlanın ötesinde bir şey yok. Yanına yine su konmuş olduğunu
gördü. Kullanıp çıktı. Biraz sonra bir daha. Bir daha.. Sonu
gelmiyordu. Yaşlı kadın "götünün çıktığını" ve ne yapması
gerektiğini anlattı: Parmaklarını sokup ileri doğru itecekti. O da öyle
yapmaya çalıştı. Ama yaran yok. Yaşlı kadın onun beceremediğini
anladı. Yanma gitti. Bunun çok doğal olduğunu, utanmamasını
söyleyerek yardım etmek istediğini belirtti. Kıçını yıkamasını ve
kendine doğru çevirmesini söyledi. O da söyleneni yaptı. Kadın
parmağını sokup, kalın bağırsağın, dışkı deliğinin ucunda toplanmış
olan uzantısını ileriye itti. Çekip yıkadı parmağını. Artık
kalkabileceğini anlattı. O da artık kalktı. Hemen gidip şalvanni giydi.
Ceketini, terliğini de. Terliğin çevresine de bez parçasını sank diye
63
sardı. Çıkıp gitmek için izin istedi. Yaşlı kadın, bakılması gerektiğini,
o geceyi orada geçirmesini söyledi. Olamazdı, okuması gerekiyordu.
Kadına bunu anlatü. Kadın diretti.
- Git kitaplarım getir, burada oku... anlamında konuştu.
O da kabul etti. Yürüyüp gitti camiye doğru. Aksirdl. Mendilini
anımsadı. Gidip serili olduğu yerden aldı, burnunu sildi, sonra
şalvarının cebine soktu. Yürüdü. Varıp camiye girdi. Bir kaç faki
konuşuyorlardı. Onu görünce İşaretleşerek seslerini kestiler. Belli ki
konu kendisiydi. Bok çukuru, şeriat, kulleteyn, kulleteyne yuvarlanışı,
çıkarılışı, gÖtÜrÜlÜŞÜ.. Büzüle büzüle kitaplarına yöneldi. Aldı,
gidecekti, vazgeçti. Şeriat gitmişti, hiçdeğilse öbürlerine iyi
çalışmalıydı. Kadının evinde çalişamayabilifdi. Bunu düşünüp
okumaya koyuldu. Bir hapşırma daha. Ardından bir daha.. Her
hapşırmanın bir anlamı vardı. "Tek" olsa anlamı başkaydı, "çift" olsa
başkaydı. Ve tek olunca:
- "Tek sabır" getirdim., diyerek çift yapmaya çalışıyordu. Çünkü
"tek sabır", uğurlu sayılamazdı. Çift olmalıydı. Çift olunca da:
- Çok şükür, çift oldu.. diyor, seviniyordu. O gün, ya da gelecek
için iyi şeyler olacağı umudu doğuyordu.
- "Tek sabır"..
- "Çift sabır"..
- Tek, çift, tek, çift...
sıklaşmıştı. Tek mi, çift mi olduğu belirlenemez
olmuştu. Burnu da durmadan akıyordu. Burnunu sildiği mendilde, kuru
yer kalmamıştı. Başındaki terliğe Sankdiye sanllbez par|iasmi çıkardı.
Kullanmaya başladı. Hapşırmalar ardarda. Hapşırmayı SÜmkÜrme
izliyordu. Gözler, açık duran kitapta. Hapşırmalar, Sümkürmeler
arasında okumaya da çalışıyordu. Bellemesi, ezberlemesi gereken şeyler
vardı. Hapşırmalar, Sümkürmeler.. Hızlanmıştı. Yine de kitabı
kapatmıyordu. Kitapta okuduğu sayfanın kıyısındaki el yazısıyla yazılı
kesimler ıslanmış, yazılar birbirine karışmıştı. Biraz daha direndi,
sonra baktı ki olacak gibi değil; kitabı kapayıp öbürlerinin yanma
koydu. Nezle ilerledikçe ilerliyordu. O bez parçası da Sinlsiklam
olmuştu. Bi yandan da başı ağrıyordu. Az da mide bulantısı vardı. Yer
bulamayınca, sümüklerini işliğine silmeye başladı. Sümükler,
64

kendiliğinden de şıp şıp damlıyordu orasına burasına. İşlikten sonra iç
gömleği de büyük ölçüde ıslanmıştı. Büyük geldiği için kollan
katlanmış olan ceketinin koUanm uzattı, burnunu silmeyi sürdürdü.
Gürültülü hapşırmalar. Ve yine gürültülü sümkürmeler. Aralarda da
şıp şıp şıp. Bi yandan da gözlerden yaş geliyordu. Ağlarcasina.
Kollara, ellere sU ha SİL. Sıra şalvarın ağında. Burnunu şalvarın ağına
silmesi kolay olmuyordu. Eğilmesi bükülmesi gerekiyordu. Zorlana
zorlana yapıyordu bu işi.
-Vay anam..!
Ne zor işti. Her silişten sonra kesilir diye umuÜuaırken yenisinin
görüyordu.
- Hapşu!
- Zıkkımın kökü! Kesilmiyecek mi artık?!
Sil babam sil! Kuru bir şey bulamayınca ıslak
olanlara siliyordu. Gözlerden, burundan akan sular birbirine
karışıyordu. Ardarda patlayan hapşırmalar ve SÜmkÜrmelcr sonunda
daha da berbadı oldu: Burnu kanamaya başladı. Eyvah, şimdi ne
olacak? Belanın katmerlisi. Burnuna tıkamak için bir şey baktı,
bulamayınca ceketinin omuzundaki pamuk aklına geldi. Kimbilir
kimin ne kadar giydikten sonra bıraktığı yamalı ceketin omuzunda
delik vardı. Delikten biraz pamuk çıkardı. Dökülen kan damlaları
arasında burnunun bir kanadını tıkadı. Öbür kanadından geldi. Öbürünü
de tıkadı. Ağzından gelmeye başladı. Arka üstü yattı, kan ağzını,
boğazını doldurmuş ve soluk alamaz duruma getirmişti. Hemen
doğruldu. Burnundaki pamuklar pırtladı, kanlı kanlı önüne düştü. Her
yan kana bulanmıştı. Nezle ve kan. Adamakıllı da terlemişti.
İlgilenenler oldu. Ama ne kan duruyor, ne nezle. "Beterin de beteri
var" derler ya, tam o sırada yine tırık gelmişti. Fırladı hemen kapıya
doğru. Ne var ki tutamadı. "Kiitküflerle şalvarına boşalttı. Acınacak
bir durum. Ve de "çaresizlik". Paçalardan tırık aka aka doğru pınara.
Pınar köyün taa dışında. İtsiz kesimi koUiyarak düştü yola. Ağlıya
ağlıya. Yürüdü, yarım saat sonra vardı pınara. Ama çok fena: Büyük
bir kalabalık. Su alabilmek için herkes orada. Hayvanlar da var.
Yalaklardan su İçmckteler. Bir yalağa yanaştı. Şalvarını çıkarıp girdi
suyun içine. OradakUere artık aldırmadan önce kıçını, sonra şalvarını
yıkadı. Şalvarını sıktı, ıslak ıslak giydi. Öteki giysilerini de
65
Alıntı ile Cevapla
  #13  
Alt 29-09-2012, 22:55
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

yıkayabildiği ölçüde yıkadı. Yine hapşırmalar. Burnu artık
ama akıyordu. Yine de sümükler kanlıydı. Yani aksa da
kan sümüğe karıştığından pek belli olmuyordu. Hava açıktı, güneş
vardı. Biraz öteye gidip uzandı. Bakanlara aldırmadan.. Uyuya kalmıştı.
Gözlerini açtığında, kendisini birinin sırtında bulmuştu.
Husso'ydu bu. Meğer evine götüren yaşlı kadın da onun anasiymiş.
Kadın, Türko'nun camiden gelmediğini görünce, önce beklemiş, sonra
camiye gitmiş, sormuş. Başma gelenleri ve pınara gittiğini öğrenince
de Husso'yu bulup göndermiş ardından. Alıp eve götürsün diye. Husso
da çeşmenin biraz ötesinde ölü gibi yatar bulmuş ve sırtlanmış, doğru
eve.
Hemen yün yorganın altına soktular. Terletmeye çalıştılar.
- Bi terlese kurtulur., diye düşünüyorlardı.
Hem "ateşler içinde" yanıyor, hem üşüyordu.
Yorganın altında, başına gelenleri düşündü bir süre. Karnının ilk
ağnyişi, "abdesthâne"ye koşuşu, tmklayışı, temizleme çabası, "şeriat"!
koltuğunun altında unutuşu, delikten bok yığınına dÜŞÜTÜŞÜ, Ahmet'le
birlikte çabalan, "Şeriaf'i çıkarayım derken aynı yığma batışı, orada
boğulma tehlikesi atlatışı, kurtarılışı, sonra kulleteyn ve daha
sonrası... Hele, kendini tutamayıp şalvara tıriklayiŞl... Neydi bu
başına gelenler? Dalıp gitti.
- Ce?.â! Bir cezadır bu. "Şeriat"! pisliğe düşürdün! Cezanı
çekeceksin!!!
Ses, gök k e s i m i n d e n g e l i y o r d u . Bulutlardan. Tanrı, işte orada.
Daha önce, söğüt ağacında, dalları yaratırken görüldüğü biçimiyle. Bu
kez atlı. Çevresinde de melekler. Kanatlı kanatlı. Cami ve kulleteyn dC
orada. Basra'll, Kûfe'li âlimler de.. Hepsi bUİUtlann üstünde. Ne var ki
nur yok. "Alim"ierde n u r l u değiller. Yüzler ve kılıklar çirkin çirkin.
Niçin; belli değil. Bağnşıyorlardı:
-Suçlu!!
-Günahkâr!!!
- Cezasını çekmeli!!!
- "Şeriat"ı "abdesthane"ye götürmüştür. Ayeti ve hadisiyle birlikte
pisliğe d ü ş ü r m ü ş t ü r . Büyük günâh işlemiştir!
- Tu-ıklı artık âlim olamıyacak!
66
- Olamıyacak!!!
Bağırmaların kendine yönelik olduğunu gören Türko, üzgün,
ağlıyordu. Tann'ya seslendi:
- Yüce Tann, bir şey söylesene şunlara!
- Söyledikleri doğru!
- Doğruymuş! Herşeyi bildiğin halde, sen de onlardan yana!
- Günâh işledin!
- "Akıl, baliğ" (ergin) değilim ki, günahkâr olayım! Karnımı
ağntan da sensin. Şimdi suçu benim üstüme atirsin! Adalet değU!
- "Alim" yapmayacağım seni!
- Yapmasan yapma! Sen yapmasan da ben olurum!
- Nasıl?
- Görürsün!
Ağlıyordu içli içli. Ne suçu vardı sanki?! Tann'ya küstü? "Daha da
olmazsa gavur okuluna giderim!" diye düşündü. Sonra döndü; "hayır,
ben yine âlim olacağım, görsün onlarî" diye söylendi.
- Olacağım işte. Büyük âlim olacağım! O Basra'll, Kûfe'li âlimleri
geçeceğim!
- Olacahsın helbet!
Bi de ne görsün: Anası.
- Helbet olacahsın kuzum, anan kurban olsun. Alim olacahsın,
sen onlara bahma. Sen ohu, gör nasıl âlim olabilirsin? Onlar da
görsünler.
Anası hemen kollarını açtı, kucakladı, bağrına bastı.
- Ana, Tanrı kızdı, "âlim yapmıyacağim!" dedi.
- Desin o. Kızgınlığı geçer. Seni çok sevir o.
- Sevse karnımı ağrıtır mı, burnumu kanatır mı?
- Neyse sen de öyle deme!
- Ana!
- He yavrum!
Gözlerini açtı. Bir adam bağırıyor:
- Açın yorganı! Çocuğu boğacaksınız! Çekilin biraz!
"Doktor" diyorlardı.
Kartallı Köyü'nde de doktor olur muydu? Olurdu. Az kalırdı, yine
67
de. olurdu. Ama her zaman değil. Mall-davan olanlarm hayvanlarına
bakmak için geldiğinde. Hayvanlardan hastaların yanında, insanlardan
hastalarla da ilgilenirdi. Hayvan sağlık memuruydu, ama "doktor"
derlerdi. İyi ki o gün de gelmişti köye.
Hastanın rahat soluk almasını sağladı. Çantasında, iğnesi-ilaci bile
vardı. Çıkarıp bir iğne yaptı. Sonra:
- Şunları da yedirin çocuğa! diyerek, yedirilmesi gerekenleri
söyledi. Ve:
- Kurumuş gitmiş, çokça su içirin! dedi.
Molla Nasır. Hâfiz Celâl; Ahmet ve başkaları da orada,
başucundalardı. Ölecek diye hepsi korkmuştu. Gözünü açınca da
sevinmişlerdi.
Tanrı kızarsa nasıl hoşnut edileceğini sordu. " İ b a d e t l e , "âlim"
olmakla hoşnut edilebileceğini söylediler. "Şeriat"ın pisliğe
duyduğu üzüntüyü anlattı. Artık üzülmemesini
söylediler. Molla Nâsir çıkarıp bir yeni "şeriat" (kitabı) gösterdi. Vö
armağan etti. Türko çok sevinmişti. Yatağın içinden doğrulup elini
öperek karşılık verdi hocasına. Ancak bir derdi vardı: Dersleri kalmıştı.
Kalkıp gitmeli, okumalıydı. Molla Nâsır, kalkmamasını, iyileşinceye
dek kaimasını söyledi. Söz aldı. İyi çalıştıracağına ilişkin de Sözverdi.
Hafız Celâl de birşeyler söyledi. Biraz sonra çıkıp gittiler. Ahmet geri
konuşlular:
- Babam diyir ki, o hcle cy olup kalksın; dövmiyccem artık.
- Dögcmcz kizelen (zaten).
- Niye?
- Benim hocam, artık Molla Nâsir.
- Essahtan, unutmuştum ben. Dögemez, doğru. Hocan o değil.
Molia Nâsır.
- Ahmet, sen gene de babana söyleme, he mi?
- Söylemem, korhma. Söyler miyim heç?
Ahmet, herkesten çok sevinmişti onun gözlerini açıp konuşuyor
olmasına. Yine geleceğini söyliyerek gitti.
Tavuk kesmişlerdi. Bir parça getirip önüne koydular. Hem de çok
sevdiği budundan. Ayran da vardı. Lavaşla etten biraz yedi. Biraz da
68
ayran içti. Daha çok yemek için kendini zorladı. Yanındakiler de
zorladılar. Ama iştahı yoktu. Yiyemedi daha. Biraz sonra da uyudu.
5-6 gün kaldı Hâlo Şivâno'lardan Husso'nun evinde. Daha da
kalması gerekiyordu belki. Ama derslerinden dolayı kalmak istemedi.
Orada da çalışabilirdi, arada sırada çalışıyordu da. Fakat gönlünce değil.
Camide ve belirli yerlerdeki çalışması başkaydı, daha verimliydi. Cılız
gövdesinin çelimsiz bacaklarında, gezip dolaşacak ölçüde güç bulur
bulmaz izin istedi. İyice iyileşmediğini, birkaç gün daha kalması
gerektiğini söylediler, ama dinlemedi. Üstünü-başını giyip çıktı.
Bir-iki kitabı da koltuğunda gitti. Asıl yerine. Ve büyük bir açlıkla,
özlemle derslerine, ezberlerine.
69

12

Hava güzeldi dışarda.
İçinde bir kıpırdama. Yaşamak gibi.
Metin ezberi için dışarıya çıkmalıydı. Her zamanki gibi. Koca
kabaralı ayakkabıları giydi. Ama güçsüzken daha da güçsüzleşen
bacaklarına, olduğundan da ağır gelmişti. Taşıyamayacağım anlayınca
çıkardı; bi yana koydu. Yalın ayak kaldı.
Yürüyerek çalışması gerekiyordu. Bir ileri bir geri.. Gelenek
öyleydi. Gel gör ki dizlerinin "fer"i yoktu. Gözleri karardı; düşecek
gibi oldu. Duvara dayandı. Geçti işte. Yine de güçsüz. Çöktü.
içine. Delikleri duvarın dibinde olan karıncalar vardı.
bir çaba içindeydiler. Hiç zaman yitirmek istemezcesine bir o
yana, bi bu yana gidip geliyorlardı. İnsancıkların yerine, yaşamı
yakalamak istiyorlardı sanki. "Yaşamı yakalamak"! Tümünün olan bir
yere, tümünün olacak ya da olabilecek bir şeyler taşıyorlardı.
Hiçdeğilse büyük ölçüde.. Bunun coşkusu var gibiydi içlerinde. Kimi
buğday tanesi götürüyordu tek tek. Gövdelerinden daha büyüğünü
götürebilenler bile vardı. Ne şaşılası şey! Kimiyse küme küme olmuş,
güçbirliğiyle daha büyüğünü götürmeye koyulmuştu. İşte bir küme.
Koca bir başağı sürüklüyor. Kağnı arabalarıyla taşınan ve harmana
götürülen buğday başaklarından. Yer yer düşer ve yeller alır, oraya
buraya sürükler. Kimi yoksullar, arabalardan düşenleri, tarlada kalanları
bir bir toplarlar. "Vergi" bile verirler bundan. Kör, yaşlı kocasıyla
birlikte geçinebilmek için böyle başak toplayan bir nineyi anımsadı
birden. Yaşlı kadın, topladığı buğday başaklarından, iki sandık dolusu
buğday biriktirmişti. "Kışlık yiyecekleri"ni sağlamıştı böylece. Ne var
ki, "devlet"in vergi görevlileri gelmişler, sandıklara yapışırcasına
sarılan yaşlı kadını bağırta bağırta koparıp itmişler, bir de tekme
atmışlar ve sandığın birini alıp götürmüşlerdi. "Devlet hazinesi"
zenginleşsin diye! Karıncalar için böyle bir durum yoktu. Bir bir
birileri gelip ellerinden almıyacaktı. Dalıp izledi
Duvara tırmanan böcekleri de vardı. Bir süre de onlara
baktı. Fzberme yöncKii sonra. Çöktüğü yerden kalkmadan..
^0
"Emâli" adlı kitaptan, "ve mâin filu aslahu" diye başhyan iki
dize:
Yol gösterici, Kutsal ve Yüce olan Tann'ya,
İnsanlara en uygun olanı yapmak gerekli (farz) değildir.
"Sünnet ehlfnin görüşüne göre böyle. Tanrı, insanların yararına
en elverişli olanı dilerse yapar, dilerse yapmaz. Yapmakta ve
yapmamakta özgürdür. Başka türlüsü Tanrı için eksikliktir. "Mutezile"
görüşüne göreyse, insanların yararına en elverişli olanı yapmak
zorundadır Tann. Bağdat Mutezile'sine göre, bu zorunluk hem dünya,
hem Ahiret işlerinde sözkonusudur. Basra Mutezile'sine göreyse,
zorunluğun Sözkonusu olduğu alan, yalnızca din ve Ahiret işleridir.
Dünya işlerinde, dilediğini yapmakta Tanrı özgürdür. En elverişli olanı
yapmıyabilir.
İslâm Tannbiliminin derin könolanndandır bu.
Dizeleri ezberledi, anlamlan üzerinde durdu, düşündü; öbür dizelere
geçti. Epeyce ezberleyip inceledikten sonra, "Emâiî"yi kapayıp koydu
onu bir yana. Başını kaldırdı. Bakındı biraz. Üzerinde çuvallar yüklü
bir kağnı, gıcırdayarak gidiyordu. Değirmene doğru. Zavallı öküzler,
her "öküz" gibi zorlana zorlana çekiyorlardı arabayı. Yanında da bi it,
dili dışarda soluya soluya ve arada bir de iğnelerini batıran sinekleri
yakalamak için başını çevirip sağını solunu ısıra ısıra gidiyordu.
Kağm tepeyi aşana dek izledi. Bakışlarını yere çevirdi sonra. Karıncalar
çalışmalarını sürdürüyordu, tşte bir de gübre böceği^ "Mayıs ustanı".
Top yaptığı boku, yuvarlıya yuvarlıya götürüyordu. Top, yüksekçe bir
yere çıkarılıyor, sonra yuvarlanıyordu aşağıya. Ve tıstan, yeniden işe
koyuluyordu. Bir daha, bir daha. tam gübre böceğine göre bir iş.
Ayrıca sinek sürüsü. Türlü, irili ufaklı böcekler. Ayağa kalktı.
"Tann çok boş şey yaratmış" diye düşündü.
Sonra "tevbe estafirullah" dedi kendikendine. Koltuğunun altındaki
kitaplardan öbürünü açtı..
"Kev'ab": Memesi daha yeni tomurcuklanmış kız. Çoğulu
"kevâib". Ellerinde içki dolu bardaklarla kendilerini cennettekilere
sunacaklar. Ayakta bir süre durarak düşündü. "Yeni tomurcuklanmış
memeler" nasıl olur ki? Biraz yürüdü, yine durup düşündü.
"Tomurcuklanmış meme". Anasının memesini bilirdi yalnızca. Birden
71
- Uf, aman, âl da zıkkımlan! Çaka dişleye yaraladın, parçaladın bü
kum "ça»air"kd.
Anası, kısa aralıklarla doğurduğu kardeşlerini, GüİĞnaz'ı^ Zinnur'u,
Yetef'i emzirirken böyle diyerek memesini ağızlarına sokardı. Kuru
göğüslere saldıran çocuk, süt bulamayınca, "sall^- memeleri çeker,
uzaür, öfkeli öfkeli çi§iieıdi. Suçsuz memeler İSÜtSÜzlUklert yüzünden
hırpalaıf<h bu yüzden. Uçları çatlak çatlak olmuştu. Kanarlardı da.
Soğukta, sıeafcta, karda -yağışta çıkanhp çıkarılıp çoçûğa uzatılmaları
yüzünden bu duruma gelmişlerdi. Zavallı anası, ağlardı meme uçlarının
acısından. Yine de bağrına bastiğt yavrusunu emzirmekten geri
duntiâzdı.
Peki ''fO!nureuklanıriîş"ı nasıl olurdu bu memelerin? BtUi ki
ağaçlardaki tomurcuklar gibL İyi de süt olur muydu böylcsindc? Süt
yoksa neye yarardı? Üzerinde daha çok durmadı, geçti.
Karşıya baktı; zaman zaman görüp durumuna acıdığı kötÜFÜm kızı
gördü yînes. Yansına değin toprağa gömülü evin öne doğru çıkık ve
yıkık Ötivannın dibindeydi. 5-6 yaşında. Kalçadan yukan sağlam. Belki
de kalçalar da. Bacaklar işe yaramaz durumda. Ayak bileklerinden
yukarıya doğru bükük. Ayakların altı üstüne gelmiş. Esmer, gözleri
Üzüm gibi, Allı-güUü de bir fistanı var. Elinde ekmek. Tavuklar
arasında. Elindekini kaptırmama çabasında. Gözleri ekmekte olan
tavuklara karşı büyt^ bir savaş veriyor. Tavuklar üşüşmüş, çevresini
sarmışlar. Önceden arkadan sokulup bir gaga atıp kaçıyorlar^ Tümünü
kapıp kaçmak için de fırsat kolluyorlar. Kızın silahı, elindeki küçük
bir çubuk. Bir eliyle ekmeğini yiyor, öbür eliyle de kovmaya çalışıyor
kanatlı eânâVarlarL Tavuklar, ekmeği kaçırmayı kafalarına koymuş.
Hiç mi hiç aman yermiyorlar. İşte kaçırdılar. Bu kez savaş birbirleri
arasında. Kızın ekmeğinin kaçırıldığını ve ağladığını görünce fırlayıp
koşmak istödû Biraz koştu da. Ama bacaklarında ki gücü yetmedi
buna. Hızlıca yürümeye çahştı; bu kez de ayağı takılıp düştü. Tavuklar
ekmeği didişiyor, çocuk da sesini pek yijfcselüfleden ağlıyordu.
Tavuklara yetişip ekmeği kurtaramayacağını anladı. Bununla birlikte
yapabileceği hiçbir şey yok değildi. Kitaplarını biraktı. Taş, kesek,
tezek ne bulursa alıp atmaya başladı. Attıklarından birini tutturdu da.
72
Ekmeği paylaşmaya dalmış tavukların tam ortasına düşmüştü attığı.
Tavuklar içiri yıldırım duşnaüş gibi oldu. Ekmeği bırakıp kaçtılar.
Artık çabalamak, kanatlı canavarlardan yeniden gelip kapmadan gidip
almalıydı ekmeği. Olanca gücünü kullanıp hızlandı ve başardı.
Kurtarmıştı. Ekmek didiklenip küçülmüş, çamur toz^toprak olmuştu
ama, "ona dâ şükür". Sildi, temizledi ve götürüp kıza verdi. Kızın
ağlaması durmuştu. Gözlerinden dökülen yaşlar, kalınca çizgiler
oluşmuştu tozlu yanaklarında. Eliyle kızın yanaklarını sildi. Sonra
kitaplarını aldı. Ve döndü; yıkık duvarın üstüne çıkıp oturdu.
Ayaklarını da salladı keyiflice. Artık dinlenebilir ve orada da
okuyabilirdi. Kıza bakarak düşüncelere daldı. Önce kendi bacaklarının
da öyle olmadığına sevindi. Kızın öyle ölmaşınaysa üzüldü. Kim
yapmıştı onu öyle? Yapan eden Tann'ysa, niye yapmıştı, ne istiyordu
yaptığı için içerledi Tann'ya. Kendisi Tanrı olsaydı öyle
yapmazdı. Herkesi iyi, güzel yapardı; "Sünnet ehli"ni tutması
gerekiyordu, fakat görüşüne pek katılmıyordu. Ne demekti "insanların
yararına en uygun olanı yapmak Tann'ya gerekli değil"? Gerekli olmaz
olur mu? Mutezile'nin görüşünü daha doğru buluyordu, tnsahlarln
yararına en uygun olanı yapmak zorundadır Tanrı. Madem ki
"Tanri'yıml" diye ortaya çıkmış, işlerini doğru-dürüst yapmalıdır. Ama
yapmıyor işte. Şimdi bu zavallı kız ne yapsın? Elindeki ekmeğini bile
tavuklara kaptırıyor. Bacakları tutsa, kaçıp ozaklaşabitecek,
yürüyebilecek. Ne kötü! Acıdığı ve kızdığı için "levbe tevbe" bile
demedi. Kavga bile edebiHrdi Tanrı'yı görse. Düşüncelerine ve
duygularına gömülü bir sırada, evden bir başka kızın çıktığını gördü.
Bacakları sağlam, gezen, yürüyen bir kız. Yüzü kötürüm kızın
yüzüne benziyor. Kardeş oldukları "belli. Berikinden epeyce büyük.
Genç kızlara özgü bükülüşleri bile var. 11-12 yaşlarında olmah.
Bükülüşleri de, birçok yerde olduğu gibi orada da kızları çok küçükken
verir" olmalarından. Elinde taze bir lavaş. Sıcak sıcak. Yağlı.
Lavaşı böldü, birazını kötürüm kıza verdi, kalanını da:
- "Bühaî" (yel)., diyerek ona götürüp uzattı. Kürtçe konuştular.
Şunları diyorlardı:
- Ekmeğin tümünü bize verdin, sana hiç kalmadı.
Olsun, yine alırım, bizde çok var. Anam tandırda ekmek

73
yapıyor. Dur biraz daha getireyim.
Kız kopup gitti. Az sonra da döndü. Bu kez ehnde İM lavaş vardı.
Ortalannda da erimekte olan yağ. Yağlar, eriyip lavaşa yayılırken
parmakların arasından da damlıyor aşağıya. Kız, fistanına
damlatmamaya çalışıyor. Ne güzel de bir fistanı var. Kırmızılı, çiçekli.
Tek tük bulunur böyle.
elindekini bitirince, kız lavaşın birini daha verdi. Ve çıkıp
yanma olurdu. Onun gibi ayaklarını sallıyârak.. Yanyanaydılar. Kızın
boyu biraz dikçeyse de uymuşlardı birbirlerine. Ne güzel, ne mutlu bir
durum. İçinde yine bir kıpırdanma. Yine yaşamak gibi bir şey. İki yıl
önce, hep birarada bulunduğu bir kız gözünün önune_geldi. Babasının
imam olduğu Şirvanşeyih Köyü. Köyün ortasında bir pınar. Kaynaşır
çocuklar bu pınarın başında. Üstündeki taşlara çıkar, ayaklarını
sallarlar. O, hep, minik Sevdâ'nm yanında olmak isterdi. Araya başka
çocuk sokmazdı. Sokulan oldu mu, kavga ederdi.
- Get ola, girme araya!
- Sene (sana) ne?
- Sevda, koyma onu!
aldırmazdı bile. Kendisi için itişenlerin çekişmesine
karışmazdı, nazh nazh otururdu. O zaman iş başa düşer; kavga-dövüş
sürüp giderdi. Kimi zaman da onun ille de Sevdâ'nm yanında
bulunması ddğalmış gibi benimsenir, yer ona bırakılır ve araya da
kimse sokulmazdı. İşte şimdi yine tadına doyulmaz bir durum.
Yanında, yıkık duvardan ayaklarını sallamış oturan, tatlı tatlı gülerek
ekmeğini iştahla yiyen güzelce kız. Türkçe bilmiyor, ama zararı yok.
Türko Kürtçe biliyordu.
- Bak seni tanıyorum. Sana bu köyde "Türko" diyorlar. Çok da
zekîmişsin.
- Kirasöylüyor?
- Herkes. Büyük Hoca Molla Nâsır da söylüyormuş. "Bu çocuk,
büyük âlim olacak" diyormuş
- Olacağım elbette. "Kûfe'dekiler"den, "Basra'dakiler"den daha
büyük.
Sen gördün mü onları?
74
öğrendiler. Kızın
- Görmedim, ama biliyorum.
- Nasıl biliyorsun?
- Kitaplarda okuyorum. Babam da söylemişti.
Konuşurken sorup birbirlerinin adlarım da
adı:Safo.
Safo'nun göğüsleri ilgisini çekti. Göğsündeki iki çıkıntıya gözü
ilişti birden. Göğüs kapalı ve giysi kalın olsa da çıkıntılar belli
oluyordu. "Tomurcuklanmış memeler" bu muydu acaba? Göstermesini
istese kız gösterebilir miydi? Gösterse, o da baksa, kimse bir şey der
miydi?
Kötürüm kzın, neden o durumda olduğunu sordu Safo'dan. İki-üç
yaşındayken tandıra düşmüş, ayaklan yanmış; Bunu öğrenince daha.
önce kınayıp kızdığı Taniı'dân özür dilemesi gerekiyordu. Ama, Tann
da çocuğun tandıra düşmesine meydan vermeseydi! Yine kızılacak yanı
vardı.
Gözleri üzerindeydi. Aman, işte bir "tıstan". Küçük "tosbağa"
yavrusu gibi. Fistanın altına doğru sokuluyor.
- Safo gel bu yana, tıstan, Ustan! Fistanın altından girdi.
Kucaklar gibi çekti Safo'yu kendine doğru. Safo da sıçrayıp
aşağıya indi. Tıstan da savrulup düşmüş, aşağıda, ayakları yukarda
çırpınıp duruyordu. Dönebilmek için. Bir süre debelendi, sonra döndü.
Safo, uışla ezmek istedi, ama o engel oldu:
- Öldürme, günâh!
gitti.
O da çıkıp gidecekti artık: Ama Safo, biraz kalmasını istiyordu.
Biraz (.Lıiıa kal'
- Derslerim vnr. okumalıyım.
- Okursun. biraz da dinlen. Bak, çok zayıflamışsın.
- Bil sovolmaz.
Safo'nun ıtı:ı-ini artırdığını görünce yüreklendi, "memeleri"ne
bakmak istedi2ini so\ lodi.
- Safo. "Kev ab"
- Nedir o/
75
- "Memeleri yeni tomurcaklîanmtş kız"mış. Kuı^an da geçiyor.
Gennet kızlanndanmış.
- VaUaha! senin "meme''lenn de onlarmki gibi mi? Göster de
göreyim! .
- Burada olmaz, gel! Evde, anamdan başka kimse yok. O da
tandırın başında ekmek pişirmeye dalmış.
Birhkte girdiler içeri. İçice bir kaç oda. Kapüarı birbirine açüıyor.
Kiminin de hiç açüıp kapanan kapısı yok. Tandırın bulunduğu kesini
de, aynı evde ama, ayrı bir bölümde. İyice dipteki odalardan birine
gittiler. Oraya-burayâ yoğurt, ayran dökülmüş, üzerine de sinekler
konmuştu. Yağ, peynir, kışlık yiyecekler oradaydı. Bir tulumdaki
peynirin ağzı açıktı. Küflü küflü duruyordu. Safo, peynirin ağzını
kapadı. Fistanını çıkardı, peynir tulumunun üstüne koydu ve çıkip
üstüne oturdu. Ayaklarını sallamıştı yine. Çırılçıplak.
- Haydi gel bak memelerime.
Baktı, elini dokundurdu. Çok, çok hoşianmıştı.
- Demek ki cennet kızları senin gibi olacak. "Tomurcuklanmış
memeler de" seninki gibi. Öğrendim işte.
- Haydi em!
- Ben bebek miyim?
- Babam, anamın memelerini emiyor. ,
- Sen nereden biliyorsun?
- Gördüm.
- Hadi oradan.
- Vallahi gördüm. Onlar şey ederlerken de gördüm. Uyuduğumu
sanıyorlardı. Bense uyur gibi yapıyor, onlar işe girişirken yorganın
altından bakıyordum.
Dudaklarını kızın memelerine dokundurdu. Daha da hoşuna
gitmişti. Kızın da çok hoşlandığı belliydi. Memelerine, özellikle
uçlarına dokunuldukça gıdıklanıyor gibi bir tepki gösteriyor olsa da,
gülüyor, bir daha dokunulmasını isöyordu. Kız çıplaktı, ama nedense
bacaklarını birieşlinnişti. Bacaklarının arası nasıldı aeaba?
ayırmasını söyledi.
76
-Olmaz!
- Niçin?
- Bilmem! Kızlığım gider sonra!
- Kızlığın nasıl gidef? ı
- Sen şey yaparsın!
- Vallaha birşey yapmam ben.
- Öyleyse niye görmek istiyorsun?
- Fıkıfi[''fâi!^öriat'te, "ferc"den sözediliyor. "Ferc-ı dâhil (kadınlık
organının iç kesimi), "feıC-i hâriç" (kadmhk orgamnm dış kesimi) diye
geçiyor. Nasıl olurmuş, görüp öğrenmek istiyorum.
- Öyleyse dışını gör!
- Tamami
Orada biri gelip o durumu görse, çok doğal biçimde ve içtenlikle,
bir "fıkıh" konusunu incelediğini söylerdi ona. Öylesine bir doğallık
içindeydi. Yine de duyduğu rhutlulüfc'büyüktü.
Kız bacaklarını biraz ayırdı. O da. yaklaşıp baktı. Daha çok bir
incelemeci gözüyle. Aldığı tadın bilincinde bile olmadan.
fistanını giydi. Çıkıyorlardı.
burada unuttun.
aldı.
- Haydi anamm yamna gidelim.
- Ben hiç okuyamâdınv, gideyim artık.
- Gel, çok kalmazsın orada.
Kız, çeke çeke götürdü. Tandırın bulunduğu bölüme vardılar. Biraz
dumanlıydı; Kadm da elleri yana yana, gözlerini çupışlıra çırpışüra
ekmek pişiriyordu. Ekmekler, gagala, lavaşıyla koca bir yığın
olmuştu. 'Hamur da çok az kalmıştı. Sonuna gelmiş olmalıydı.
Kadm. bakıp da Türko'yu görünce büyük'bir sevecenlik gösterdi.Hemen ekmek uzattı, kıza da -üstüne sürülsün diye- yağ getirmesini soyledi.

- Ben yedim.
-Ne zaman?
- Biraz önce Safo getirip;
77
Alıntı ile Cevapla
  #14  
Alt 29-09-2012, 22:59
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- Olsun yine al, ye!
- Doydum, çok doydum!
- Kız ne iyi ettin de getirdin!
Safo, anasının çok sevineceğini biliyormuş demek ki.
- Ben burada çok kaldım, okuyup ezberleyeceğim çok ders var.
- Biraz ayran iç te öyle git! Haydi kız, koş da getir!
Safo, koşup getirdi ayranı. Yayık ayranıydı. Türko alıp içti. Ve
hemen çıkmaya yöneldi. Safo uğurladı. Dışarıya birlikte çıktılar. Sık
sık gelmesini söyleyen Safo'ya, tüm gövdesini saran bir sevgiyle baktı
ve yürüdü. 15-20 adım ötedeki köşeden saptı. İvedi ivedi gidiyordu ki
bir acı duydu.
-Ahh!
Diken batmıştı ayağına. Belli ki büyük bir dikendi. Eksik olmazdı
oralardan. Bi an, çıkanliTiası için dönmeyi düşündü. Safo'nun anası
çıkarabilirdi. Sonra vazgeçti dönmekten. Topallayarak yürüdü. Arada
bir bastığında diken daha da batıyor; dayanılmaz acı veriyordu. Camiye
vardı, Seydo'yu gördü. Ayağına diken battığını söyledi, iğne istedi.
Seydo'nun ceketinin yakasında iğne vardı. Aldı, geçti bir yana oturdu.
Tabanı yukarı gelecek bir biçimde ayağını büküp katladı. Eğildi
üzerine. Yerini ve dikenin kendini görebilmek için tabanına tükürük
sürdü. Yeri belli olmuştu, ama kendi gözükmüyordu. Yerini iğnenin
ucuyla o yana bu yana genişletmeye başladı. Epeyce genişletti. Bir
daha tükürükledi; baktı, yine görünürde bir şey yok. Yerini
genişletmeyi sürdürdü. Bir yandan da derine doğru oyuyordu. Ucu
gözüksün ve yakalanıp çıkarabilsin diye dişini sıkarak oydukça oydu.
Kanatntıştı, kocaman da bir yara açılmıştı tabanında. Terlemişti. Ama
çabalar boşuna. Seydo ilgilenip geldi:
- Dur kurban, sen bene (bana) ver hele!
İğneyi verdi, ayağını uzattı. Ve Seydo girişti i^. İğnenin ucuyla
biraz uğraştı. Sonra tabanı sıktı. Olanca gücüyle sıktı ki, diken çıksın.
Ama diken yerine kan çıktı. Berbat bir ameliyat. İki faki daha
gelmişti. Cami cemaatinden de gelenler olmuştu. Dikilmişlerdi
tepesine. Seydo başaramayınca işi bir başkasına verdi. Uğraş babam
uğraş. Diken bir türlü çıkmak bilmiyordu. Ayağını çekmesin ve rahat
78
uğraşılsın diye kolundan-bacağından tutuyorlardı. Tüm çabalar
sonuçsuz kaldı. Diken miken yok.
- Belki de diken batmamıştır!
Sırılsıklam ter içinde ayağa kalktı. Denemek için ayağını bastı.
Basar basmaz da acısını duydu dikenin. Diken olduğu belliydi ve
ilerliyordu. Daha da derinlere gömülüyordu. Ama gel de, oraya
birikmiş olanları inandır:
- Diken miken yok, sene öyle gelir. İğnenin açtığı yara ağrir.
- Yar, vallaha diken var, inanmirsiz!
Çekilip ^ t t i herkes. O da uğraşmaktan vazgeçti. Ne var ki acı
birken iki olmuştu. Açılan yara da acıyordu bu kez. Ağrıyı, acıyı
unutmak için derslerine döndü. Gönüldü kitaba.
79
13
Kulleteynde bir kalabalık. Anababa günü.
- Nedir, ne olmuş?
Topallıyarak varıp sokuldu. Genç bir kadın, saçınirbaşını yoluyor,
sarsıla sarsıla ağlıyordu. Ağıllar dizerek. Ortada da bir çocuk. Kadın!
çocuğa sarılıyor, ayırıyorlar, gelip bir daha sarılıyordu. Sesi, yeri-göğü
inletiyordu. Neydi, ne olmuştu? Çocuğu ölen bir ananın ağlaması
doğal: Ama çocuk çok küçüktü. Çocuğu o küçüklükte ölen de ağlardı
kuşkusuz. Ama öyle değil. O tür ağlama ve bağırma olağan değildi.
Oralarda ve benzeri yerlerde, ölen ölür; kalan kalırdı. Ölenin yerine,
yenisini hemen türctiverirlerdi. Kiminin aç-scfıl kalacağı biliniyor olsa
da. Tohum da, toprak da boldu çocuk üretimi için. Öyleyse bu genç ve
daha nice çocuklar doğurabilecek olan kadının böylesine yana-yakıla*
alabildiğine bağırarak ağlamasının özel bir nedeni olmalıydı.
Anlatülar:
Çocuk, kulleteyne düşüp boğulmuş. Anası da kendini suçlu
buluyormuş. Yüreği onun için çok yanıyormuş kadının. Şöyle olmuş:
Çocuğunu kapının önüne bırakmış. Kendisi de, inek sağmaya, yayık
yaymaya ve öteki işlere dalmış. Çocuk emekleyen bir çocuk. Sürüne
sürüne gitmiş. Küllükte sürünmüş, .sonra gidip kulleteyne
yuvarlanmış. Kimi zaman kalabalık olan kulleteyn çevresinde, kimi
zaman pek kimse bulunmaz. Herkes tarlaya-tumba gitmiştir o sıra. Ya
da başka tür işe-güce dalmıştır. îşte bu olay da, böyle bir zamana
raslamakta. Küllükte, kulleteyn çevresinde çocuğu hiç mi gören
olmamış? Olmamışur. Ya da gören olmuştur, ama çocuk ilgisini
çekmemiştir. Çocukların o çevrede bulunması o denli doğal ki.
- Lâve, lâvemin! (Yavrum, yavrum!)
Parçalanırcasma ağlıyan kadını çocuğundan kopardılar bi kez daha.
Zorla alıp götürdüler. Çocuğu da yıkadılar, sardılar, doğru mezarlığa.
İçinde -çocuk da olsa- bir "Adem oğlu" öldüğü için kulleteynin
tümüyle boşaltılması gerekiyordu. Kollar sıvandı, paçalar yukarı
çekildi, işe girişildi. Kovalarla çekilmeye başlandı. Boşalt ha boşalt!
Birçok şey çıkarıldı suyu boşaltılırken: Çul-çapıttan, çoraptan -
80
pabuçtan, taştan tezekten kedi ölüsüne, kemik parçalanna değin her
şey. Boşaltıldı tümüyle. Ve dipten yeni sular dolmaya başladı. Temiz
sular. Bir süre sonra eski düzeyine ve eski durumuna gelecekti
kulleteyn. Yine kirlctilecekti. Yine türlü pislikler rahat rahat atılacaktı
içine. Yine pisken, "temiz" sayılacaktı. Peki neden boşaltılmıştı
öyleyse? Şeriat öyle dediği için, "fetva" öyle olduğu için. Suyun
tümünün boşaltılmasının gerekip gerekmediği,' mezhepte tartışılıyor
olsa da fetva öyleydi. "Gereği" yerine getirilmiş oldu.
* * *
Fakilerin, Şeyh Şaban'ın tekkesinde toplanmaları istenmişti.
Herkes gitti. O da gitti topalhya topallıya. Genişçe bir yer.
Kilimlerin, halıların üzerine minderler konmuş, herkes yerini almıştı.
Yeri olmayanlarsa duvarlara dikilip kalmıştı. Şeyh Şaban baş köşede.
Kocaman kavuğuyla görkemlice kurulmuş. Üzerindeki işlemeli yeleği,
yeleğin cebindeki uzun zincirli saat, elindeki parlayıp duran teşbihi,
önündeki çok değerii olan "sigara tabakası", küllüğü ve sigara ağızlığı
da görkemini tamamlıyor. Çevresinde, Molla Nasır, Molla Zeki,
"halife"leri, ağa ve ileri gelenler. Fakilerler birlikte kalabalık bir
müritler topluluğu da vardı. Konu: Toplanacak zekat. Daha
konuşulmamıştı, ama loplanüya .çağrılırken bildirilmişti. Oturanların
elleri dizlerinde, ayaktakilerinkiysc önlerinde. Çıt yok. Herkes Şcyh'in
konuşmasını bekliyor. Biri sigara tabakasından sigara sanp verdi. Bir
başkası hemen davranıp büyük bir saygıyla sigarasını yakti. Vc şeyh,
kalın kaşlarının altından iri gözleriyle çevresine şöyle bir baktıktan
sonra konuşmaya başladı. Asıl konudan önce, yerden, gökten, peygamberlerden,
"evliyâ"dan, "mucizc"dcn, "kcrâmct"len, "iman"lılardan,
"kâfir"lerden ve hepsinden de çok "Allah aşkı''ndan sözetti. Anlattı, anlattı.
O anlattıkça aşka gelenler oldu. Köyünde çoluk-çocuğunu bırakıp
şeyhin tekkesinde kendini şeyhin hizmetine vermiş olanlardan Esmer'li
Şamil ile Mollaşemdin'li Meczub Fâik aşka gelip:
- Allah! diye bağırdılar.
Şeyh, cennetten, cehennemden anlatarak konuşmasını sürdürdü.
Ağzından ballar akıyordu. Öylesine kendinden emin, öylesine tatlı.
81
aniaüşı vardı ki.. Saygı, sevgi, korku, umut kaplamıştı her yanı.
Herkes mest olmuştu. Türko'nun dışında. O da etkilenmişti ama,
sorular belirmişti kafasında. Önce, şeyhin "sigara"sına takılmıştı.
"Mekruiî" olan sigarayı şeyh neden içer? Mutlaka sormalıydı. Sonra
"ilim" herşcyin üstündeyken, bir "âlim" olan Molla Nâsır'm anlatması
gerekirken sözü neden ona bırakmıyordu ve hangi yetkiyle btı konuları
anlatıyordu? Bunları da sormahydı.
Biraz sokuldu ileriye:
- Kızmazsan soru soracağım!
Herkes şaşırmıştı. "- Sus!" diyenler,"- çıldırdın mı?" anlamında
işaret edenler, dik dik bakanlar..
- Bırakın çocuk konuşsun! dedi şeyh.
- Sigara "mekruh" değil mi?
- "Mekruh" olduğu için ateşe verip yakıyorum ben de!
Şeyh, gülerek söylemişti. Çevresindekilerden gülmeye katılma
hakka olanlar da güldüler.
- Hocam Molla Nâsır'm "makam"ı daha yüksek değil mi? O niye
aşağıda? "Keramcf'i ve "mucize"yi o niye anlathnyor?
- Onun "makam"ı yüksek. Ama ben camideki yerini alıyor
muyum? Va'zma, hutbesine ben karışıyor muyum? Hadi sen şimdi git
otur yerine!
Kürtçe konuşulmuştu bunlar. Çünkü Şeyh Türkçe bilmiyordu.
Türko'ysa Kürtçe konuşabiliyordu.
Şeyh, yerine oturmasını söylemişti ama, oturacak yeri yoktu ki..
Üstelüc kız^lar, dünükleyenler vardı. Sonra da kolundan tutup dışarıya
çıkardılar.
Dışanya çıkanhnca ağladı, öfkesinden.
Caminin yojunu tuttu. Giderken kazlarla karşılaştı. Bir kesimi
başlarını ona çevirmiş, ağızlarını açmış, fış fış ederek saldıracak gibi
yaklaşıyorlardı. Bir taş alıp atü, kazlar uzaklaştı. Hava bozmuştu.
Yağmur atıştırıyordu bile. Biraz hızlı yürümeliydi. Ama dikenini
çıkaramadığı, üstelik yaralayıp bıraküğı tabanının'üstüne basamıyordu
ki hızlanabilsin. Gök gürlemesi, şimşek.. Yağmur bastırmıştı.
Aksıyarak ve tepeden tırnağa adamakıllı ıslanmış olarak vardı camiye.
82
Varir varmaz da "kerâmet" ve "mucize" konulânna baktı kitaplara.
Dişinde de bir ağn belirmişti. Ama çok değil. Bir süre sonra fakiler
geldi. Şeyhin tekkesinde, fakilerin .hangi tür zekâtı, nerelerden, nasıl
toplıyacaklan ve getirince -ileride paylaştınlmak üzere- kimlere teslim
edecekleri belirlenmiş. Takıldığı konuyu açtı fakilere. Kitabı da açarak,
şeyhin "mucize" konusundaki sözlerinin kitapta anlatımlara
uymadığını gösterdi Fakilcrsc konunun üzerinde pek durmadılar, işleri
vardı. "Zıkat" (zekat) toplamaya gideceklerdi. Hazu-lıklara giriştiler, iki
gün önce de gidenler olmuştu. Şimdi, iki fakinin, bir de onun dışında
kimse kalmıyacak artık. Konuşmalarına "göre, iki faki de bir-iki gün
sonra gidecekti. Ona gelince: Onun durumu daha belli değildi. Güçsüz
ve cılız gövdesiyle zekat toplamaya çıkamazdı. Hocası özel olarak
okutursa kalmayı, yoksa Tutak'taki "bibi"sine (halasına) gitmeyi
düşünüyordu.
"Mucize", "keramet", ikisi arasındaki fark, "büyü" büyüyle öbür
ikisi arasındaki fark, "olağanüstü" durumların türleri... Kafasını
doldurdu bu konular. Yatmcaya dek..
Biraz uyumuştu. Düş bile görüyordu. Ama kötü bir diş sancısıyla
uyandı. . .
Dişi neden ağrırdı? "Kurt" yerdi, "sıçan" yerdi de ondan ağrırdı.
Onunkinin birini de yemişlerdi. Ön üst dişlerinden birini. Sancısını
unıuiursun diye kalkıp kitaplara sarıldı. Akşamki "mütâlaa"dah yarım
kalan incelemelerini bitirmeye koyuldu. Ne var ki dalga dalga gelen
sancıdan, kendini veremedi bi türlü. Onun dişini yiyen, başkası değil;
"kurt"tu. "Sıçan" olamazdı. Sıçan girertıezdi ağzına. "Kâfir kurt" nasıl
da girebilmiş, nasıl da yemişti? Girecek, yiyecek.taşka şey bulamadı
mı?
Zonglamalar. Dipten ve derinden.
-Oy anam!
Anası olsa belki bir çare bulabilirdi. Kızkardeşi Zinnur'un
kulağına kurt düşmüştü de anası çöple çıkarmıştı. Kız, kulağına
sokulan çöpe dayanamayıp bağınnca da:

- Dur, geberesice, daha temizlenmedi, az kaldı., diye azarlardı.
Kızın kulağına sık sık kurt düşerdi. Her düşmesinde de anası böyle
temizlerdi. Sonra Zinnur'un o kulağı artık kurtlardan tümüyle
kurtuldu, yazık ki sağır oldu. Anası, bakmak zorunda olduğu
koyunların yaralarında da kurtları çöple çıkarıp temizlerdi. Kocaman
kocaman kurtlar çıkarırdı. Dişi yiyen kurtlar o kadar olamazdı. O
büyüklükteki kurtlar dişe sığamazdı ki.. Ne olursa olsun dişi
yemişlerdi işte. Anası olsaydı ağrıyı dindirirdi. Başını göğsüne
koymasıyla bile dinebilirdi ağrı.Orada yalnızca iki faki vardı. Onlar da hiç ilgilenmiyorlardı.
Yataklarında uzanmış yatıyorlardı, ama hiç de uyuyor gibi değillerdi.
Arada bir başlarını kaldmp yeniden koyuyorlardı yasüga.
-Oy anam oy!
Oyuyordu sancı. Dişinden çok beynini oyuyordu. Burgu gibi.
Tepesinin üstüne döndü, çırpındı, debelendi.

- Ah bir uyuyabilsemi
Bu ağrıyla uyku olur mu hiç? Beyni, önüne akacak gibiydi. İçine
işliyordu sancı. Kökü derinlerde, dallan her yanını sarmıştı gövdenin.
Büküle büküle. Ayrık-otu gibi.. Hayır, pençeli bir canavar.
Zonglamalarla pençesini atıyor.
- Oy anam, dişim!
Saniye bile aman vermiyordu. Yatağında, eli yanağında.
Kıvranıyordu. Yastığa başmı koydu olmadı, yastığı kaldırdı, yüzünü
yavaşça koydu olmadı, ne yaptıysa olmadı, olmuyordu. Ağrı
direklenmişti bir kez.- Oyanam,ölecem!
Ay doğmuş, doğudaki pencerelerden ışığı vurmuştu içeriye. Ama
neye yarar? Ağrı soluk aldırmıyor. Debeleniyor ve ağlıyordu. Sessizce.
Biraz daha debelendikten sonra kalktı, işliğini, şalvarını ve
ceketini giydi. Dışarıya çıkıt, bilinçsizce. Dışarıda ne yapacaktı;
bilmiyordu. Ay ışığı, hava güzeldi. Gel gör ki aman vermeyen ağrı
güzel değildi. Gece yansı. Üstüne basamadıgı tabanı yüzünden
topallıyarak yürüdü biraz. Köpek havlamaları, kuş ve böcek sesleri,
uzaklardan gelen kurbağa vakvaklamaları; "sap", saman, ot, tahıl ve un
Alıntı ile Cevapla
  #15  
Alt 29-09-2012, 23:04
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

84

taşıyan kağnı "mazı"lannm kilometrelerce uzaktan duyulabilen
gıcırtıları.. Ve geceyi gündüze çevirme çabasında olan ay. Ay için
kimi toplumlarda "erkeklik" uygun görülmüş. Oysa o gece, tümüyle
"analaşmıştı". Öylesine sevecendi ışıklarıyla. Kucaklıyor, sarıyor,
bağrına basıyordu.
İlerlemeyi sürdürdü. Adımlan Safo'lanı doğru gidiyordu hep.
- AhtathSafo!
Bir geliverse. Yine soyunsa. Ağrıyan dişin bulunduğu yanağı
onun "tomurcuklanmış memeleri" üzerine koymak ne iyi olurdu.
Agn-mağn kalmazdı.
- Ah Safo, n'olur bir çıkıversen karşıya!
Oysa nerde Safo?! Gecenin o saatinde, yatağında mışıl mışıl
uyuyordur; Ya da kendisinin anlattığı gibi uyur gibi yapıp, anasıyla
babasının "şey elmeleri"ni izliyordur yorganın alımdan. Onlar şey
etmek için alt üst olurken kimbilir neler duyuyordur.İlerledi, gide gide; Safo'iann evinin önündeki yıkık duvarın üstüne
çıkıp oturdu. Vc ayaklarını salladı. Daldı: Safo yanındaydı. O da
ayaklarını uzatmıştı. Sonra soyunmuştu. İşte "tomurcuklanmış
memeler" açıkta. Başını, yüzünü, yanağını koyuyor ve sürüyordu
üzerlerine. Oh, ne sıcaktı, ne güzeldi. Yakınından bir kedinin
miyavlıyiu^ak sıçraması, onu da sıçrattı. Nc Safo kalmışü, ne de saiâsı.
Kendine gelirken dişinin sancısını yeniden duymaya başladı. Önceki
ölçüsünde olmasa da.. Kediden korkmuştu. Duvardan aşağıya inince
birden dikenli vc yaralı tabanının üzerine bastı, dişininkinc baskın
gelecek kadar acı duydu. Toparlanıp yürüdü. Bu kez camiye doğru.
Daha büyük bir topallamayla auniye vardı. Açıp kapıyı girdi. O da nc:
İçerdeki iki faki, üst üste!
Sineklerde de görmüştü benzer durumu.Avucuyla çok
yakalamıştı. Üst üste binmiş olarak.. Kurbağalarda, tosbağalarda da
görmüştü. Tavuklarda, kazlarda, "culuk"larda da. Koyunlarda, sığırlarda
da.. Allarda, eşeklerde de... Hele atlardaki durum,, çok belirgin ve
şaşılasıydı. Derenin uygun bir yerinde aygırlar, kısraklara "çekîlir"di.
O su-ada aygırların bacaklarının altından, soba borusu gibi ve up-uzun
bir nesne; aşağı yukarı iner kalkar; tam kıvamına gelince de iki ön
ayaklarını kaldıran aygır, kısrağa "atlar"dı. Hem de. ne atlama. Daha
görkemlisi olamaz.
85

öyle durumları hayvanlarda çok görmüştü. însanlardaysa ikinci
kez görüyordu. Birincisi, Hâfiz Celâl - Husso olayında, ikincisini de
şimdi.. Hayvanlarda görmüş olduğu için yadırganacak bir durum
olmadığı düşünülebilir. Fakat öyle değil. Yadırgıyordu. Arada fark
vardı çünkü. Hayvanların üstüsteliğinde bir erkek bir dişi olurdu. Ya
şimdi ve daha öncekinde? Erkek erkeğe bir durum vardı. Üst üste
gelenlerin İkisi de erkek. Biri dişilik yapıyordu sadece.
Fakiler onu görünce hemen ayrıldılar. Ne var ki, ne durumda
yakalandıklarını biliyorlardı.
Olayı kimseye anlatmaması için Türko'ya ne yapmak gerektiğini
düşündüler. En iyisi, onu da suça ortak etmek. İkisinin de belden
aşağısı çıplaktı. Önlerini bile kapatma gereği duymadılar.Her şey
meydanda. Ay ilerlemiş, ışığı, ön pencerelerden vuruyordu.
Türko'yu yanlarına çağırdılar. Önce sert davrandılar.
-Gel buraya!
Türko oralı olmadı. Eli yanağında, gidip yatağına girdi. Biri,
takımlarını sallıya sallıya onun yanma gitti. Kolundan tutup çekmeye
çalıştı. Ayak dirediğini görünce; ağlıyacağından, bağıracağından
korkup bıraktı. Kim duyacaktı, orada, o saaiıe'.' Duyan olmazdı, ama
yine dc belli olmaz. Yumuşak davranma yoluna gittiler. İkisi de onun
yanma gelmişti. Dişileşeni, elini onun bacakları ara.sma soktu. Orasını
elledi. Hoşlandığı halde hemen uzaklaştı o.
- Bırakın beni. Yoksa yarm sizi herkese söylerim.
- Senin hoşuna gitmir mi?
, - Benim dişim ağrir.
- Biz senin dişinin ağrısını keseriz.
- Yaa, inanmirim.
- Vallaha da, billaha da keseriz ağnyi.
- Haydi kesin!
- Sen hele bir yemin et. Bizi kimseye söylcmiyeceğine..
- Söylemem!
-VaUahade!
- Vallaha.
- "Dinime, imanıma" de!
86

- Dinime, imanıma.
- "Talakımaı" (söylersem kanm boş olsun) de!
- Benim kanm yok ki. Ben daha çocuğum.
- Büyüdüğünde olur.
-Talâkıma!
Ay ışığı aydınlatmıştı hemen her kesimi.Minberin ve bir-iki
şeyin gölgesinin düştüğü yerlerin dışında her yan aydmlıktı. Pireler
sıçrıyordu. Onlar da "cümbüş"teydi anlaşılan. Bitlerse, kannlanm
doyurmuş, dikiş - sökük aralarındaki, yastık - yorgan kıvnmlarmdaki
gecekondularına çekilmişlerdi. Uyuyor görünüyorlardı.
İki faki de işi sağlama bağlama karanndaydılar.
- Şimdi de Kur'an'a el basacaksın!
- Basanm ama abdestim yok.
- Bazı imamların görüşüne göre caizdir.
- Bizim imamların görüşüne göre caiz değildir.
- Sen, "caizdir!" diye uy!
- Olmaz, günâh olur.
- Senin günâhı biz alırız.
- Siz de Kur'an'a el basın.
- Biz "cünüb"üz. ' .
- "Ölese" (öyleyse) ben de basmam!

Türko belâ olmuştu. Oysa ne güzel bir iş yapılacaku. İşi yarısında
bırakiırmışü. Bu engel bi kalksa ne iyi olurdu fakiler için.
İkisi de erkek olduğu halde, biri erkeklikte, öbürü de dişilikte çok
istekliydi. Yarım bıraktıklan işİ ille de bitirmek istedikleri, çıplak
durmalarından ve erkeklik edenin önündeki o kocaman şeyden belli
oluyordu. Kısrağa çekilen aygırınki gibiydi o şey.
İşlerini bitirmeye, Türko'ya abdest aldırmaktan başka bir yol
olmadığınr gördüler. Dişileşen faki kalktı, sağa-sola baktı; gidip
kapının arkasında, bir köşede duran ibriği aldı, salladı. Baktı ki içinde
az su var. İyi kullanılırsa abdest için yeter.
- Gel abdest al, su var.
Kalkıp gitti, serili olmayan yerde, faki suyu azar azar döktü, o da
aldı abdestini. Su o denli azdı ki döküldüğü yeri bile pek ıslatmamıştı.
87
Abdest işi tamam. Sıra, Kur'an'a el-basıp antiçmekte. İki faki önlerini
kapadılar ve hep birlikte mihraba doğru gittiler. Kur'an'lar oradaydı
çünkü. İki faki, cünüb oldukları için Kur'an'a dokuriamıybrlardı. O
uzandı, "rahle"deki Kur'an'lardan aldı, önce öpüp başına koydu, sonra
rahledeki yerine koyup üstüne elbastı.
- Yemin nasıl olacak'^
- Burada biz şey ederken gördüklerini kimseye anlatmıyacağma
yemin et. Nasıl söylersen söyle.
Türko, onların tam istedikleri gibi yemin etmişti. Rahatlamıştı
fakiler. Andını bozmıyacağım kesin olarak biliyoriardı. Yemin de
tamam. Şimdi dişte sıra. Dişileşeni, bir iplik çıkardı.
- Dişini çekip senlkurtaracağım ağrısından.
- Olmaz! ,
. -Niye?
- Ağrır.
- Ben ağrıtmam.
- VaUahade.
- Vallaha.
• - Dinime imanıma del
^ Dinime imanıma.
-"Talakıma" de!
Biraz duraksadı, ama öbürünün "-haydi de!" dcanesi üzerine o
yemini de yaptı:
- Talâkıma!
Faki, ipliğin ucunda, dişe takılacak biçimde ilmik yapü.
- Haydi şimdi aç ağzını.
- Ağrıtmayacan ha, yemin ettin.
- Ağrıtmam korkma.
Açu ağzını. Gözlerini yumdu. Faki ilmiği lakü dişe. Birden ve
çok hızh çekti. Çıkmıştı diş. Kanıyla, iriniyle birtikle. Bayılacak gibi
oldu, ama kurtulduğuna sevindi. Kurtulmanın sevinci öylesine baskın
gelmişti ki, ağrıdı mı, ağnmadı mı, anımsamıyordu bile. Çıkan dişe
baktı. Bir yanı kararmış ve oyuktu. Demek ki, kurt orasını yemişti.
"Kâfir kurt"! Dişin, yatakların yığılı olduğu yere atılması bir
88
Alıntı ile Cevapla
  #16  
Alt 29-09-2012, 23:08
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

gelenekli. Sıçanların yemesi için. Ama öyle yığılı bir yatak yoktu.
Elinde biraz tutup, evrip çevirdikten sonra kapmın arkasına attı.
"-Ahn, yiyin de "doyun!" dercesine. Yerine tuz basılması gerekiyordu.
Kanıyordu da. Hangi delikte buldularsa buldular, alıp getirdiler ve dişin
yerine bastılar. Ağzını da kapamas'ım söylediler. Herkes mutlu artık.
Bir rahatlık geldi. Yatağına uzandı. Uyuyacaktı-.
İki fakinin işine engel kalmamıştı. Keyiflice bitireceklerdi
işlerini. Giriştiler. Yine üst üste. İki sinek, ya da bir boğa bir inek
gibi. He babam, dc babam; işlerini bitirdiler. Dişileşen faki pek
doymuşa benziyordu. Öbürününse işi bitikti. Yayılıvermişti. Türko'ya
gelince uyumamıştı. İzlemişti olanları. İçinde uyanan ve bastırmak
zorunda kaldığı duygularla.. Bacaklarının arasındaki dimdik dikelmişti.
Ama sonra inivermişti.
Çok ilerlemişti gece. Sağdakipencerelerden ışıkları sarkan ay da
batmak üzereydik Kalkıp pencereden biraz baktı. Sonra uykusu geldi,
gelip yattı. İki faki uyumuştu. O da uyudu.
89

14

Sabahleyin gözlerini açuğmda, başucunda Abdurrahman'l buldu.
Ne zamandır yoktu. Zekata, ya da köyüne gitmişti.
- Sen "bestesin" (hasta mısın) kurban?
Karşılık vermek istedi, ama sesi çıkmıyordu. Dişinin yerinden
akan kan ve irin, ağzını-boğazım doldurduğundan konuşmasına
elvermiyordu. Abdurrahman'ın anlatüğma göre, sabahleyin iki-üç
arkadaşıyla birlikte gelmişler,/ölü gibi bulmuşlar. Biraz dürünüşler,
sonra bakmışlar ki kalkmıyor, bırakmışlar. Birkaç teneke buğday,
biraz da yağ toplamış getirmişler. Yüklerini ilgiliye teslim edip yine
gidcceklermiş. Uzaklara.. Gece, üstüsteliklerine tanüc olduğu iki faki
dc oradaydı. Onlar da ona bakıyorlardı. Bakıştılar bir süre.
Toparlandı. Yastığının, yorganının da battığını gördü. Kalkıp
yıkanmahydı. Üstünü-başını giydi. Tam o su-ada bir haber geldi.
- Ölen var, "Iskat" olacak!
"Iskat", düşürmek demek. Ölenin boynundan, borçların,
günâhların "düşürülmesi"ne. Tanrı huzuruna temizlenmiş ve
arındu-ılmış olarak gönderilmesine denir. "Gasil" (gusül değil) ile de,
yani suyla bilinen türden yıkanarak da temizleniyor ölü. Ama "ıskat",la
anndırılması başka.
Ölenin Tanrı borçları, başka borçları ve günâhları temizlenir.
Tanrı adına. Mal varlığına göre. Din adamlarına, din öğrencilerine çok
verilirse çok temizlenir, az verilirse az temizlenir. Bunun,
Hanefi'lerdeki biçimi başka, Şafiî'lerdeki biçimi başka olur.
Hanefî'lerde "devir" adı verilen biçimiyle uygulanır. "Devr"in büyüğü
vardır, küçüğü vardır. Din adamları, ölü sahiplerine, hangi türünden
istediğini sorarlar, ona göre yaparlar. Ölen zenginse, sahipleri de
cömertse, büyüğünü, yoksa küçüğünü yapma yoluna giderler. Çok
yoksulsa, hiçbir şey yapmazlar. Yani çok yoksul olan kişi öldü mü,
borçlan,'günâhtan anndırılmaraış olarak gider öbür dünyaya.
Şafiî mezhebindeyse, arındırma işi, "ıskat arabası"yla
gerçekleştirilk.
Iskat arabası gelmişti işte. Yanm kağnı büyüklüğünde. Ama dört
90
tekerlekli. Üzerinde de tahıl dolu çuvallar. Az sonra onlar kaldırılacak,
yenileri konulacak. Çünkü ölen kişi, zengince.
Ağzı-yüzü, kurumuş kan ve irinle kaplıydı. Çenesinin altına
değin. "Iskat" işi başlıyana dek, davranıp temizlenmeliydi. Abdest de
almalıydı. Ama nerede? Kulleteynde olabileceğini düşündü. Çünkü içi
daha yeni boşaltılmış ve temizlenmişti. Eğer iyice kirletilmemişse
temizlenebilir, abdest de alabilirdi. Hanefi'liğine ters düşmezdi. Ama
kirletilmemişse, pınara kadar gitmek zorundaydı.
Çıkıp kullcteyne gitti. Eh, idare ederdi. Ellerini, yüzünü, ağzını,
çenesini yıkadı. Kurumuş kanı, irini, tımafclanyla kazıya kazıya
temizledi. Cep aynasıyla da bakıyordu. Sonra abdest aldı. Pek içine
sinmemişti, ama yetindi. Bi de başını kaldırdı ki: Safo. Karşısında
duruyor
- Safo!
- Bize gideceğiz.
-Niçin?
, - Anam "aguz" yapU. Sen de yiyeceksin.
"Ağuz, hayvanın ilk doğurduğu sıradaki sütünden yapılan kaymak
gibi bir şey. Yoğurdun kaymağıyla ağuzu çok severdi. Hele ağuzu.
- Gelirim de, "ıskat" var.
- İşin çok sürer mi?
- Sürer.
- Öyleyse çabuk gidelim, bi parça ye, hemen gelirsin.
Dişinin ağrıdığını, çekildiğini, yerinden akanlarla da yastığın -
yorganın battığını söyledi.
- Onları da götürelim, anam yıkasın.
-Olur mu?
- Niye olmasın? Anam seni çok seviyor.
- Şimdi olmaz, yetiştiremeyiz. Daha sonra götürürüz.
- Şimdi götürelim ki akşama değin kurusun.
- Haydi öyleyse.
Gidip camiden çıkardı yasüğıyla yorgamm. Oradakilere de çabuk
döneceğini söylemeyi unutmadı. Gittiler Safo'yla. Yineaksıyarak.
Topallamasının nedenini de anlaünıştı, Safo da cok üzüldüğünü belli
etmişti.
91
- Ayağına da bakar anam:
- İyileştirir mi?
-İyileştirir.
Vardılar eve. Ellerindekilerle. Ka(Jın karşıladı. Ellerindekileri aldı.
Ağuzu da hazırlamıştı. Lavaşla birlikte.
Çabuk çabuk yedi. Ve kalktı. Kadın ayağıyla ilgilendi, ama
zamanı yoktu Türko'nun. Çıkıp yürüdü. Topallıyarak da olsa ivedi
ivedi vardı. Vardı ki herşey ve herkes hazır.
Ölü evinde "şivan" (ağıtlar, dövünmeler), Tann evinde bayram.
Ölen neden ölıriüş? Fakileri pek ilgilendirmiyordu. Onları ilgilendiren:
"Iskat". Sevinç içindeydiler. Epeyce lahıl alacaklardı. O da seviniyordu.
Onun da payı olacaktı. Satacaktı payını. Parasıyla kendine birşeyler
alacaktı. Belki bir çift ayakkabı. İt ölüsü gibi ağır, kabaralı
ayakkabılarından kurtulacaktı. Bir işlik, bir ceket bile alabilecekti
belki.
Iskat arabası, caminin serili olmayan kesiminde itilecekti.
Karşıdan karşıya.. İki faki bir yana, iki faki de bir yana geçti. Türko da
aralarında. İüne başladı:
- Tanrı'nm rahmetine kavuşan, falan oğlu filanın tüm namaz
borçlarından dolayı, bu arabanın üstünde bulunan tahılı alıp kabul
ettiniz mi?
- Kabul ettik, geri size armağan ediyoruz.
Bu sözlerle araba bir o başa itiliyocdu, bir bu başa. Yalnızca
"namaz borcu" için. İki, üç, dört, beş... 10, 20, 30, 40, 50; Namaz
borcu bitmişti. Sıra oruç borcunda. Türlü oruçlar var: Ramazan orucu,
"kefaret" orucu, adak orucu. Araba, hepsi için ayn ayrı, 20'şer, 30'ar
kez itildi. O da itiyordu. Gılız bilekleriyle ve kıçından ter aka aka.
Başka borçlar, başka günâhlar için de belirli sayıda itildi. Yalanlan
için, yediği, içtiği, yaptığı ve baktığı haramları için. "Büyük
günâhlan" (günâh-ı kebâir) için, "küçük günâhları" (günâh-ısağair)
için. Borçlar ve günâhlar sayıldıkça sayılıyordu. Hepsi bitti, fakiler de
bitti yorgunluktan. Yığılır gibi düştüler. Terierini silmeye koyuldular.
Hızlı hızlı soluyarak.. Oturanlar, yatanlar.. Türko da gidip yatağına
atmıştı kendini. Biraz soluklandıktan sonra paylaştırma işi
başlıyacaktı. Herkesin hakkı, "âdil" biçimde verilecekti. Gerçeklen de
92
pek haksızlık edilmezdi bu konuda. Paylar, emeğe göre değil ıskata
katılanlar arasında kişi başına dağıtılırdı. Demek ki o da epeyce bir pay
alacaktı.
Fakilerin karınları acıkmıştı. Ölü evinden getirilenleri yediler.
Kannlanm doyurduktan sonra paylaştırma işine geçtiler. Bir teneke
tahıl ona, bir,teneke tahıl ona.. Öyle öyle, teneke teneke verildi
herkese. Payını alan uygun gördüğü bir yere koydu. Türko da koydu
payını bir yana. Payına bir kaç teneke buğday düşmüştü. Epeyce para
ederdi. Ama kime satacaktı bu buğdayı?
Gece üstüsteliklerine tanık olduğu iki fakiye sordu:
- Benimkini siz satın alır mısınız?
İki faki, onu memnun etmek istiyordu. Kendilerine ısındırmak,
olabilecek tatsız durumlara yol açmasını önlemek için.
İki faki, kendi, paylarını da satacaklarını, iyi parayla satın
alabilecek birini tanıdıklarımsöylediler.
- Bizimkini verirken seninkini de veririz., dediler.
Abdurrahman da oradaydı. O da ilgilendi.
, - Ben de payımı satacağım. Bakar, ben de sana yardım ederim..
dedi.
Öbürleri paylarını satmayacaklardı. Toplıyacaklan zekattan
paylarına düşene ekleyip sonra saunayı düşünüyorlardı.
O sırada büyük hoca Molla Nasır içeri girdi. Herkes toparlandı.
Hoca oradaki fakilcri yanına çağırdı. (3 köyde toplanacak "öşr"den
.sözetti. Bir bölümünün hemen toplanması gerektiğini anlattı.
Harmandayken toplanırdı "öşr". Harmandan tahıl eve ya da başka yerc
taşındıkuın.şonra toplanması zorlaşu-dı. Hoca, fakilere görevi verirken,
kimlerin kendilerine yardımcı olacağını da söyledi.
Abdurrahman, Tâhâ, Kasım, Şehmus, Hamido vardı ohıda. Hepsi
de o gün gitmek için hazırlanmıştı. Herkes yatağını - yorganını bile
kaldınp tanıdığına götürüp teslim etmişti. Oysa şimdiki duruma göre
iki gece daha'kalacaklardı hocanın buyruğuyla. Ama sorun değildi. İş
işti çünkü. Üstelik, orada toplıyacaklan "öşr"den de paylarım
alacaklardı.
"Öşr", asıl anlamıyla "onda bir", "ondalık" demektin Tanm
ürünlerinden, özellikle tahıldan alman zekâtın adı. "Onda biri" alındığı
93
içinbu ad verilmiş. Kaynağı Şeriat. Osmanlı yönetiminde "öşr"ü
devlet alırdı.. Bir vergi olarak. Kartallı Köyü'nde, bu köyün bağlı
olduğu ilin öteki köylerinde ve tlaha birçok ilin birçok köyünde.
Cumhuriyet döneminde de sürmüştür "öşr". Ama bu kez üreticiden onu
alan; devlet yerine geçen şeyh, ağa ve molla üçlüsü ve adamlarıdır.
Molla Nâsu-Türko'ya döndü:
- Sen de yanlarında git, alışırsın.Ama nasıl gidecekti o? Yürüyecek durumda değildi ki..
- Benim ayağım ağriyor. Diken batmıştı, çıkaramadık, şişmiş.
- Şiş olan yere bir şeyler konsun, olgunlaşıp deşilkse yavaş yavaş
dolaşırsın.
- Hocam, daha sonra ne yapacağım? Herkes gidecek, ben yalnız
kalacağım.
- Ben de senin durumunu düşünüyorum. Köylere zekât toplamaya
gidecek durumda değilsin. Herkes gelene dek senin gidecek bir yerin
yok mu?
- Var. Tutak'ta halam var.- İyi, sen de oraya git. Ama bir aydan çok kalma, geri gel. Fakiler
de gelir o zamana..
- Çok kalmam, gelirim.
"Fâil" ve "meful" olan iki fakinin sözünü ettikleri kişi öğle
namazma gelmişti. Fakiler konuştular. Tahılların satışı konusunda
anlaşmaya varıldı. Adam naftiazdan sonra arabasını getirdi; parasını
verdikten sonra yükleyip götürdü. Türko da almıştı parasını ve pek
sevinmişti. Tabanının derinlerinden gelen zonglamalara aldırmıyacak
kadar..
Safo'lara gitmeliydi arük. Ayağının şişi, yastığı, yorganı için. Ve
de Safo için. Fakiler harmanlara, o da sonradan katılmak üzere
Safo'lara..
Vardı, kapıyı vurdu. Kapıyı açan, ürkünç bir adam. Boyu, ortanm
üstünde. Saçı, sakalı birbirine karışmış. Saman, toz, toprak dolu.
"Acayip" giysili, kaim kuşaklı. Yine de gür kaşlarının altına derince
gömülü gözlerdeki bakışlar sevecen. Hemen içeri aldı; önüne düşüp, ev
halkının bulunduğu odaya götürdü. Kiler ve yemek odası olarak da
kullanılan oldukça geniş bir oda. Safo'nun "tomurcuklanmış"
94
Alıntı ile Cevapla
  #17  
Alt 29-09-2012, 23:10
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

94
memelerini bu odada görmüştü. Bacak arasmı da. Ama yalnızca "dış"
kesimini. Safo, Sabo (kötürüm kız) ve analan da oradaydılar. Yemek
yiyeceklerdi, sofra hazırlanıyordu. Beş-altı kişinin sığabileceği
büyüklükte ve taş-topraktan yapılma bir sedirin üzerinde. Bir kalbur.
Üstünde geniş bir tepsi. Bir - iki "gagala" (yuvarlak ekmek) ve lavaş,
yağlarının iyice gitmediği belli olan ağaç kaşıklar, büyükçe iki çanak.
Sofranın yanında buharı yükselen pilav tenceresi. Ayran dolu bakraç.
Duvarlara dayalı, ün, bulgur, buğday dolu çuvallar, yağ, peynir
tenekeleri. "Koşat"lı tavandan ve tavana yakın yerdeki pencerenin
sağından solundan asılı soğan, başak demetleri, "lazıt"lar, mısır,
"kadid"ler (güneşte kurutulan pişmiş gibi olduğu için çiğ de yenebilen
etler), köşelere konmuş sütler, yoğurtlar, "kurut"lar; duvarlara asık,
çapaları eskimiş, islenmiş "üzerlik"ler, göze çarpacak yerde at nalı,
göz boncukları... Ve sinekler, sinekler. Sofra hazırlanmıştı. Onu
oturttular, kendileri de oturdu. Kaşıklamaya koyuldular. Bir pilava, bir
ayrana dalıyordu kaşıklar. Yarışırcasına.. Yarışa, üşüşen sinekler de
katılıyordu. Yerlerden, yiyeceklerden kalkıp sofraya, sofradan uçup,
yerlerdeki yiyeceklere, süte, yoğurda konuyorlardı. Düşüp ölüyordu da
zavallılar. Düşüp ölenlere baktı, batıp çıkmaya çahşanları izledi;
düşüncelere daldı. Ezberlemeye çahştığı "kırk hadis"ten bir hadise
takıldı." - Sineğin bir kanadı batarsa, öbür kanadını da batırırı. Çünkü
bir kanadında zehir, öbür kanadında panzehir vardır." diyordu hadis.
"Bunca sineğin kanadıyla nasıl uğraşılır?" diye düşündü. Bir yandan
pilavı ve ayranı kaşıklarken, öbür yandan da bakışlarını sinekler
üzerinde dolaştu-ıyordu. Ve hadisteki öğüde kayıyordu aklı. "Üşüşen,
sürüyle gelen ve yiyeceklere düşen bunca sineğin bir bir üzerinde
durmak, kanatlarına bakmak, hangisinin hangi kanadının battığını,
hangi kanadının batmadığını görüp ayırt etmek, batınlmamış olanları
bir bir batırmak... Nasıl olur, nasıl olabilir? Nasıl başa çıkılabilir?
Öyleyse neden öğütlenir bu?". Düşündü, düşündü; içinden çıkamadı.
Bol yağlı pilav ve ayranla kannlar doymuştu. "Tanrı'nın yerdiği
nimete bin şükür". Kalkılacakü artık. Uygunca uzattığı ağniı ayağını
yavaşça çekti. Zonglayan tabanını gözü gibi koruyordu. Bir yere
dokunmasın diye olanca özeni gösteriyordu. Doğrulup kalkmaya
çalıştı. "Ahh", sakındığı durum basma geldi. Koruduğu tabanı, sediri ı
kıyısındaki sivri yere değmişti birden. Hem de çok kötü biçimde. O95
ânda aklı başından gitti. İçine işleyen ağrıdan bayılacak gibi oldu,
düşmek üzereyken direğe tutundu. Ev halkının hepsi birden ilgilendi
onun durumuyla. Başına biriktiler. Elinden, kolundan tuttular,
oturttular. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Dayanılmaz acıya
karşı koyabilmek için dişlerini sıkıyordu. Bi yandan da bükülmüş,
tabanını, halkalaştırdığı avuçları araşma almıştı. Biraz sonra kendine
geldi. Ve Safo'nun ağladığını gördü.
Kadın, koşup bir çapıt getirdi. Bir parça da ekmek. Ayağını
uzatmasını söyledi. Taban kütük gibi şişmiş, kızarmış ve ateş gibi de
yanıyor. Kadın ekmeği çiğnedi. İyice hamurlaştıktan sonra çıkardı
ağzından. Çapıtm üzerine yaydı ve tabanın üstüne koydu. Sıkıca da
bağladı.
- Bununla olgunlaşır, sonra deşilir, birşeyi kalmaz. Sabahleyin
yine gelirsin; temizler; yine bağlarım.
Kadmm ekmeği çiğneyip çapıta koymasıyla, anasının yaptığı bir
iş gözlerinin önünde canlandı: Anası da ekmeği çiğner, ağzından
çıkarır, tülbentin bir ucuna koyup düğümlerdi. Ve meme emmek için
ağlıyan çocuğun ağzma (yalancı meme olarak) sokuştururdu. Anasının
memesinde süt bulamamaktan huysuzlaşan çocuk da bunu ağzına
alınca sesini keser ve emer dururdu.
Adam da onun ayaklarmın çıplaklığıyla ilgilendi Ölçüsünü aldı,
keçi derisinden bir çift çank dikmeye başladı. Bitirdi..
- Şimdilik bunları giyersin. Sonra sığır derisinden dikerim.
Kolay taşıyamadığı için her zaman giyemediği kabaralı
ayakkabılarından daha iyiydi' çarık. Güzelce giyindi. Tabanındaki
sargıyı çikanp atüktan sonra.
Artık gitmeliydi. Hemen gitmek istediğini söyledi. Yastık,
yorgan da yıkanmış, kurutulmuş, hazırdı. Kadın seslendi:
- Safo, haydi yardım ct dc birlikte götürün.
Safo yorganı, o da yastığı aidı. Götürdüler. Camide, döşek diye
kullanılan minderin üzerine bıraktılar. Safo gitti, o da kitabına
yöneldi.
Akşam oldu, güçlükle abdest aldı. Ayaklannı yikarkcn sargının
üstüne "mes verdi". Cemaatten gelen birkaç kişiyle birlikte namaz
96
kıldı. Herkes gidince yalnız kaldı. Okumaya koyulacaktı ki, Safo'nun,
elinde ekmek ve bir küçük çanakla yoğurt getirdiğini gördü. Elinden.,
aldıktan sonra Safo'yu gönderdi. Kamı aç olmadığı için uygun bir yere
koydu getirilenleri. Yalnızlık, gittikçe "ben vanm!" diyordu. Okumaya
kendini vermek istedi. Ama ayağındaki zonglamalar bırakmıyordu.
Ortalık karanlıklaşmaya başlamıştı. İdare l'âmbasını ateşledi. Yine
cemaatten birkaç kişi geldi. Yatsı namazı kılındı. Cemaat çekilip gitti.
Berbat bir yalnızlık. Ayağındaki ağrılar gibi içine işliyordu. Fakiler,
yataklarını götürdükleri tanıdıklannda yataciiklardı. Bir-iki gün içinde o
köydeki işlerini bitirince, başka köylere gideceklerdi zekât toplamaya.
V Keşke o da Safo'larda kalsaydı. Yalnızlığın böylesine zor olduğunu
düşünememişti. Üstelik, utanmıştı da. O yüzden onlarda kalmayı
önermemişti. Onlar, onun camide yalnız kalacağını bilselerdi,
bırakmazlardı. Neyse şimdi geceyi geçirmeye bakmalıydı. Karnı
acıkmıştı. Safo'nun getirdiklerini alıp önüne koydu. Ekmeğin her
lokmasını kaşık gibi yaparak yoğurdu yemeye başladı. Yavaş yavaş
yiyip bitirdi. Başını kaldırdı ki, idare lâmbası, ıx;k "idare" edecek gibi
değil. Yağı az kalmıştı. YaVım saat ya yeler, ya yetmez. Başka da
yoktu. Söndürmeli, yatmalı, uyumalıydı. Kibriti, yanına, bulabileceği
bir yprc koydu, lambayı söndürdü. Yatü, bir süre sonra da uyudu.
Gece yarısı, tabanından gelen zonglamalarm saldırılarıyla uyandı.
Her yan karanlık. Kibrit alıp çaktı, sözüm ona lambayı yaktı.
Tabanını kucağına aüp üzerine eğildi. Yaranın ucu az kaşınıyordu.
Ağrıyla birlikle. Sargıyı açmanın doğru olmıyacağmı düşündü. Elini
siirgınm üzerinde yavaşça gezdirdi. Biraz çok dokununai dayanılmaz bir
sancı beliriyordu. Yine de dayanarak biraz kaşıdı. Sonra iki avucunu
parmaklarıyla halkalaştirarak içine aldı tabanını. Çevresinden sıkmaya
başladı. Ağrıyı çıkarıp atmak istercesine. Olmadı, yüzüne
yaklaştırmaya çabaladı. Hiç olmadı. Zonglamalar iyice sıklaşmıştı.
Derinden gelen atışlar, bir ân bile ara vermiyordu. Kölü bir düşmanla
karşı karşıyaydı ve yalnızdı.
Savaşırken gözü tabuta ilişti. Kapının yakınındaki köşeye
dayalıydı tabut. Yalnızca kendi çevresini aydınlatan idare lâmbasının
baygın ışığından yansıyanlarla, olduğundan da büyük gözüküyordu.
Büyüdükçe de büyüyordu. Canlanmıştı sanki. O yana bakmamaya
çalıştı. Ne var ki, gözünü alamıyordu. Savaşmak zorunda olduğu97
düşman iki olmuştu: Ayağındaki ağn ve karşıdaki tabut. Biraz sonra
bir düşman daha eklenecekti: Karanlık. Lâmbanm yağı, bitti, bitecek.
İki - üç tane de kibrit çöpü kalmıştı. Ezberindeki ayet ve dualardan
okumaya başladı. Yetinmedi, gidip rahleden Kur'an'ı aldı. Sarıldı,
sığındı. Tabut, gittikçe büyüyen gölgesiyle birlikte, kapıyı tuünuştu.
"Cehennem bekçisi" görünümündeydi. Hayır, durmuyor, yürüyordu.
Ve işte lâmba da söndü. Şimdi ne olacak? Yapılabilecek hiçbir şey
yok. Koyu bir karanlık. Dışarısı biraz farklı, çıksa iyi olur, ne ki tabut
var kapının orada. Korkunç bir hayalet gibi. "Gibi"si de yok, ta
kendisi. Taşıdığı ölülerle özdeşleşmiş sanki. Ölüler tabut kılığına, ya
da tabut ölüler kılığına girip canlanmış. Büyük bir korkuya kapıldı.
Çıt olsa çıldu-acak. "Tabutun canlanması...". Korku içinde düşünmeye
koyuldu: "Tabut canlanır mı? Hayır olamaz. Tahtalardan yapılma.
Tahtalar canlı değil. Canlanamaz da. Varlıklar, 'canlı ve cansız' diye
ikiye ayrılmıyor mu? Tabutu oluşturan tahtalar, cansızlar kesiminden.
Canlanmış olamaz. Canlanamaymca da zarar veremez...". Bu
düşünceler sonunda bir güç buldu kendinde. Kur'an'ı yerine götürüp
koydu. Okumayı mokumayı bıraktı. Dahası; gidip tabuta dokunmaya
karar verdi. Koılcusu tümüyle şilinsin diye.. Ayağına da dikkat ederek,
yavaş yavaş gitti; tabutu bulup eliyle dokundu. "Canlı" değildi.
"Olamazdı da zaten". Her yan yine karanlıktı ama, içine aydınlık
gelmişti bir .tür. Kapıyı açü, büsbütün rahatladı. Dışarısı da karanlıktı,
ama zararı yok. Önemli bir düşmanı yenmişti. Tabut korkusu yoktu
artık. Karanlık düşmanını da yenmiş sayılırdı. Ah öbür düşmanı,
ayağındaki zonglamaları da bir yenebilse.. Geri içeri girip girmemekte
duraksarken, terslik bu ya, yaralı ayağını eşiğe vurdu. Sarsılıp düştü.
-"Vay anam!!!"
Duyduğu acı, dayanılacak gibi değildi. Dayandı. Dişini sıkarak,
biraz da ağlıyarak. Başka elinden ne gelirdi ki..? Bu sırada yaralı
tabanından bi şeyler boşandı. Belli ki yara deşilmişti. Atışlar,
zonglamalar da sona ermişti. Ağn, sancı diye birşey kalmamıştı.
- "Oh, kurtuldum!"
Rahatlamıştı. Üçüncü düşman da yenilmişti. Artık yatağına
dönüp uyuyabilirdi. Savaşı kazanmış olmanm mutluluğuyla.. Öyle
yapü, gitti, yattı ve uyudu.
98
Alıntı ile Cevapla
  #18  
Alt 30-09-2012, 00:01
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

- "Türko, Türko! Rabe, rabe!" (Türko, Türko, kalk, kalk!)
Kalktr Türko. Sabah ohnuş, cemaat namaza gelmişti.
Üstüyle başıyla yattığı yatağından doğrulup toparlandı. Ceketinin
iç cebine koyduğu parasına bakü. Bulamadı. İyice baktı; yok. Büyük
bir telaşla yanını - yöresini aradı ve buldu. Cebinden kaymış, yatağına
düşmüş, minderle yasüğın arasma girmişti paralar. Alıp yerine koydu.
Abdest almak için yürüdü. İbriğinde su kalmamışsa, pınara dek
gitmesi gerekecek. Baktı, biraz su var. -Yetindi, azar azar dökerek
abdestini aldı. Namaz kılanlara katıldı. Namaz bitti, herkes gitti. O da
biraz bekledikten sonra Safo'ların evinin yolunu tuttu.
Varıp kapıyı çaldı. Safo'nun anası çıktı. İçeri alır almaz da
ayağını sordu. O da deşildiğini ve rahatladığını söyledi. Safo
uyuyordu. Adam işe, harmana gitmişti. Sabo'ysa ağzı- yüzü bulaşık
birşeyler yiyordu.
Kadm onu, Safo'nun yatağının bir ucuna oturttu.
- Uzat ayağını da açıp bir bakayım.
Kadın sargıyı açu. Çiğnenip konmuş olan ekmek, kan vc irinden
görünmez olmuştu. Şiş miş dc kalmamıştı. Kadm, başını öbür yana
çevirmesini söyledi vc yarayı birden sıku.
-"Ahh!"
Yarası oldukça acımı.ştı yine. İçinde kalan irin de "pın" diye
çıkmışü. Bu arada dikenin de çıktığını söylüyordu kadın. Ve: ,
- "İşte, kocaman bir diken. Ağaç parçası gibi.." diye
gösteriyordu.
Baktı;",dikeni kendisi de gördü. Çok acdar çektirmiş, ama^sonunda
altedilmiş bir düşmana bakar gibi bakıyordu.
Kadm, bir çapıtla temizledi. Bir başka çapıu da sarıp bağladı.
- Hava almaması gerek.^ diye de uyarıda bulundu.
- Hava alırsa eskisi gibi mi olur?
- Öyle olmazsa da şişer yine. Ağrır.
Kadın kalktı, biraz süt pişirip getirdi, yanma da ekmek koydu ve
99
yemesini söyledi.
- Haydi kanam doyur.
Yedi, kammı doyurdu.
Harmana gidip "öşr"ün nasıl toplandığım görecekti, alışacakü,
hocası öyle söylemişti. Ama harmanlara gitmek onun için pek kolay
değildi. İtler olabilirdi. ît, hiç eksik olmazdı oralarda. Bunu kadına
ahlattı. Kadın, Safo'yu da yanında gönderebileceğini, Saiö'nun itsiz
yolları bildiğini söyledi. Ve Safo'yu kaldırdı. . '
Safo, uyanır uyanmaz onu görünce sevindi. Yamnda harmana
gönderileceği söylenince daha da sevindi.
- îyi, biz birlikte gider dolaşuız.
Safo, kalkıp giyindi. Biraz ekmekle ve sütle kamını doyurdu o da.
Anasıyla ortaklaşa giydiği eski ayakkabıları da ayağına taktıktan
sonra:
- Haydi gidelim., dedi.
Ve birlikte çıktılar yola.
Kağnı tekerleklerinin, öküz, koyun, keçi tırnaklarının iz bıraküğı
tozlu yollar. Tozlara irili ufaklı sap, saman, tahıl, çeşitli hayvan
boklan kanşmış. Yanlarda, yörelerdeki boklarm altmda küme küme
"usun"lar (böcekler). Ve yollarda, çileli öküzlcrirl zorlana zorlana, sıça
sıça, sıçtıklarını kuyruklarıyla çevreye saça .saça çektikleri lahıl, .sap,
saman yüklü kağnı arabaları. Biri gidip öbürü geliyor."Mazı"larındaki
yeri - göğü inleten gıcırtılarıyla..
Yanyana yürüdüler. Konuşarak..
- Safo, senin başka kardeşin hiç olmadı mı? Yani Sabo'dan başka?
- Vardı öldüler. Biri kız,-ikisi oğlan. Meryem, Said, Salih.
- Neden öldüler? '
- Meryem, benden iki yaş büyüktü. Karnı ağrıdı, öldü. İki-üç yıl
önce. ' .
- Yaöbürleri?
- Said, benim küçüğümdü. Bir kadının gözü değdi, moranp öldü.
Geçen yıl. Salih de damdan düştü, öldü. Bir yaşındayken, Sabo'nun
küçüğüydü. .
100
- Safo, sana Arapça okutsam okur musun?
, -.Kızlar da okur mu hiç? Sen hiç gördün mü?
- Görmedim. Fakat sen okusan ne iyi olur!
- Kızlar okusalar da birşcyc,yaramaz ki..
- Yiirar.
-Neye yarar?
-Bilmem ama yarar.
Okusam «enin gibi "âlim" mi olurum yani?
- Benim eibi olamazdın, .ımayine de olursun. "Alime" olursun.
- "Alime" ne demek?
- "Alim"in dişisi.
Safo güldü.
- Vallaha, billaha olursun.
Safo, "âlim"in dişisi "âlime" diyerek bi daha güldü.
Safo'nun da okumasını i.sliyor muydu gerçekten? Yoksa sık sık
birlikte olmak için mi bunu istiyordu? Kimbilir?
Yakıcı bir güneş vardı. Harmanların bulunduğu kesime
gelmişlerdi. Genellikle biraradaydı hcrkesinki. Genişçe bir düzlük.
Alabildiğine toz denizi. Bu deniz içinde küçüklü - büyüklü, kadınlı -
erkekli köylüler.'Nasırlı elleri, çatlak, çıplak ya da çanklrayaklarıyla
sap yayanlar,döven sürenler, hitfman .savuranlar, sap - saman yığanlar.
Yığınlar, çcçler. Ürünü bir daha kaldırmak, kölü hava koşulları
gelmeden işi bitirmek için büyük çaba gösteren üreticiler, üreüneden
üretimden pay alma çabasıyla oradan oraya koşanlar, l^ıkiler, şeyhin,
ağanın ve büyük mollanın temsilcileri.. Hepsi bir yarış içinde sanki.
Önlerine çıkan ilk harman Hâlo Şivâno'lardan Husso'nun. İnsan
azmanı Husso, işe dalmış ki ne dalış.
- Sclâmünaleyküm, kolay gelsin!
Husso dönüp bakınca, büyükler gibi selam verenin ve iyi dilekte
bulunanın Türko'dan başka olmadığını gördü. Türko, yanında da bir
kız.
- Vc aleykümüs's-selâm, hoş geldin. Sen dc hoşgeldin kız.
T Hoş bulduk. - '
101
, - Hoş bulduk.
- Geçin şöyle bakim.
Niçin geldiklerini anlattılar Husso'ya. Harmanları dolaşacaklannı,
fakilerin "öşr" toplayışlarım göreceklerini, Molla Nâsır'm böyle
istediğini söylediler. Konuşurlarken iki faki geldi. Niçin geldikleri
anlaşılmıştı. Husso, çeçin yanındaki tenekeyi daldırdı. Bir, iki, üç,
dört., dokuz, sayıp bir yana döktü. Onuncusunu fakilere verdi.
Çuvallarına koydu. Elli teneke buğdayın beş tenekesi, fakilerin
çuvalına girmişti. O harmandan çıkan o kadardı. Husso'nun başka
çıkacak buğdayı da vardı. Birkaç gün sonra, onlar çıkınca, onlardan da
"öşr" vermek boynunun borcuydu. Fakiler, aldıklarını yüklenip bir
başka harmana gittiler. Türko'yla Safo da arkalanndan.
Başka kollardan da başka fakiler ve görevliler dolaşıyordu.
Türko'nun ve Safo'nun katıldığı fakilerle 7-8 harman dolaşıldı.
Hepsi de şöyle ya da böyle, yoksullar bile -daha çok da onlar- "öşr"ünü
verdi. Bir harmanın sahibi direndi. ' ,
- Benim nüfusum çok. Çıkan tahıl zaten yetmiyecek. Bir de size
veremem!
"Venncmck" ne demek. "Öşr", şer'an farz. Bu farzı yerine
getirmek, "ben müslümanım!" diyen herkesten istenir. İsteyen bir
devlet yoksa da, şeyh var, ağa var, molla var. Bunların gönderdikleri
fakiler, adamlar var. Nc demek "veremem"! Peygamberin ölümünden
sonra, Ebubckir'in halifeliği sırasında "öşr"ünü, "zekât"mı vermeyenler,
direnenler olmuştu da, "kılıç"la yola getirilmişlerdi. "Dinden
dönüş" sayılmıştı bunlar. Yola gelenler gelmişler, gelmiyenlerse
kılıçtan geçirilmişlerdi. Şimdi adam kalkmış, "veremem" diyor. Olur
mu "veremem"?!
Şeyhin temsilcisi gelip işe karışmıştı. Gerçi "zorlama" yoktu.
Madem vermek İstemiyor, vermesindi. Ama sonunu düşünsündü.
Şeyhin adamı harman sahibine gerekli öğüdü, gözdağıyla birlikte
verdi. Harman sahibi bakü ki iş kötü. Yani sonunun kötüye varacağını
düşündü. Vermeye râzı oldu. îçerliye içerliye verdi "öşr"ünü. Öllceli
ölkeli daldırdığı tenekelerle..
Dolaşılacağı kadar dolaşılmıştı. Toplanacak vardı daha. Onlar da
yeni çeçlcr çıkınca ve başkalan eliyle toplanacaktı.
102
Herkes işini bitirmiş, biraraya gelmişti. Üst-baş, yûz-göz, toz ve
saman dolu. Türko ve Safo da orada. Safo'nun kat kat olan fistanı,
arkasmdan iki bölüm yapılmış saçlan da saman ufaklarmdan, tozdan
ne bulmuşsa toplamıştı hep.
Onun yanmda Safo'yu görünce fakiler takıldılar:
- Türko bu kız da nereden çıktı?
- Bulmuş kendine göre.
- Bizden daha kazançh.
Ne o, ne de Safo sesini çıkardı. Abdurrahman susturdu tâkılanlan:
- Çocukları utandırmayın, susun. Safo, bacısıdır onun. (Yani
ablasıdır.)
Her koldan ne kadar buğday toplanmış; onu konuşmaya
başladılar.
Kâsım'la şeyhin özel adamı herkesten çok toplamıştı: 150 teneke.
Abdurrahman'la arkadaşmın topladığı da az degüdİL
- Biz de 130 teneke topladık. Çoğunu Hamido su-tladı.
Şehmus'la Tâhâ'nm topladıkları da 105 tenekeydi. Yani 385
teneke toplanmıştı toplam olarak.
Bir dolaşmada bu kadar az sayılmazdı. Bir buçuk gün
dolaşılmışu, ama bir dolaşma sayılırdı.
İlgililere teslim edilmişti toplananlar. Ne kadarı şeyhin,
tekkesinin olacaktı? Kime ne kadar verilecekti? Üzerinde durulmadı.
Sonra belirlenecekti. Kesin olan şuydu ki herkesin payı verilecekti.
Kimsenin "hakk"ı yenmiyecckti.
Abdurrahman Türko'yu bir yana çekip konuştu. Safo'yla, nasıl
tanıştıklaî'im sordu. Türko da anlattı birazım. Bu kez o sordu:
- Senin sevdiğin kızdan, Cemile'den bir haber var mı?
- Var, ama kötü.
-Nasıl? ' ; -
- Üç karılı bir zengine vermeye hazırlamyorlarmış. '
- Sen ne yapacaksın? v
-Kaçuacağun.
- Kaçar mı kız?
- Kaçar, gözü bende.
103
- Kaçırmak şer'an günâh d e p mi?
- Olursa olsun. Günâhı, kızı bana vermeyenlerin boynuna.
Şehmus bağırdı:
- Haydi Abdurrahman, gelmiyor musunuz? Kafa kafaya vererek ne
konuşuyorsunuz öyle? Haydi gelin, gidiyoruz!
Gelip katıldılar ve hep birlikte yürüdüler köye doğru. Safo'yla o
da yine yanyana. Köye vannca fakiler ayrıldılar. Her birinin gideceği
yeri vardı çünkü. Safo'yla o kalmıştı.
- Safo, sen evine, ben de yerime..
- Camiye mi gideceksin?
- Başka nereye gideyim? Yarın da Tutak'daki halamlara
gideceğim.
- Öyleyse bu akşam bize gidelim, bizde yat.
- Bilmem ki..
- Çok iyi olur bizde kal bu gece.
- Öyleyse yatağımı da götürelim. Zaten giderken size teslim
edecektim.
- Haydi götürelim.
Camiye gittiler. Döşek diye kullanılan minderi, yastığı biri aldı,
yorganı vc kiuıpları da öbürü... Götürdüler. Safo'nun anası kapıdaydı.
Davranıp yardım etti. İçeri girdiler. Safo hemen anlatü durumu. Anası
da doğrusunu yaptıklarını söyledi. Ardından da ivediyle birşeyler
gelirdi: "Kaygana" (yağda yumurta), "çcçil" (bir tür peynir) ve lavaş.
Karınlarını doyurdu. Sonra ne yaptıklarını sordu. Onlar da
dolaşmalannı vc karşılaşükları durumları anlattılar. Biraz sonra da evin
erkeği geldi. Ona da anlaüldı her şey.
Akşamdan hazırlık yapılacakü ki, sabahleyin, sıcağa kalmadan, o
yola çıksın. Üç - dört kitabı ve konacak azığı içiri bir heybe bulup
buluşturuldu. Çarıklar hazırdı. Kadın baktı; şişi ve ağrısı hiç kalmamış
olan tabanla çarık giyilebilir. Yine de sarılmasr gerekiyor. Ayrıca
çorap da gerekli. Sarmak kolay. Ama çorap? Adam:
- Benim çoraplarırnı giysin. Ben idare ederim., dedi. Ama kadın
karşı çıktı.
104
- Şenin çorapların çok büyük gelir; çanklann içine sığmaz. Ben
şimdi bü-şey uydiffurum. ^
Uydurdu da. Eski çorap ve çapıt parçalarından kesip dikerek bir
çift çorap meydana getirdi. Tam onun ayağına göre. Bu iş de bitmişti
böylece.
Fakat bir iş daha vardı: Parasına kese.
Parasını da gösterdi. Cebinden kayıp düşebileceğini, bi kez de
düştüğünü ve bulduğunu söyledi. Kadm bir de kese yaptı. Çapıttan.
Ağzı büzgülü, uçkurlu. Ve para güzelce içine konup bağlandı.
Hazırlık bitmişti artık.
Ne ki, akşamdan vedalaşmak istedikleri vardı onun: Husso ve
anası. İkisinin de çok iyiliğini görmüştü. Düşüncesini açıp, söyledi.
Herkes uygun gördü. Kadın: . . •
- Safo'yla biriikte gidin de çok kalmayın., dedi.
_ Gittiler. Husso'nun anası vardı evde. Görür görmez, sevgi
psterdi; ikisini de oturttu. Husso'ysa daha gelmemişti. Hemen konu
açıldı. Sabahleyin yapılacak yolculuk anlaüldı. Hazırlık yapılacağı
söylendi. Sevecenlik dolu yaşlıca kadm:
- Durun ben de birşeyler hazırlıyayım.. dedi. Ses çıkarmadılar.
Kadın, bir küçük torbanın içine ekmek, peynir ve güneşte kurutulmuş,
pişirilmeden yenen et parçalarından koyup yerleştirdi. O sırada Husso
içeri girdi. O da sevgi ve ilgi gösterdi onlara. Ona da durum anlatıldı.
- Demek Tutak'taki halana gidiyorsun!
-Evet! '
- İyi, halan sevinir, sen de dinlenirsin.
- Çok kalacak mısın?
- Bir ay/kadar. ; ,
- İyi. Peki yalnız başına mı gideceksin?
-Evet.
- Gidebilecek misin?
-Giderim.
- Nasıl? Yolu biliyor musun?
105
- Sora sora giderim.
- İyi. Sen erkek adamsın, korkmazsın!
t
Vedalaşıldı. Alacaklarını alıp çıktılar. Geç kalmadan gittiler
Safo'lara. J
Çok erken, tanyeri ağarırken uyandı. Kalkıp üstünü-başını,
çoraplarını, çarıklarını giydi ivedi ivedi. Safo'yu da uyandırdılar. Onu
biraz geçirsin diye. Heybe, küçük torba haiırdı. Heybeyi omuzuna
koydular. Bir eline küçük torbayı, birseline de küçük bir değnek
verdiler. Safo da giyinmişti. Büyüklerin ellerini öptü.
-"Allah'a ısmarladık"!
Safo'yla birlikte çıktılar evden. Cami, abdesthâne, küllük,
kulleteyn.. KuUeteynde "taharet" yapanlar, yüzünde yüzen fırtıkları,
çöpleri iterek sabah namazına abdest alanlar. Bir - iki horoz ötüşü.
Telaşlı telaşlı mala - davara, işe - güce koşanlar. Arada bir bağırmalar,
konuşmalar.. Koyun, sığır, köpek sesleri.. Kağnıların gıcırtıları. Ve
.sabahın serinliği...
Yürüdüler. Tutak'a giden yola girdiler. Konuşmadan ilerlediler.
Sabah ezanı. Çığlık gibi çıkan bir ses.. Serinlikte damlara, kuru
ağaçlara bir konan, bir uçan kargalar.. Köyü arkada bu^akmak üzereler.
- Safo, artık sen dön.
- Biraz daha geleyim.
Biraz daha yürüdüler.
-Safo, sen dön artık.
- Peki.
Safo, dönmeden birşey diyeceğini anlatü.
-Hadi söyle! ,
- Sen Tutak'tan geldikten sonra, sana "meme"lerimi bi daha
emzireceğim.
- İyi, çok hoşuma gider.
106
- Buramı da açıp göstereceğim.
-"Dış"ınimı?
-"İç"inide!
-Neiyi olur!'
- Ama kızlığımı bozmazsın, değil mi?
- Bozmam.
- Hadi şimdi git,
- Allah'a ısmarladık.
- Güle güle. Çok kalma ha!
- Kalmam, kalmam!
Ayrıldılar. Sarılmadan, öpüşmeden.. "Şeherh" değillerdi ki..
"Ama kızlığımı bozmazsın, değil mi?", "bozmam". Düşünerek
yürüdü. "Kızlık", "bozmak".. Safo'nun kafasında biçimlenmişti. Çok
küçükken "ere veriliyor" oldukları için kızların böyle şeyleri öğrenmiş
olmaları olağandı. Ya onun kafasında? Duyduklarından bi takım
düşünceler oluşmuş gibiydi. Ne ki, gölgeliydi hep. Kitaptan, şeriatten
çıkarabildikleri de vardı. Ama karma karışıktı.
"Kızlık, anlaşıldığına göre, dokununca bozulan, bozulunca
yapılamıyan^ düzeltilemiyen bir şey. Ama şey edilmedikçe bozulmuyor.
Ben de şey etmem. Bakar, görürüm sadece. Bakmak da haram,
ama ben daha küçüğüm, günâh olmaz... Safo. IVlemelcri. Bacakları.
Bacaklarının arası. Orası..." Oldukça tatlı, daldıkça çıkılmak istenmeyen
düşünceler, duygular. Bi durdu, bi yürüdü. Sabahın serinliğinde
içini ısıtan duygu ve düşüncelerle,.
Sabah namazım kılmamıştı, anımsadı, ama aldırmadı. "Bana farz
değil daha. Akıl ve baliğ (ergin) olmadım ki..." '
Namaz onun için "farz" değildi. Ama Şeriate göre o yastakinin.de
kılması gerekiyordu. Kılmayınca, Şeriat dövülmesini buyuruyordu.
Namaz kılmayan, çocukları ele alırken hangi yaştakilerin neyle, elle
mi, sopayla mı dövüleceklerini bile belirlemişti Şeriat. Öyle olsa da,
o sırada onu dövecek kimse yoktu. Sonra "kaza" da edebilirdi.,Sorun
kalmazdı o zaman.
16

Güneş doğuyor. Kendine özgü kokusuyla.. Tepelere vurmuş bile.
Can yayıyor cömertçe. Taze taze.
Arapça dil bilgisi için ezberlediği ve "leyteş'-şebâbe yaûd..." diye
başlıyan Arapça bir şiir diline geldi. Şuydu anlamı: "Keşke bir gün
gençliğim geri gelse de, yaşlılığımın başıma getirdiklerini anlatsam
ona."
"Muhal olanı temenni" deniyordu buna. Yani "olamıyacak şeyi
dilemek".
Kocamışların bir daha elde edemiyecekleri gençlik, onun
önündeydi. Ne güzel bir şey. Ne değerli bir fırsat. Düşündükçe mutlu
oldu.
Coşkulu coşkulu, yürüdü. O sıradaki adımlarıyla birilerine
yetişecekmiş gibi. Yani şu yetişip geçmeyi kafasına koyduğu
"âlim"lere.. Adımlarını ona göre aüyordu sanki.
Hangi kitapları okuduğunu, neleri ezberlediğini ve daha neleri
okuyup ezberliyeceğini düşünüp gözden geçirdi:
"Emsile, Bina, Maksud, îzzi, Zuruf, Terkib, Sadullah, Avâmil,
Şeriat. Bunları okudum. Subha-i Subyân, Emâli. Bunları da
ezberledim. Kitaplardan da çok ezberlediğim metinler oldu. Çokça da
âyet, sure ezberledim. Kışın da, Şerhu Muğni'yi, İzhar'ı bitiririm.
Elfıye'yi de okur, ezberlerim. Şeriatten, kelâmdan da daha birçok
okuyup bitireceklerim olur. Gelecek yıl da başka 'lim'lere geçerim.
Birkaç yıl içinde, 15 yaşına gelmeden 12 ilmi bitiririm, icazet alırım.
'Alamazsın' diyorlar; ama görürler alacağım. Gençliğimdeyken büyük
âlim olacağım. Sonra da çatışıp, Basra'daki, Kûfe'deki âlimleri
geçerim. 'Geçcmezsin'diyorlar. Görürler..."
Ne yapıp ederek herkesi geçmeyi kafasına koymuş bir yarışçının
tutkusu vardı içinde. Tüm varlığını sarıp sarmalayan bir tutku."Aşk"
gibi.
Yükselen güneş, ayak gömülecek kadar tozlu yol, gelip gidenler,
kağnı arabaları, arabaların gıcırtıları, arasıra kalkan töz bulutlan,
hayvan ve insan sesleri, iki yanda tepecikler, dereler, taşlar, kayalar,
çalılar, dikenler, uçan kuşlar, gezen, kıpırdayan, olduğu yere yapışmış
108
gibi duran irili ufaklı böcekler, kanncalar, çekirgeler, yer yer ok gibi
fırlayan, bi kayıp geçen, bi durup bakan kertenkeleler, kabarttıkları
toprakların, deliklerinin yanında iki ayak üstüne dikilip bakan, tehlike
var deyip deliklerine kaçan köstebekler, bi inip bi kalkarak tane
toplıyan, yükseklerde uçan kuşlar... Ve yürüyüş...
Karnı acıkmıştı. Yolun bir yanına çekildi! Bir taşın üstüne
oturdu. Torbasını koydu, heybesini indirdi. Biraz ekmek, peynir,
kurutulmuş et çıkarıp yemeye başladı. Yedikçe su içmek istiyordu.
Suyu yoktu. Yiyip kamını doyurdu. Bi de su olsa.. Belki ileride
bulurdu. Kalkıp yürüdü.
Epeyce yol almıştı. Susuzluk da bastırmıştı. Gelen-giden de yok.
©y.sa köyün yakınlarında ne kadar da çoktu. Uzaklaşınca arkası
kesilmişti. Susuzlukla birlikte yalnızlık da çöktü içine. Yürümek
zomndaydı. Kendi kendiyle arkadaşlık ederek..
Dik bir yokuş, iniş, düzlük, sonra yine yokuş, yine iniş vc
alabildiğine düzlük..
Doğru yoldan gittiği kesindi, kuşkusu yoktu, çünkü yol hiç
ayrılmamıştı. Daha önce öğrendiğine göre arada, solda, biraz yukarıda
Esmer Köyü gözükecekti. Görünürlerde yoktu daha. "Demek ki daha
var" deyip adımlarını hızlandırdı..
Güneş iyice yükselmişti. Yakıyordu da. Öğle yakındı, belki de
olmuştu. Yine gelen giden yok. Olsa, cn başta su soracak. Ah bir su
olsa. Çatlıyasıya içecek. Su bulanlar, suların başında olanlar kimbilir
ne mutludurlar. Ah bir su olsa.. Soğuk bir su. Pınar suyu, "göze"
(kaynak) suyu. Soğuk soğuk. Sıcak da olsa olur. Ah bir olsa...
Birden;, biraz uzakta gördüğüne sevindi. Bulunduğu yerden
seçilcbildigine göre: Kabuk. Karpuz, ya da kavun kabuğu. Keşke
kavun kabuğu olsa. Tümünü yiyebilir. Karpuzunkinin dışı yenmez.
Yalnızca içi kcmirilir. Ona bile râzı. "Razı" olmak ne demek, o sırada
bir "hazine"dir o. Demek ki kavununki de olsa, karpuzunki de olsa bir
hazine vardı kivşıda. Bir ân önce kavuşmak için hızlandı. Ve sonunda
kavuştu. Karpuz kabuklarıydı. Olsun. Çok, çok değerliydi onun için.
Susuzluğunun giderilmesine yarıyacaku. Pek kalınca kesilmemişler.
Ama o kadarını bulmak da büyük mutluluk. Tam beş tane kabuk.
Güneşten kıyılan içe doğru kıvrılmış, içlerine de toz, toprak

Güneş doğuyor. Kendine özgü kokusuyla.. Tepelere vurmuş bile.
Can yayıyor cömertçe. Taze taze.
Arapça dil bilgisi için ezberlediği ve "leyteş'-şebâbe yaûd..." diye
başlıyan Arapça bir şiir diline geldi. Şuydu anlamı: "Keşke bir gün
gençliğim geri gelse de, yaşlılığımın başıma getirdiklerini anlatsam
ona."
"Muhal olanı temenni" deniyordu buna. Yani "olamıyacak şeyi
dilemek".
Kocamışların bir daha elde edemiyecekleri gençlik, onun
önündeydi. Ne güzel bir şey. Ne değerli bir fırsat. Düşündükçe mutlu
oldu.
Coşkulu coşkulu, yürüdü. O sıradaki adımlarıyla birilerine
yetişecekmiş gibi. Yani şu yetişip geçmeyi kafasına koyduğu
"âlim"lere.. Adımlarını ona göre aüyordu sanki.
Hangi kitapları okuduğunu, neleri ezberlediğini ve daha neleri
okuyup ezberliyeceğini düşünüp gözden geçirdi:
"Emsile, Bina, Maksud, îzzi, Zuruf, Terkib, Sadullah, Avâmil,
Şeriat. Bunları okudum. Subha-i Subyân, Emâli. Bunları da
ezberledim. Kitaplardan da çok ezberlediğim metinler oldu. Çokça da
âyet, sure ezberledim. Kışın da, Şerhu Muğni'yi, İzhar'ı bitiririm.
Elfıye'yi de okur, ezberlerim. Şeriatten, kelâmdan da daha birçok
okuyup bitireceklerim olur. Gelecek yıl da başka 'lim'lere geçerim.
Birkaç yıl içinde, 15 yaşına gelmeden 12 ilmi bitiririm, icazet alırım.
'Alamazsın' diyorlar; ama görürler alacağım. Gençliğimdeyken büyük
âlim olacağım. Sonra da çatışıp, Basra'daki, Kûfe'deki âlimleri
geçerim. 'Geçcmezsin'diyorlar. Görürler..."
Ne yapıp ederek herkesi geçmeyi kafasına koymuş bir yarışçının
tutkusu vardı içinde. Tüm varlığını sarıp sarmalayan bir tutku."Aşk"
gibi.
Yükselen güneş, ayak gömülecek kadar tozlu yol, gelip gidenler,
kağnı arabaları, arabaların gıcırtıları, arasıra kalkan töz bulutlan,
hayvan ve insan sesleri, iki yanda tepecikler, dereler, taşlar, kayalar,
çalılar, dikenler, uçan kuşlar, gezen, kıpırdayan, olduğu yere yapışmış
108
gibi duran irili ufaklı böcekler, kanncalar, çekirgeler, yer yer ok gibi
fırlayan, bi kayıp geçen, bi durup bakan kertenkeleler, kabarttıkları
toprakların, deliklerinin yanında iki ayak üstüne dikilip bakan, tehlike
var deyip deliklerine kaçan köstebekler, bi inip bi kalkarak tane
toplıyan, yükseklerde uçan kuşlar... Ve yürüyüş...
Karnı acıkmıştı. Yolun bir yanına çekildi! Bir taşın üstüne
oturdu. Torbasını koydu, heybesini indirdi. Biraz ekmek, peynir,
kurutulmuş et çıkarıp yemeye başladı. Yedikçe su içmek istiyordu.
Suyu yoktu. Yiyip kamını doyurdu. Bi de su olsa.. Belki ileride
bulurdu. Kalkıp yürüdü.
Epeyce yol almıştı. Susuzluk da bastırmıştı. Gelen-giden de yok.
©y.sa köyün yakınlarında ne kadar da çoktu. Uzaklaşınca arkası
kesilmişti. Susuzlukla birlikte yalnızlık da çöktü içine. Yürümek
zomndaydı. Kendi kendiyle arkadaşlık ederek..
Dik bir yokuş, iniş, düzlük, sonra yine yokuş, yine iniş vc
alabildiğine düzlük..
Doğru yoldan gittiği kesindi, kuşkusu yoktu, çünkü yol hiç
ayrılmamıştı. Daha önce öğrendiğine göre arada, solda, biraz yukarıda
Esmer Köyü gözükecekti. Görünürlerde yoktu daha. "Demek ki daha
var" deyip adımlarını hızlandırdı..
Alıntı ile Cevapla
  #19  
Alt 30-09-2012, 00:13
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

Güneş iyice yükselmişti. Yakıyordu da. Öğle yakındı, belki de
olmuştu. Yine gelen giden yok. Olsa, cn başta su soracak. Ah bir su
olsa. Çatlıyasıya içecek. Su bulanlar, suların başında olanlar kimbilir
ne mutludurlar. Ah bir su olsa.. Soğuk bir su. Pınar suyu, "göze"
(kaynak) suyu. Soğuk soğuk. Sıcak da olsa olur. Ah bir olsa...
Birden;, biraz uzakta gördüğüne sevindi. Bulunduğu yerden
seçilcbildigine göre: Kabuk. Karpuz, ya da kavun kabuğu. Keşke
kavun kabuğu olsa. Tümünü yiyebilir. Karpuzunkinin dışı yenmez.
Yalnızca içi kcmirilir. Ona bile râzı. "Razı" olmak ne demek, o sırada
bir "hazine"dir o. Demek ki kavununki de olsa, karpuzunki de olsa bir
hazine vardı kivşıda. Bir ân önce kavuşmak için hızlandı. Ve sonunda
kavuştu. Karpuz kabuklarıydı. Olsun. Çok, çok değerliydi onun için.
Susuzluğunun giderilmesine yarıyacaku. Pek kalınca kesilmemişler.
Ama o kadarını bulmak da büyük mutluluk. Tam beş tane kabuk.
Güneşten kıyılan içe doğru kıvrılmış, içlerine de toz, toprak
109
dolmuştu. Tozun, toprağm alt kesimleri de, kabuklarm suyuy
ıslanmış, çamurlanmışü. İyi ki öyleydi. Toz, toprak olmasay
kabuklar kuruyup giderdi güneşin sıcağından. Tümünü aldı; kıyıy
geçti. Oturdu güzelce. Heybe ve torbayla birlikte kabuklar da yanında.|
Hemen birini aldı. İçindeki çamurlaşmış tozu-toprağı eliyle sıyırdı. Vc
kemirmeye koyuldu. Ayaklarını uzattı, yayıldı iyice. Keyfine diye
yoktu. İşte mutlukk. O kabuğu bitirince ikincisini aldı. Onu da
bitirdi. Üçüncüsünü, dördüncüsü, beşincisini. Tümünü kemirdL
İçlerini kolaylıkla temizleyerek.. Hepsini bitirmişti, ne ki süsuzluğn
gitmemişti. Azalmış olsa bile.. Kabukların dışı, çok ince bir kesim
kalmıştı. Onları da yemek istedi. Ama duymuştu ki "dışını yiyen deli i
olur". Büyükler söylemişlerdi. Öyleyse yememeliydi, yemedi.
Çok yorulmuştu. Külçe gibiydi. Biraz yatsa, hemen uyuyabilinfi.!
Bu da çok kötü olurdu. Akşama kalmadan varmalıydı varacağı yeıe.
Hiç değilse Esmer'e. Geceyi bu köyde geçirmesi iyi olur. Sabahleyia ]
de erken kalkıp, Tutak'm yolunu tutar. "Haydi yürü"!
Yarım saat sonra düzlük bitti, bir tepe belirdi. Tepeyi çıkınca
belki Esmer gözükür. Zorlana zorlana çıktı: Fakat Esmer yin
gözükmüyor. Yanlış yoldan gitmiş olabilir miydi? Hayır. Çünkü yol
hiç ayrılmamıştı. Kendisine dc.
- Yol, doğru seni götürür., demişlerdi.
Yol doğru olmasına doğruydu. Ama Esmer niye gözükmüyordu?
"Hele yürüyeyim bakalım". •
İniş, yine uzayıp giden bir düzlük. Yürü babam yürü. Susuzlıi
doruğunda. Yine su, mu yok görünürlerde. Böyle düzlüklerde dc kolay
kolay su bulunmaz. Çarıklar ayakları sıkıyor. Çiliz bacaklar, "aıtık
yeler!" diyor. Sallanıyor, ama yürümek zorunda. Yoksa akşama değio
Esmer'e varamıyacak, "kurda kuşa yem olacak". "Haydi çabala"!
Gücünü toplayıp yürüdü.
Düzlüğün sonuna varmıştı. İşte karşıda bir yokuş daha. Hem de
dik. İyi ki çok değil. Esmer, onu üstünden gözükebilir. "Ha babam,
gayret"!
Tırmandı, o yokuşu da çıktı. Çok kötü. Esmer yine gözükmüyor.
Üstelik önünde bir dere var. Susuz bir dere. Yuvarlanır gibi indî
dereye. Derenin yukarısına doğru baktı. Belli-belirsiz bir yeşillik
110

gözüne çarptı. Leke gibi. Gördüğü yeşillikse, su da olabilirdi. Ne ki
epeyce yukardaydı. Yoldan sapıp çıkması gerekiyordu. Karar verdi ve
çıkmaya yöneldi. Vardı ki gerçekten bir su. Vanr varmaz bir gürültü,
bir hasırlı: Kurbağalar, su "tosbağa"lan (kaplumbağalar). "-Haydi
atlayın, düşman var!" dercesine ve şaşılası bir iletişimle suya daldılar.
Tosbağalar görünmez olmuş, kurbağalarınsa kimi oraya buraya
sinmiş; çenelerinin altındaki torbacıklarını şişire şişire, kıpırdata
kıpırdata durup bakıyor, kimi derinlerde, kimi de yüzeyde iğri
bacaklarını aça uzata yüzüyor. Ayrıca balık gibi yüzen ve daha
kurbağaya dönüşmemiş yavruları;. İçilir miydi bu su? "İçilir mi" de
söz mü? Elbette içilir. İçindeki hayvancıklara aldırmadan eğilip suyu
avuçladı. İçli. Bi daha, bir daha. Kana kana içti. Ve cana kana geldi.
Gözleri ışıdı. Geçip bi yana oturdu. Heybesinden, torbasından
çıkardıklarından yedi. Gidip bi daha su içti. Bi yedi, bi içti. Karnını
şişirmişti iyice. Dizlerine fer gelmişti. Artık yola koyulabilirdi. Geç
kalmamalıydı, kalkü. Aa bir de ne görsün: Kocaman bir yılan, ağzında
da kurtulup çıkmaya çalışan bir kurbağa. Yılan, yutmak için ağzını
her açışta kurbağa çıkmaya çabalıyor, yılan buna meydan vermiyor,
yuttukça yutuyor. Bu korkunç durumu durup izleyecek mi? Yazık
değil mi kurbağaya? Onun da canı var. Hemen davranıp bir laş aldı;
yılana attı. Taş değmedi. Yılan uzaklaşıyordu. Bi taş daha, bi laş
daha.. Sonunda tutturdu. Yılan kurbağayı bıraktı, akıp gitıi.
Kurbağayı, biraz hırpalanmış da olsa kurtardığına sevinmişti. "Pis,
aşağılık yılan. Nasıl da yiyordu kurbağayı. Canlı canh. Yiyecek başka
bir şey bulamadın mı?! Zavallı kurbağaya hiç mi hiç acımıyordu.
Tanrı niye izin veriyordu ona? Kurbağanın günâhı neydi? Tanrı'nm
işlerine de hiç akıl ermiyor..." Kafası allak bullak olmuştu. Neyse
yürümeliydi.
Yola, geldiği yerden dönmenin gerekli olmadığını düşünüp
dönmedi. Yolun nereye doğru büküldüğü karşıdan gözüküyordu. Dere
boyunca daha yukarı ürmanırsa, sırtın üstünden daha kestirmeden, daha
kolay gidebilirdi. O yöne doğru yaya yolu da vardı zâten. Heybesini
omuzuna, torbasını da eline aldı. Bir elinde de ağaç, yürüdü.
Bacaklarına oldukça güç gelmişti. Biraz lırmanmıştı ki, burnuna bir
koku geldi Çok kötü bir koku. Bir leş kokusu olmalı. Durup bakındı.
Bir şey göremedi. Tumanmayı sürdürdü. Koku daha da artmıştı. Durup
111
yine baktı sağa sola. O da ne: Çukura yuvarlanmış bir insan. Burnunu
tuta tuta ve korka korka az yaklaşti: Adamın başı, boğazından kesilip
koparılmış. Son derece korkup geri çekildi. Ve gücü yettiğince
kaçmaya başladı. Soluk soluğa çıktı sırtın üstüne. Az durup dinlendi.
Sonra, aşağıya, yola doğru yürüdü. Koşarcasına.. Ne korkunç şeydi
gördüğü. Zavallı adamı, niçin kesmişlerdi? Nasıl kıymışlardı. Daha
önce gördüğü yılanın acımasızlığıyla^. Daha da ötesi. Daha da
korkunç. İnsan, "kurbağa" değil ki. Mal, davar da değil. Nasıl
kesmişler? Hayvan boğazlar gibi. Nasıl yapabilmişler? Kesilen insan
yalvarmamış mı? Kuşkusuz yalvarmıştır. Peki kesenler onun^
yalvarmalarına nasıl aldırmazlık etmişler, nasıl kulak tıkamışlar?
Elleri nasıl varmış? Düşündükçe sarsılıyor ve yeniden düşünüyordu.
Adam gözünün önünde kesilir gibi oluyordu. Adamın yalvarmalarını o
ânda işitiyordu sanki. Ve .sanki onu-kesen canavarlar, gözlerinin
önünde bagırta bağırta kesiyorlardı. Yılanın ağzından kurbağayı
kurtarmıştı. Ama kesilen adamı kurtaramıyordu. Nc kötü! Bu kez daha'
çok, öncekiyle ölçülemiyccek kadar allak bullak olmuştu. Aklı yine
Tann'ya kaydı: "-Tanrı'm, sen ulular ulusu değil misin? Sen olaya
tanık olmadın mı? Niye izin verdin, niye engel olmadın? Kafası
kesilen adam çok mu günâh işlemişti? Öyle bile olsa, nasıl böyle bir
duruma izin verirsin?"
Kestirmeden yola ulaştı. Esmer Köyü yine görünürlerde değildi.'
Alt üst olmuş kafasıyla tozlu yola düştü yine.
Bir yarım saat daha yürüdükten sonra karşıda karartılar belirdi.
Yolun üzerinde. Yolcu olmalıydılar. Yak Lığlılar. Artık iyice,
seçilebiliyordu. İki eşekli iki insan. Acaba bir zarar gelir miydi
bunlardan? "Hayır, ne zarar gelecek? beni de kesecek değiller ya! Niye
kessinler, ben ne yaptım ki? Hem ben daha çocuğum, bana
dokunmazlar..."
İşte eşekliler. Orta yaşta iki adam. Selam bile vermeye tenezzül
etmediler. Kürtçe konuşuyorlardı. Onu öyle görünce: "-Bu çocuk da
nereden çıkü?" der gibi bir tutum gösterdiler. Kürtçe konuştu onlarla.
- Esmer Köyüne daha var mı?
- Şu tepenin arkasında. Ama yol oradan geçmez. Yukarda, epeyce
yukarda kalır. Sen oraya mı gideceksin?
- Tutak'a giunek istiyorum, ama bu gece Esmer'de kalacağım. .
112


- Arkadaşın yok mu?
-Yok! .
- Bak, şu tepeyi çıkar çıkmaz köy gözükür. Asıl yoldan ayrı bir
kötü yol karşına çıkar. Taşh-kayalı bir yol. O yola gir, yol seni
götürür. Amg dikkat et, biraz ötede sürü var, sürünün de köpekleri var.
Sürü yolu tutmuşsa, sen epeyce ötesinden dolaş. Haydi karanlığa
kalmadan çabuk git.
- Amca ben gelirken şu sırün arkasındaki derede bir ölü gördüm.
Başı kesilmiş.
- Ta oradaki tepenin arkasında mı?
- Evet.
- Yol oradan geçmez ki, sen niye gittin oraya?
- Su için gitmiştim.
Adamlar hiç tepki göstermeden çıkıp gittiler. Belki de
inanmamışlardı. Ya da "-Bize ne?" deyip önemsememişlerdi. ,
Yürüyüp önündeki tepeyi de çıktı. İşte sonunda gözüktü: Esmer
Köyü.
Biraz daha yürüdükten sonra, köye doğru çok kötü bir yol
ayrıldığını gördü. Çukuriu, sivri sivri taşlı bir yol. Sözü edilen sürü
de yolun üzerinde. Ta,, ötelerden dolaşmak yerine, oturup sürünün
yoldan uzaklaşmasını beklemeye karar verdi. Hem dc dinlenmiş
olurdu. Karanlık baunasma da daha vardı. Oturup bekledi. Yarım stıate
yakın kaldı. Sürünün arkalara doğru uzaklaştığını görünce kalkıp
yürüdü. Yine başı kesilmiş adamı düşünüyordu. Öldürülmüş bir insana
daha tanık olmuştu. Ama başı filan kesilip koparılmış değildi. O da
üstüyle-başıylaydı: Halis Bey'in kardeşi Reşid Bey. Ölüsüne, iki yıl
önce, babasıyla biriikte gittiği Tutak'ta, bir evin arkasındaki çöplükte
tanık olmuştu. Eli belinde, arkasının üstüne doğru kaykılmış, bir
ayağıyla da külü aşağıya kürelemişti. Herkes başına birikmişti o
sırada. Anlatıldığına göre, kardeşleri, adamı kimin öldürdüğünü
biliyorlardı. Öyleyken kolluk güçleri, yarı deli bir dilsizi alıp
götürmüşler, bir sürü sopa atmışlardı zavallıya. Kürtlerle Türkler
arasmda kan davasına dönüşen bir çatışma vardı. İlçe'nin içinde Türkler
çoğunluktaydı. Gün gelecek, Tutak'ta belediye başkanlığını da
113
kazanacak olan Bedri Bey, "-Reşid Bey'i ben öldürdüm!" diye sağda
solda söyliyecek ve bu övünmesini canıyla ödiyecekti. Oysa yine
anlatıldığına göre, Reşid Bey'in kardeşleri, Ağrı'da birçok köyün s^ibi
olan ağalar (bu kardeşlerden Halis Bey, Ağrı milletvekili de olmuş, 27
Mayıs'da Yassıada'da yargılanmıştı). Bedri Bey'i görüp uyarmışlar:
"-Bak, sağda solda, 'ben öldürdüm' diye övünüp durma, seni vururuz.
Sırf onurumuz için vururuz, yoksa senin öldürmediğini ve
düşmanımızı biliyoruz.." demişler. Ne ki Bedri Bey, aldırmamış.
Sonunda da vurulmuş.
Dalgm dalgın gidiyordu. Birden önünden koca bir kertenkelenin
hışurtı yaparak geçişiyle kendine geldi. Hava kararmaya başlamıştı. O
da köye yaklaşmıştı. Bu köy, babasının ailesinin toprakları olan bir
köydü. Rus'larla olan savaşta, "kaç ha kaç!"lıkta, hep birlikte
Anadolu'nun iç kesimlerine doğru göçmüşler, Sivas'a varıp
yerleşmişler. Şarkışla'nın Yapaltm Köyü'ne. Babası da kendisi de orada
doğmuş. 5 yaşmdaVken, babası, yeniden Esmer'e göçmüş "hane"siyle.
Babası, buradaki topraklarını yeniden elde elebileceğini düşünmüş. Ne
ki çoktan ağaların pençesine geçmiş o topraklar. "-' Babamın
topraklarını almaya geldim!" diyen babasını da bi güzel kovmuşlar. Ne
yapsın zavallı, o da, Kur'an'dan ve din kitaplarından bir parça
öğrendikleriyle o köyde bu köyde imamlık yapma yoluna gitmiş.
Esmer Köyü'nü ve bu köye ilişkin öyküleri çok dinlemişü babasından.
Şimdi gidiyordu, bakalım karşısına neler çıkacak? Kimde kalıp konuk
olacağım bile bilmiyordu. Rastgele gidiyordu'işte.
Karşıda aynı köye giden birilerini gördü. Tarlalarmdaki işlerinden
dönüyor olmalıydılar. Hızlanıp onlara kavuştu.
-Ola sen kimsin, nerden gelirsin?
- Ben Abdul Hoca'mn oğluyum. Sizin köylü. Babasr bu köyden
gitmiş.
- Haa şu Abdul. Hocada oldu.
- Ey hele dur, sen nereden gelirsin?
- Kartallı Köyü'nden gelirim. Orada ohirim. .
- Yaa, demek ohu^in!
-Heeî
- Kimseyi tank mism, kime gidecen?
114
- Kimseyi tammirim, bilmirim.
- Sen gelirken korhmadın?
- Korhmazdım da^ kesilmiş adamı görünce korhtum, çok
korhtum.
- Vıy, sen kesilmiş adam gördün?
-Hee.
- Ey hele dur nerede gördün?
- Derede. -
Hem yürüyor hem konuşuyorlardı. Onunla yanyana yürüyen
birden, durup arkadaşlarına döndü: ,
- Ola hele durun, bu çocuk bişeylcr söylir. Memiş, Abbas,
Bayram, Dursun! Ola hele külah verin de duyun. Bahm ne diyir bu
çocuh!' ,
Hemen ilgilenip durdular
-Ne diyir ki?
- Kesilmiş bir adam görmüş.
Daha büyük bir ilgiyle toplanı verdiler başına.
- Hele dc nerede gördün?
- Diyirim ya, derede.
- Hangi derede?
- Göze var ya orada. Şoo tepenin ardında.
-Dur hele oğul, dorgu mu söylirsin?
- He vallah gördüm. Gözlerimle.
-Viyola!!! . ,
- Kesilen böyük herif?
-Hec.
- Herifin neresini kesmişler?
- Başım. Koparmışlar eyce.
- Vıy ananın aşını içimü!
-Başr da yanında?
%Hee. Amma, ayrı.
- Vıy baba!!! ı
- Demek koyun başı gibi kesmiş, yanına koymuşlar!

115
- Hee.
- Vıy ola!!! Vıy babanın ananın aşını içim!!! Heç ele de ola?
- Sen ne diyirsin Memiş Çavuş, olmir mi, çoh olir böle şeyler.
- Dorgı dorgı de heç beleşini de duymadımıdı. Acep kesilen herif,
kim, kimin ne.si?
- Mutlah çoban Cemil'dir.
- Ey hele dur ola sen nereden bilirsin?
- Kaç gündür ariyirlerdi.
- Hee, ben de duydumudu. Bir bölük davarları da bulamamışlarıdı.
- Hc vallah dorği. Olur olur. O heriftir, vay başına!!!
- Acep kim yapmışür?
- Kim olacak, kürtler. Eşhıya kürtler.
- Ola hele dur, kürtlerin günahını niye alirsin? Ya başhası ise?!
- Başhası değildir, onlardu"..
Tartışmayı bırakıp yürümeye başladılar yine. Köye vardılar. Onu
herkesin zaman zaman toplandığı, köy odası gibi odası olan bir
ağanın. Kasım ağanın odasına götürdüler. Orada konuk olabileceğini
söylalilcr.
Dik dörtgen bir oda. Tüm duvarların önünde taş - topraktan
yapılma sedir var. Sedirlerin üzerinde keçe, keçelerin üstünde de, oraya
buraya atılı minderler. Oda oldukça büyük. Sedirlerin genişliği en az
iki metre. Ortası, sedirlerin önü çıplak ve toprak. Biraz ıslakça.
Duvarın birinde yüklük; konuklara serilen yataklar katlanıp üst üste
konulmuş. Duvardan asılı camlı, aynalı bir lamba. Kirli kılıflarıyla
asılı iki - üç kitap. Biri Kur'an olmalı. Bir başka duvarın tam ortasında
mihraba benzer bir başka oyuk. Oyuğun iki yanında, büyükçe, dörder
parça camı olan perdesiz iki pencere. Pencerelerin sedirden yüksekliği,
yaklaşık iki buçuk metre. Duvarlar beyaz badanalı ama kirli. Yer yer
isli. Hele kışın kurulan sobanın borusunun geçtiği kesimler tümüyle
isli. Ama oda, islen çok, toprak kokuyor. Bunda, orta yerin çıplak
olmasının payı olmalı. Temizce süpürülmüş. Süpürge dc kapının
arkasında, duvara dayah. Üstü dam olduğu için tavan, '*koşat"lı (kaim
kaim ağaçlar aülı). Oda serince ve sakin.

Anadolu'nun bu tür, konuğa ve halka açık odalarında, vurdulu-kırdılı "cenk" kitapları, cennetten, cehennemden, yerden, gökten söz eden ve mucizeler, kerametler de içine alan eski yazılı kitaplar okunur -dinlenir. "Siret", "Battal Gâzî", "Kara Dâvûd", "Kırk Suâl" gibi kitaplar.

Hoca (imam) okur, odaya gelenler de dinler. Hazreti Ali hangi kâfir kalesini nasıl fethetmiş, hangi cenkte, ne kadar kâfir öldürmüş, bir vuruşla kaç kâfiri yere sermiş, hangi kahraman neler yapmış, İslâm uğrunda ne tür cihadlara girişilmiş? Sonra cennetin cehennemin kaç kapısı var, cennetlikler, cehennemlikler, cennettekilere verilecek nimetler, huriler, gılmanlar, cehennemlikler, cehennemdekilerin nasıl yandıkları, gayya kuyusu, cehennem zebanileri, cehennemliklerin nasıl "feryâd" ettikleri, cehennemin üstündeki sırat köprüsü, Allah yolunda olanların bu köprüden nasıl yel gibi geçtikleri, kâfirlerin ve günahkârların nasıl geçemeyip düştükleri...

Dünyanın ve göklerin yaratılışı, gök katları, hangi kat göğün hangi madenden yapılma olduğu, hangi katla hangi peygamberin bulunduğu, gök katları arasındaki uzaklık, melekler, hangi meleklerin ARŞ'ı ve KÜRSİ'yi nasıl taşıdıkları, dünyanın hangi hayvanın üzerinde durdurulduğu, depremlerin bu duruşla nasıl bağlantılı olduğu..Ve daha nice "bilgiler, "hikmet"ler, öğütler.

Zaman gelecek, bu "bilgi" ve "hikmet"leri halka sunan din adamlarının sundukları yerler, okudukları kitaplar, kılıkları, sunuş biçimleri değişecek, laik Cumhuriyet okullarından, Îmam-Hatip okullarından. Yüksek İslâm Enstitüleri'nden, İlahiyattan, büyük bir kesimiyle de Kur'an kurslarından çıkışlı oldukları görülecek. Ne ki biçimler değişse bile, özün, insana, topluma, evrene bakışlarının değişmediğine tanık olunacak. Yüzlerce, binlerce yıl ötelerden getirilen, yırtıldıkça yamanan, dar geldikçe genişletilen giysiler, Tanrı'nın yeni terzileri eliyle biçimlendirilip ve yamanıp müslüman cemaate yeniden giydirilecek. Polilikacılarla el ele verilerek...
117
17
Yorulmuştu adamakıllı. Çarıklarım çıkarır çıkarmaz, kendini
hemen minderlerden birinin üzerine attı. Bi kaç dakika içinde de uyudu.
Ama çok geçmeden, gürültüden uyandı. Lamba yanmış, üç - beş kişi
de gelmişti.
Akşam namazını daha kılmadığını, abdest almak istediğini
söyledi. Hemen ibrikle su, leğen ve havlu getirdiler. Biri,suyu döktü,
o da abdestini aldı, havluyla kurulandı. Geçti namazını kılmaya.
Namazı bitirdikten sonra, sofra geldiğini gördü. "Kaygana" ve
tandır ekmeği.
Kammı doyurup çekildi, geçip duvara sırtını dayadı.
Birer, ikişer geliyorlardı odaya. Oda dolacağa benziyordu. Oysa
odalarda yazın pek kimse bulunmazdı. Herkes işe - güce gittiği ve
yorgun evine döndüğü için.. Gelen selâm verip oturdu. Her yeni gelene
merhaba deniyor, o da ya herkese ayrı ayrı merhaba diyor, ya da
tümüne birden merhaba yerine geçen sözcüklerle, "cemaate rahmet"
biçiminde karşılık veriyordu. Başının kavuğundan, sırtının
cübbesinden vc uzun sakalından köyün imamı olduğu belli olan hoca
içeri girince topluluk şöyle bir "yekindi.
- Selâmun aleyküm.
- Alcykümü's-selâm ve rahmctullahi ve berekâtuh.
- Merhaba hoca efendi.
- Merhaba.
-Merhaba.
- "Cemaate rahmet".
Sedirler tümüyle dolmuştu. Bir hastr getirdiler, onu da çıplak yereı
serdiler. Sedirlerde yer bulamayanlar, hasırın üzerine çömeliyordu.
Sonunda hasırda da yer kalmadı. Bu kez gelenler, ayakta dikiliyor,
duvara yaslanıyorlardı. Oda tıklım tıklım doldu. Biri en son
gelenlerden olduğu halde, sıkışıp sedirden yer açtılar ona:
- Selâmun aleyküm.
- Aeyküm ü's-selâm,ve rahmctullahi ve berekâtuhu.
- Merhaba örgetmen bey!
1.18
- Merhaba hoca efendi.
- Merhaba..
- Merhaba Ellez dayı.
- Merhaba.
- Merhaba Yahya emmi.
-Merhaba.
- "Cemaate rahmet".
Öğretmen eğer "cemaate rahmet" sözünü söylemeseydi,
merhabalar uzayıp gidecekti. Bu sözü söyleyince, " - yeter artık,
hepinize merhaba!" demiş sayıldı.
Sigara içenler, sigara tabakalarını çıkarıp önlerine koydular, sarıp
içmeye başladılar.
"Hoca efendi", sözü başlâlü:
- Komşular, başı kesik biri görülmüş.
Daha önce duyanlar olmuştu. Köye gelen küçük yolcunun
anlattıklan bir ölçüde yayılmıştı. Duymayanlar da vardı. Bunlar,
toplantıyı duymuşlardı yalnızca. O nedenle kopup gelmişlerdi.
Hocanın sözlerine şaşkmhk gösterdiler:
-Allah Allah!
- İnnâ lillah!
-Vıy ola!!! Bu nasıl iş!!!
Öğretmen sordu:
- Kim görmüş, başı kesik olan kimmiş?
Hoca, haberi kendisine veren Memiş Çavuş'un anlatmasını istedi.
Memiş Çavuş da asıl haber kaynağının, köye gelen küçük yolcu
olduğunu söyledi. Birden gözler ve kulaklar ona dikildi. Önce "hoş
geldin" demeye koyuldular. Herkese bir bir karşılık vermeye çalıştı.
"Hoşgeldin" ve "hoşbulduk" ya da "hoş gördük"lerin sonu gelmiyordu
bi türlü. "Cemaate rahmet" gibi,, topuna birden karşılık yerine geçen
bir söz de icâd edilmemişti. "Topunuza birden hoş bulduk" da bir
gelenek değildi. Küçük yolcunun küçüklüğüne bakmadan herkes "hoş
geldin" demek için sıraya girmişti. Ve epeyce uzun sürdü. Sonunda
asıl konuya geçtiler.
Hoca:
- Hele anlat oğul, ne gördün, nasıl gördün? deyip konuşturdu.

Konu ALKA tarafından (08-11-2012 Saat 09:31 ) değiştirilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
  #20  
Alt 30-09-2012, 00:15
Neva - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Neva Neva isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Kıdemli Üye
Dinlerden Özgürlük Grubu Üyesi
 
Üyelik tarihi: 03 Aug 2010
Mesajlar: 14.706

Başarı Ödülü 

Standart

119

- Bir herifi kesmişlerdi, gördün çok korhtum.
-Noede?
- Derede, bir gö2enin orada.
-Gözlerinle gördün?
-Hee.
- Herif nasıl biriydi?
- Uzun bıyıhlı biri. İriydi de.
Hemen söze karışanlar oldu.
- Bir gözünde ağ vandı?
- Ona bahmadım.
Bir başkası:
-. Başında da kel vandı?
- Onu da görmedim.
Bir başkası:
- Yüzünde yara vandı?
- Onu da göremedim.
- Hele dur, niye görmedin?
- Korhtum, uhhat etmedim.
- Keçesi de vandı?
-Yohudu.
Bir başkası:
- Kursağı (kuşağı) vardı?
- Vandı.
-Gıtmızıydı?
-Hee.
Bir başkası:
-İriliği ne gadardı?
Orta boyludan biraz daha boyluca birini gösterdi:
- Şu emmi gadardı.
Odan, burdan sesler yüksekli:
- Çoban Cemil.
- Vallaha odur.
- Zeten (zaten) davarlanyla ğayboimuştu.
- Odur.o. Ğaybolmuş, on beş - yigirmi gündür arirlerdi.
- Herifin evini, ocağını yıhtılar. Beş "horanta"sı (nüfusu) ortada
kaldı.
- Yazıh oldu.
- Vazıh ki ne yazıh. Yapanlar Allah'tan bulsunlar.
- Kimler yapmıştu: acep?
- Kim olacak, kürt eşhiyalan yapmıştır.
- Ne bilirsiz, heç belli olmaz. Türkler yapmaz mı? Bizim
eşhiyamız yoh mu?
- Dorgı diyir, bizde de var.
- Acep niye yapmışlar ki?
- Kimbilir koyunlarına lamah eunişlerdir. Olardığı davarlara..
- Dorgi söylirsin Ellez Emmi de, herifin kellesini niye
kesmişler?
Yahya dayı karşılık verdi:
-Herhal, tanınmasın diye. Bunu yapanlar kismeleri görünce de
iclâşeden bırahıp kaçmışlardır. Oğul olmaz mı? Neler olmaz!
- Olur mu olur.
- Ya çoban Cemil degil de başhasıysa?
- Odur o, başhası maşhası degil.
Deminden beri dinleyen öğreüncn atıldı: '
- Gidilip getirilse daha iyi olmaz mı? Fenerler alınsın, arabayla
getirilsin.
- Hay babana rahmet örgetmen. En dorgusu bu.
Oda sahibi, bir adamına buyruğunu verdi:
- Ola Mcmmet! Süfü'yü, Hayrettin'i de al; atları koşun, gidin
getirin.
- Bulabilir miyih?
- Bulursuz, bulursuz. Kurbağah gözenin yukarısındaymış.
Bahsana çocuh, "kohirdi" diyir. Kohusundan bulursuz. Haydi geç
kalmayın, çcbik gidin gelin.
, Ve gittiler bulup getirmeye.
121
18
At arabasıyla gidenler gelene dek beklenecekti. Herkes ilgiyle
iyice öğrenmek istiyordu kellesi kesik adamın kim olduğunu. Bu arada
EUez Emmi hocaya döndü:
- Hoca onların gelmesi epey sürer. Sen hele birez kitap ohu
dinliyek.
Cemaat de bu öneriyi destekledi. "Kırk Sual" kitabından okunması
kararlaştırıldı. Duvarda asılı kitaplardan biri oydu. Getirip hocanın
önüne koydular. Camlı aynalı lambayı da yanına yaklaştırdılar.
Hoca okumaya başlayacaktı ki, birinin bir sorusu oldu:
- Hoca efendi, benim bir derdim var, onu hallet de kitaba sonra
geç. •
-Nedir derdin?
- Düğünlerde halay tutulir, oynanir. Bunun bir günâhı var mı?
- Hcibet var. Halayda gollarını galdınp oynayanın nikâhı-talâkı
gider.
- Ey hoca, öleyse burada kimsenin nikâhı yoh.
- Tövbe estafiruUah tövbe, ola sen ne diyirsin? ^
- Ele ya, buradakilerin hepisi gollarını da galdırmtş halay da da
oynamıştır. Bcikim zamanında .sen de oynadın ^urban olduğum.
- Tövbe tövbe..
- E müslümanlar, dilinizi niye yuttunuz, işte hoca işte siz!
Hanginiz halay tutmamışısa hocamn huzurunda galkıp desin, "halay
tutmadun, oynamadım" desin. Bunu diyecek erkişi var mı?
Sesler yükseldi:
- Köv olur da halay tutmayan olur mu?
- Sırası gelince hepimiz halay tutarız, gollarımızı da oynaünz,
göüimüzü, bacaklarımızı da.
Hocanın karşılığı sert oldu:
- Siz halay tutirsiniz, tutmirsiz bilmem. Ben kitabı, şeriaü
bilirim, onu sölirim. İşte gene diyirim ki, halay tutan, oynayıp
gollarını galdıran kişinin nikâhı, telâki gider, hemi de hep gider.
Başımız şeriale bağlı değil mi?
122
- Gurban olak Şeriate.
Bir başkasının da sorusu vardı. ^
- Hoca, efendi benim de derdim var.
- Seninki nedir?
- El hamduvHUah hepimiz "Şeriat evi"ndeyiz, "Şeriatta âr olmaz"
değil mi? '
-Hee.
- Şimdi benavradımın memelerini ememem mi?
- Emersen ola ki süt gaçar.
- Gaçarsa ne lâzım gelir?
- Avradın haram olur.
- Ey hele dur hoca, gurban olduğum hoca, avrat benim değil mi,
"hem emerim, hem gömerim"!
- Gömersin, ona şeriat izin verir, ama, emmeye gelince, işte
-<5rada Şeriat "dur" diyir.
Cemaattekilerin konuşmalarına göre "emme de olur gömme de
1^ olur" görüşü yaygındı. Ne ki hocanın fetvası kesindi, kimse karşı
çıkmadı aruk.
Biri daha sordu. Herkesin sevgi gösterdiği hemen belli olan iri
ikiyim biri.
- Gurban olim hoca, bir dc benimkini hallet.
- Seninki neymiş?!
- Bir misafirlikteyim. Gece güzel bir garı. Golu-bacağı açıh.
Garının altından girdim, üstünden çıhtım. Sonunda onunla yattım ve
yaplım. '
- Bu nasıl iş?
- Elini öptüğüm hoca, bu sadece bir düş. Olur değil mi?
- Hee. , • •
- "Berim gelmiş. Baktım ki donum-paçam batmış.
.• ;.--EecC? .
- "Ec"si beni aldı bir "talaş". Hemi de ne lalaş.
' -Niyce?'
123
- "Niye"si var mı gurban olduğum...
"Talaş"mın yani telâşının, kaygısmm gerekçesini anlattı: Sabah
namazını kılması gerekiyor, ama kılamıyor. Neden ki, "cünüb". Beli
geldiği için boy abdesti alması gerekli. Ev sahibinden su istese, boy
abdesti alacağını söylese, ev .sahibi kuşkulanacak. Neden ki genç kansı
var. "işi pişirdi, karımla yattı" diyecek. Cünüblüğünü ona bağlıyacak.
Boy abdesti almadığında da namaz kılınamayacak ve farz olan namaz
geçecek. Telaşı, işte bu iki arada, bir derede kalmasından.
Böyle güç durumda "Şeriat"in ne dediğini anlatmaya koyuldu
hoca.
- "Teyemmüm"ü (toprakla abdest almayı) caiz görenler var.
Amma en iyisi: fmam Ebu Yusuf un fetvası.
- Onun fetvası nasıl?
Hoca açıkladı. "Düşü azan", bir başka deyişle "şeytan atlayan" ve
o yüzden beli gelen kimse, hemen davranıp "kjırii^"ını yakalıyacak,
ucundan tutup "yılanın başını sıkar gibi" sıkacak. Ve de bir şeyle
bağlıyacak. Böylece meninin çıkmasını önleyecek.
Ne var ki soruyu soran kişinin buna kafası yatmadı pek.
- Hele dur hoca, onu ben nasıl yatfâlarım o sıra? Haydi yabaladım;
"yılanın başını sıhar gibi" de onun başını şıhüm; bağladım yerinden
dolu dolu kopup gelen patlatmaz mı onu? Aman elini öptüğüm, bir
. servetimiz var, o da elimizden giünesin!!!
Gülüştüler. Hocada güldü. Ama karşılığını da verdi:
- Ey neydek, başımızın bağlı olduğu Şeriat iiylc diyir. Ucu sıkılıp
bağlandığında paüıyacah olsa Şeriat öyle diyer mi?
- Gurban olim o Şeriate. Amma, ben sıhıp mıhmam; bırahırım
çıhsm. Başımı derde sohmamam için o sabah namazını da gılmam,
olur-biter.
- Tövbe tövbe.. Sen "ibadeti tahfif ederek kâfir oiirsin", haberin
ola..
"İbadeti tahfif etmek", herhangi bir ibadeti hafife almaktır.
Gerçekten de Şeriat böyle hafife almayı "kâfiriik" sayıyordu. Soruyu
soran kişi küçümsüyor muydu ibadeti? Bu belli değil. Belli olan oydu
ki, adam "tek serveti" saydığım açıkça söylediği orasını, "şey"ini
124
önemsiyordu. Haksız da sayılmazdı. Onun için, cemaat hem hocaya,
hem de ona hak verdi.,
Başka .sorusu olanlar da vardı, ama Ellez Emmi:
T Haydi kesin artıh. Hoca sen de kitabını ohumaya başla., dedi;
sesler kesildi.
Okunacak kiiapla da sorular vardı. Adından da belli: "Kırk Suâl".
Ne ki soruları soranlar, müslümanlar değildi, kâfirler ve âsilerdi.
"Muhammed"in peygamber olup olmadığını anlamak için
soruyorlardı. Sorulara "cevap" veren de Muhammed'di.
Birinci soru:
- "Alemlerin yıuatılmasından haber ver yâ Muhammed"!
İkinci soru:
- "İlk yaratılan nedir haber ver yâ Muhammed"!
Üçüncü soru:
- "Göklerden ve yamuklardan haber ver yâ Muhammed"!
Dördüncü soru:
- "Arş'lan Kürsi'den haber ver yâ Muhammed"!
Beşinci .soru:
- "Arş'ı uışıyan meleklerden haber ver yâ Muhammed"!
Böyle sıralanıp gidiyordu sorular.,
Kırkıncı .soru:
- "Ahir zamanda âlemler nasıl harap olacak haber ver yâ
Muhammed"!
Eğer,,Muhammed peygaınbcrse, bunlardan haberi vardır. Öyleyse
anlatmalıdır. Vc "haber" veriyordu Muhammed. Dolayisiyle Esmer
Köyü'ndeki, daha nice köylerdeki, nice kentlerdeki, o çağdaki ve nice
çağlardaki m üs lümanlarm "haber kaynağı"ydı. Kimi yörelerde ve
çağlarda da "tek" haber kaynağı. Nereden geldin,.nereye gideceksin,
nasıl olmalısın, nasıl yaşamalısın, nasıl ekmelisin, nasıl biçmelisin,
neyi nereye vermelisin, neleri görmelisin, neleri görmemelisin, neleri
işitmclisin, neleri işitmemelisin, nesin, ne değilsin, o nedir, öbürü
nedir, kim iyidir, kim kötüdür, yerlerde ne var, gökte, göklerde ne var,
insanlar, hayvanlar, bitkiler, cinler, melekler ve nice nice "felek"ler..
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Önerilen Siteler


Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz forumu seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +3 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 14:11 .